İnsanlar olarak irademizin elimizden alınmasından veya onun üzerine baskı uygulanması veya kısıtlama getirilmesinden son derece rahatsız oluruz. Bu anlamda özgür ve bağımsız olabilmeyi çok önemseriz, ama kahir ekseriyet olarak asla bu duygulara sahip olamadığımızın farkına bile varamadan bir yaşam süreriz...
İnsanların bedenleri özgür olsa da, akıl ve duygu dünyalarında bildikleri doğruları uygulamalarına engel birçok zaafları, eksiklikleri veya nefsani marazları vardır. Açıkçası iradelerimizin üzerinde o kadar çok baskı vardır ki çoğunu fark bile edemeyiz. İşte asıl özgürlük, akıl, vicdan ve objektif bilgiler doğrultusunda, içimizden (nefsimizden), dışımızdan (sosyal çevremizden) gelebilecek hiçbir baskının tesirinde kalmadan, aldanmadan ve aldatmadan hakkı ve adaleti yerine getirmede irademizi doğru kullanabilmek ve hayatımızı bu çizgide devam ettirebilmektir.
Konunun kolay anlaşılması adına şu örnekleri verebiliriz:
Mesela, madde bağımlısı bir genç özgür müdür? Aynı şekilde alkolik bir kişi özgür müdür? Hayır, birisi uyuşturucu maddenin diğeri de alkolün kölesidir. Peki, makam, mansıp hastalığı olan birisi özgür müdür? Hayır, İmam-ı Azam Hazretleri “Sultanın sofrasına oturan âlimin fetvasına itibar edilmez.” diyerek böyle kişiler makam veya servetin kölesidirler, özgür değillerdir, demek istemiştir. Dolayısıyla bu tür kişiler koltuğunu korumak adına bildiği doğrulardan taviz verebilen, hakkı ve adaleti korumak için menfaatlerinden bağımsız hareket edemeyen zavallılardır. Dolayısıyla bedensel kölelikler olduğu gibi sosyolojik ve psikolojik kölelikler de vardır. Aklı, vicdanı ve bilimsel gerçekleri bir kenara bırakarak veya görmezden gelerek bir ideolojinin, bir felsefî fikrin, bir inanışın veya gelenek ve göreneklerin tartışmasız savunucusu veya fanatiği olmak da bir kölelik şeklidir. Bu şekil dogmatik ve fanatik saplantılı haller, özgür düşünceyi prangalamanın, bağımsız düşünebilmekten kopmanın, çoğunlukla farkında olmadan düştüğümüz tuzaklarıdır. Bu anlamda görülüyor ki, her zaman ve şartta hakîkatlerden, doğrulardan yana tavır ve duruş ortaya koyabilen insanların sayısı yeryüzünde neredeyse yok denecek kadar azdır. İşte ancak bu kahramanlığı başarabilen bir kişi için gerçekten doğruyu, hakikati tespitte tarafsızdır, objektiftir, bağımsızdır demek yerinde bir yaklaşım olur.
Bir insanın düşünce özgürlüğü üzerinde ne kadar çok baskının olabileceğine şöyle bir bakalım, o zaman ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır.
Aile baskısı, mahalle baskısı, gelenek ve göreneklerin baskısı, herhangi bir ideolojiye saplantılı ise onun baskısı, makama düşkün ise onun baskısı, kibir, riya, kıskançlık, cimrilik, bencillik, korkaklık gibi nefsâni marazları varsa onların baskısı…
İşte akıl, mantık, bilgi, vicdan gibi değerlerimizi doğru kullanabilmek için bütün bu baskıların bizi engellemesine ve yanıltmasına karşı durabilecek hem yeterli objektif bir ilim, hem güçlü bir irade gücüne sahip olmak gerekir. Aslında yeryüzünde bu temyiz ve irade gücüne sahip olan sadece bir zümreden bahsedebiliriz ki bunlar da İslami literatürde “akl-ı selîm” sahibi kişiler olarak vasıflandırılan önce peygamberler ve sonra da onların gerçek varisi olabilen âlimlerdir. Kalpleri Allah’ın nuru ile nurlanmış ve böylece akılları hem mânâya hem maddeye nüfus edebilecek bir kıvam kazanmış, nefisleri tezkiye, kalpleri tasfiye ile her türlü ahlâki kirden temizlenmiş, adâlet ve hikmet sahibi, basîreti, ferâseti açık âlimler ancak bu vasfı taşıyabilen kişilerdir.
İslami terminolojide bu maddi ve manevi temizliğe ulaşamadıkları için “akl-ı sakîm” diye tabir edilen kişiler, asla bu vasfı taşıyamazlar. Onlar akıllarını isteseler de verimli bir şekilde kullanamaz, objektif olamaz, adaleti gerçekleştiremez, hakkı yerine koyamazlar; zira mânevi ve ahlâki anlamdaki engelli yapıları buna mânidir.
İnsanları herhangi bir konuda düşünceden eyleme geçiren güç, akıllarından ziyade duygularıdır. Zira insanlarda baskın olan yapı akılcılık değil duygusallıktır. Sevgi, merhamet, şefkat, öfke, korku, kıskançlık vb. duygular insanı harekete geçirince, akıl burada bu duyguları kontrollü kullanmada bir murâkıp gibidir. Bu duygular öfke gibi taşkın veya haset, kıskançlık, bencillik gibi kirli olunca, aklın kontrolü kaybedip neredeyse duygulara tamamen teslim olduğu çok sık görülür. Mesela öfkelenen insanın çoğu zaman aklıyla kendine hâkim olamadığı, bu nedenle sonradan çok pişmanlık duyduğu ve başına çok büyük işler açtığı, nefsimizde de şahit olduğumuz, insanoğluna ait kaçınılmaz bir hakikattir. Merhametin maraza sebebiyet vermesi de duyguların insanı ele geçirmesi, aklın hâkimiyetini kaybetmesi değil midir?
Yaşamımızdan bu örneklerin sayısını çoğaltabiliriz. Buradan anlamamız gereken şu ki bir insanın, her halükarda aklının vücut ülkesinde kontrolü kaybetmemesi için duygularının müspet ve menfi yönlerinin önceden tespiti ve başa gelebilecek olumsuz şartlara karşı hazırlıklı ve dolayısıyla eğitimli olması çok önemlidir. Nitekim yüce kitabımız Kur’an’ın ayetlerinde ve sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) hadis-i şeriflerinde, hata ve günahlardan korunmak ve iyi bir kul olmak için nefsimizin terbiyesini, kalbimizin tasfiyesini salık veren çok uyarı bulabiliriz.
Netice olarak diyebiliriz ki insanoğlu yaratılış olarak hayatının her ânını ve alanını ciddi anlamda etkileyen pozitif ve negatif bir sürü duygularla kodludur. Bu karmaşık duygular nedeniyle de hakkı ve doğruyu teslimde, iradi olarak bağımsız olamayan bir konumdadır. Bu birbirine zıt duygularla yaratılmanız ve donatılmamız, irademizin dışında, imtihanımız için Rabbimiz tarafından takdir edilmiştir. Bu nedenle insanoğlu potansiyelinde var olan iyilik ve kötülük duygularından, varlıkları itibarıyla sorumlu değilse de, bu duyguların eyleme dönüşmüş sonuçlarından mesuldür ve bunlarla hesaplaşmak ve yüzleşmek zorundadır.
Böyle birçok zaafını gören fark eden bir insana bu kötü huylarından kurtulmak için çabalaması hem bir insanlık görevi hem de o kişi Müslümansa ona dinin farz olan bir emridir. Bu zaaflarından kendi gücü ve iradesi ile kurtulamıyorsa, tıpkı alkol veya madde bağımlılarının dışarıdan bir destek ve yardıma ihtiyaç duydukları gibi, o kişinin de ehil âlim ve kişilerden nefsini tanımak, zaaflarını tespit etmek, bunlarla mücadelede iradesini güçlendirmek adına yardım ve eğitim alması da üzerine bir kulluk borcudur.
Zira tekrar hatırlatmakta fayda var, dışarıdan akıl, bilgi, duygusal yardım ve moral desteği almadan bu bağımlılıklardan kurtulmak, yani yukarıda bahsettiğimiz gibi, akl-ı sakîm durumdan akl-ı selîm sahibi kişilerin konumuna gelmek neredeyse imkansıza yakın bir zorluktur..
Bu çok mühim meseleye, bu konuda kendisinden yardım alınabilecek evsafa haiz pek nadir şahsiyetlerden ve âlimlerden birisi olan değerli büyüğümüz Şenel İlhan Beyefendi’nin, özlü bir sosyal medya paylaşımı ile son vermek istiyorum. Gönülden anlayıp hayatımıza uygulayabilmek duasıyla Allah’a (c.c.)emanet olun.
“Bilinçaltı, nefs, şemalar, engram, ruh veya ne isim verirseniz verin… İnsan, işte bu aynı kapıya çıkan güçler tarafından otomatik yaşamak üzere kodlu olarak yaratılmıştır ve istese de istemese de böyle yaşar... Yani aklı hayatının her alanında, en fazla yüzde yirmi olarak ve bazen kullanılan bir alet gibi canlılığını sürdürür ve dediğimiz gibi bilinçaltı yönlendirmelerle yaşayan insanoğlu, kesinlikle, nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye etmeden, en fazla yüzde yirmilik devreye girebilen ve onu da uzun süre sürdüremeyecek bir yapıda yaratılan yapısıyla, ahlaksızsa ahlaksızlığı ile, ahlaklı ve iyi ise iyiliği ve diğer tüm kodları ile yaşamak zorundadır...
Mesela, her araba kullanan kişi aslında bilinçaltı otomatiği ile kullanır; aklı sanki direksiyon gibi arada devreye girer... Tabi usta şoförler böyle... Acemi olanlar daha çok yani yüzde seksen aklıyla hareket ettiği için ve tek başına akıl için bu sürdürülmesi imkânsız zor bir durum olduğu için, bilinçaltı, kalp, nefs, ne derseniz deyin ustalaşınca akıl geriye çekilir ve artık iç dinamikler arabayı sürer ve hayatın her alanı işte böyle araba direksiyonu gibi aklın en az devreye girmesi ile hayatımız devam eder gider...
Yani sözün özü: Kâmil insanların yanında, ahlaksızlık kodlu, cehalet, kabalık vs. kodlu insanların aklıyla gaf yapmadan ve saçmalamadan durmaya çalışmaları her ne kadar edep ismini alsa da sürdürülebilir bir şey değildir...
O yüzden bir noktadan sonra, en iyisi herkesin kendi dengi ve emsali ile hasbihal etmesi ve beraberliği doğru olandır...
Berberlikten bozma bir sünnetçi ile estetik anlayışı güçlü bir sanatçı kişiliği beraber etmek zulüm olduğu gibi asla ve kat’a sürdürülebilir de değildir ve bu konuda ısrar edilmesi ve sürdürmeye girişilmesi ise İslam’a, insanlığa ve hatta fıtrata ters sapkınlık denecek kadar uç büyüklükte bir yanlış ve büyük bir İslam ve insanlık dışılıktır...
Sanıyorum söylediklerim gayet açık ve nettir...
Sözü uzatmak ise zaten abes ve akıllara boşuna külfet ve zillettir...”