Yaratıcıyı İnkâr Etmenin Psikolojik Aracı: Evrim Teorisi / Doç. Dr. Kasım Takım

Evrim kavramının savunanlar nezdinde tarafgirlikleri ve taassupları ile bilimsel gerçekliği arasında büyük bir bilgisel boşluk ve isabetsizlik uçurumu var. Sizce bu taassubun felsefi, siyasi ya da ideolojik bir temeli var mı?
Bu soru kitabımın konusuyla ilgili bir soru olmuş. Yeni çıkacak kitabımın ismi “Boşlukların Teorisi”. Kitapta “Evrim hangi boşluklardan besleniyor?” sorusunu inceledim. Evrim teorisinin, çok ciddi boşluklar üzerine inşa edildiğini gördüm. Bu boşlukları sınıflandırdım, tasnif ettim. Ne tür boşluklardan yararlanıyorlar, kitapta özellikle buna değinmeye çalıştım. Mesela ilk bakışta gözümüze çarpan en büyük boşluklardan birisi: Tanı ve tespit boşluğu.
Örneğin, evrimin “körelmiş organ” iddiası var. Şimdi bu organ hakkında “Körelmiştir.” diyebilmek için neyi kullanıyor? Gerçekten o organ körelmiş mi, değil mi? Bunda bir hakikat payı olabilir mi? Bunu nasıl anlıyoruz?
Evrimin yöntemine baktığımızda şöyle diyor: “Bu organ şu anda bir işe yarıyor mu? Herhangi bir görevini biliyor muyuz bilimsel olarak?” Bilmiyoruz. Mesela bunu bademcikler olarak düşünün, apandisit olarak veya kuyruk sokumu olarak düşünün. “Bilinen bir görevi yok öyleyse bu körelmiş bir organdır. Eski atalarımızda işlevleri vardı ama şimdi evrim sürecinde işlevlerini kaybetti. Dolayısıyla bu hem evrimin delili olarak ortada durur hem de bu: körelmiş bir organdır.” diye ifadeleri vardı. Böyle yüze yakın organ saydılar. Britannica ansiklopedisinde yüze yakın organ “Körelmiştir.” diye tasnif edilmişti. Fakat bu organların görevleri sonradan anlaşıldı.
Mesela bademciklerin lenf düğümleri olduğu dolayısıyla bağışıklık sistemi için çok önemli görevleri olduğu veya bir apandisin iki tane çok temel görevi olduğu bugün gün gibi ortadadır. Hem B lenfosit üretiyor, bağışıklık sistemine destek oluyor, hem de bağırsağımızda bir bakteri florası var. Bu mikrobiyotanın depoculuk görevini yapıyor.
Mesela herhangi bir antibiyotik kullanımında bakteri florası zarar gördüğünde buradan bakteriler tekrar geliyor ve bağırsak mayalanıyor. Mayalanıyor ve orada ihtiyaç olan bakteriler tekrardan florada toparlanmış oluyor. Böyle çok kritik ve önemli görevleri var. Fakat vakti zamanında bu görevler anlaşılamadığı için görememe, anlayamama, tanısını koyamama, tespit edememe gibi boşluklar üzerine inşa edilmiş.
Mesela körelmiş bir organa baktığımızda bunun tamamen boşluklar üzerine inşa edildiğini görüyoruz. Epifiz bez, pineal bezinin ne işe yaradığı o gün anlaşılamamış. Bakmışlar, hiçbir şeye yaramıyor. Herhangi bir fonksiyonu yok gibi görünüyor. Tabii o gün işe yaramadığının tespitini neye göre yapıyorlar? Herhangi bir tespit yapmadıkları için diyorlar ki, “Biz bir şey göremiyoruz. Biz göremiyorsak bir şeye yaramıyordur.” Ne kadar kör bir bakış… Çünkü o gün o organın ne ürettiğini tespit edecek bir cihaz yok, yeterli bilgi yok.
Fakat daha sonradan gelişen cihazlar, analitik kimyanın gelişmesi ile beraber pineal bezin melatonin hormonunu ürettiği ve melatonin hormonunun bugün hem insanın vücudundaki oluşan toksinleri yok etmede özellikle radikal bileşikleri yok etmede, kanseri önlemede, moleküler hastalıkları önlemede görevi olduğu, uyku düzenini sağlaması gibi çok ciddi görevleri olduğu bugün biliniyor. Ama o gün ne ürettiği bilinmediği için -tanı ve tespit boşluğu dedik ya- “Bir şeye yaramıyordur.” diye bir tespit yapılmış.
Peki, bu yaklaşım bilimsel mi yoksa cehaletin sonucu mu?
Yapılan bu tespit, aslında bilimsel bir tespit değil; tamamen insanın acizliğinden, cehaletinden kaynaklanan yine cehaletin kibirle buluşmasıyla ortaya çıkan garip bir örüntü. İnsan normalde bilimsel olarak şöyle demesi lazım: “Biz bugün bunu tespit edemedik ama yarın bilim gelişirse bu çok iyi tespit edilebilir. Fevkalade görevleri olduğu anlaşılabilir. Bugün bizim bunu anlayamıyor olmamız onun işlevsiz olduğunu göstermez.” demesi lazım. Bilimsel ahlak bunu gerektirir. Evrim gibi ideolojik bir saplantıya düştüğünde insan bilimsel ahlakın da dışına çıkarak illa bir hüküm vermeye çalışıyor. Ve “Biz tespit edemiyorsak yoktur.” gibi hem cehaletini hem de kibrini birleştiren bir tanım ortaya koyuyor.
Sadece bir örnek üzerinden anlatıyoruz ama evrimin iddia ettiği bütün noktalar bir boşluğa dayanıyor. Herhangi bir dolu bir bilgiye, veriye dayanan hiçbir temel delili yoktur. Evrim, tamamen boşluklar üzerine inşa edilmiş. Benim tespit edebildiğim 10 boşluk var. Onlardan bir tanesi bu: tanı ve tespit boşluğu.
İkinci boşluğa bakacak olursak, evrimin yararlandığı mantıksal boşluklar var. Evrimde çok ciddi anlamda bir indirgemeci yaklaşım söz konusudur. Olaylara bütüncül olarak bakamıyor ve indirgemeci bir yaklaşıma sahip. Bu aslında olayların mantığında, mantıksal kurgusunda ciddi boşluklar olduğu için ortaya çıkan bir durum. Ve insanların çoğunluğu olayların mantığına tamamen vakıf olamayacağını da bildikleri için bu mantıksal boşluklardan ciddi anlamda yararlanıyorlar, faydalanıyorlar.
Mesela şöyle örneklendirelim. Evrimin bilimsel olmadığının en önemli belirtilerinden birisi, bilimin sekiz tane özelliği var. Bunlardan birincisi, bilim olgusaldır. Ne demek? Hayali değil, tespit edilebilen, deneyimlenebilen şeyler bilimin konusu olabilir. Tespit edilemeyen, deneyimlenemeyen, gözlemlenemeyen şeyler bilimin konusu değildir.
Evrimin iddia ettiği şeylerin çok büyük bir kısmı olgusal değil, hayalidir. Mesela türleşmek diye hayali bir kavram üretmiştir. Günümüzde türleşmeye hiç kimse şahit olamaz, olamamıştır. Türleşme laboratuvarda deneyimlenememiştir ve herhangi bir gözleme de dayanmamaktadır. Dolayısıyla türleşme iddiası yani bir türün başka bir türe dönüşme iddiası aslında mantıksız bir iddiadır. Burada ciddi mantık boşlukları vardır.
Diyelim suda yaşayan bir canlı karada yaşamak zorunda kalacak. Şimdi evrimin bize anlattığı hikâyeye göre “Sular çekildi, hayvan karada yaşamak zorunda kaldı dolayısıyla karaya adapte olmak için kendine yeni organlar geliştirmek zorunda kaldı ve geliştirdi.” diye bir iddiası var. Peki, bu iddia olgusal bir iddia mı? Herhangi bir delili var mı bunun? Delili yok. Laboratuvarda böyle bir deney yapılmış mı? Yani canlının yaşadığı ortamdan suyun yavaş yavaş uzaklaştırılması ve hayvanın ona uyum sağlaması bir deney yoluyla mı ya da bir veri ile mi böyle bir karara varılmış? Hayır. Bir deneye, bir veriye dayanmıyor. Tamamen geçmişte böyle olmuş, olabilir diye bir hayale dayanıyor.
Fakat bu hayal, mantıksal örgüsü boş olan bir hayaldir. Çünkü bir canlının sucul ortamdan karasal yaşama adapte olabilmesi için ciddi organlara ihtiyacı vardır. Diyelim ki bu hayvanın eskiden yüzgeci vardı. Bunun yerine yürüyecekse ayak, uçacaksa kanat lazım. Solungaç yerine akciğer lazım veya karada yaşamak için o karaya uygun bir donanım lazım.
Şimdi bu hayvana bir akciğer dokusunun verilmesi, üretilmesi ya da kendisinin üretmesi lazım. Peki, bu nereden elde edilebilir? Hayvan kendine akciğer dokusunu nasıl üretebilir? Bunun öncelikle bir genetik koda ihtiyacı var. Akciğer dediğimiz organ özel dokulardan oluşmuş. Bu dokular da hücrelerden oluşmuş. Bu hücreler de genetik olarak kodlanmış. Hücrede binlerce çeşit malzeme var ve bu malzemelerin hepsinin yapıları, şekilleri, vazifeleri kodlanmış durumda.
Bu canlıya çok ciddi anlamda bir bilgi lazım. Bir akciğer gibi dokuyu canlının kendine kazandırabilmesi için en az 10 milyon genetik karakterden oluşmuş bir gen paketine ihtiyacı var. Şimdi bu gen paketini canlı kendine dokuyabilir mi? Veya canlı bunu çevreden mutasyonlarla elde edebilir mi?
Evrimci görüş diyor ki mutasyonlarla olabilir diyor. Peki, gerçekten mutasyonlarla olur mu? Bu iddia olgusal mı? Tabii, burada imkân dediğimiz şeyi anlamak için biraz mantık bilmek gerekiyor. Böyle bir olaya “olabilir” demek mantık bilmemekten kaynaklanır.
Mantık ilminde imkânın çeşitleri var. Mesela imkânın bir çeşidi imkân-ı vehmidir. Bir çeşidi imkân-ı zihnidir. Mesela imkân-ı vehmiye örnek verelim. Şu anda Büyük Okyanus batmış olabilir. Böyle bir ihtimal var mı? Ben desem ki “Bak işte bu ihtimal gerçekleşti. Büyük Okyanus yok oldu.” buna kimse inanmaz. Niye? Çünkü böyle bir imkân vehmi bir imkândır. Buna ihtimal verebilmek için mutlaka bir işaret, bir delil, bir emare gerekiyor. Bir emare olmadan kimse buna bir kıymet vermez.
Vehmen her olabilen şeye “Olmuştur.” denemez. Mutlaka ona bir alamet, bir işaret lazım. Mesela Büyük Okyanus’un altında Büyük Okyanus’tan çok daha büyük bir delik, kara delik gibi bir delik olsa ve bunun da açılma riski olsa, bu bilimsel olarak gözlemlenmiş olsa, belli bir tarihte bu açılacak gibi bir ihtimal olsa, ha o zaman “Acaba?” dersin. Görmeden inanmazsın ama böyle bir ihtimali var, bak sonuçta bunu destekleyecek parametreler var denilse ona bir ihtimal verebilirsin. Böyle bir emare, bir işaret yoksa böyle bir iddiaya güler geçersin.
Dolayısıyla da her ihtimal kuvvetli ihtimal değildir, “olabilir” denmez. Bir de imkân-ı zihni vardır. Mesela yarın yağmur yağabilir mi? Yağabilir. Çünkü bunun mümkün olduğu, tabiatta buna çok fazlaca rastlanır. Çok da örnekleri vardır. Dolayısıyla böyle bir şey olabilir. Yarın yağmur yağabilir diyen insana inanabilirsin. “Olmuştur.” demezsin ama “Evet olabilir.” dersin. Fakat yarın Büyük Okyanus batacak diyen adama aynı derecede inanmazsın. Bir işaret, bir emare beklersin.
Şimdi mutasyonların bir canlıya karakter kazandırması, organ kazandırması imkân-ı vehmidir. Böyle bir ihtimal imkân-ı vehmidir. Neden imkân-ı vehmidir? Çünkü mutasyon dediğimiz şey, var olan bir şeyin bozulmasını ifade eden bir tablodur. Genelde değişimleri ifade eden ama biz biyokimyada mutasyonları genelde bozulma olarak görüyoruz. Yüzde 99,9 bozulma olarak görüyoruz.
Şimdi akciğer gibi bir organ mevcut genin bozulması ile ortaya çıkabilecek bir organ mıdır? Onu soralım önce. Şimdi mantıksal örgüyü oluşturalım. Birinci sorumuz bu olsun. Akciğer gibi bir organ, mevcut solungacın bozulmasıyla ortaya çıkabilir mi? Akciğerde olan hücre tipleri solungaçta var mı mesela? Araştırmamız lazım. Bunun mantıksal kurgusunu yapmamız lazım. Bunlar birbirine benziyor mu? Genetik olarak birbirine yakın mı? Çok küçük mutasyonlarla bir dönüşüm olabilir mi?
Öncelikle biz bunun iki dokunun da genetik haritasını çıkarmamız lazım. Genetik haritasını çıkaracağız. Böyle bir harita üzerine konuşulursa mesela denilse ki, “Bak şuradaki birkaç nükleotidin değişmesiyle solungaç kodlayan gen bölgesi artık akciğeri kodlayabilir.” gibi bir tablo üzerinden anlatılırsa mantıksal olur.
Fakat böyle bir anlatım söz konusu değil bu bir, ikincisi, gerçekte bilim rasyonalisttir, realisttir. Gerçekte böyle bir durum da yok. Akciğerin genetik tasarımıyla solungacın genetik tasarımı birbirinden çok ciddi anlamda farklıdır. Dolayısıyla canlıya akciğer gibi bir doku kazandırabilmek için özel gen tasarımlarına ihtiyaç var. Belli gen paketlerinin tasarlanmış, kodlanmış ve yerleştirilmiş olması gerekiyor. Bir düzene göre oluşturulmuş olması gerekiyor.
Diyor ki, “Bu tesadüfen olabilir, rastgele olabilir.” burada ciddi anlamda bir mantık problemi var. Tesadüfen olabilir mi? Diyor ki, “Evrimin zamanı çok geniş, milyarlarca yıl var. Bu milyarlarca yılda neden olmasın?” aynı şekilde imkân-ı vehmi kısmına giriyor.
Şimdi biz bu insanlara diyoruz ki; böyle vehme gerek yok, hayale gerek yok. Matematik diye bir bilim var. Oktay Sinanoğlu hocamızın çok güzel bir tespiti vardır. Diyor ki: “Bilimin dili matematiktir.” Eğer bir şeye bilimseldir diyorsan, mutlaka matematiksel olması gerekiyor. Hatta bilimin 8. özelliği ölçülebilir olmaktır. Bilimsel iddialar ölçülebilirdir.
Şimdi bakalım gerçekten akciğer genlerini kodlayan bölge tesadüfen rastgele ortaya çıkabilir mi? Bu ölçülebilir bir durum mudur? Ölçülebilir bir şeyse o zaman tamam, belki bir ihtimal var. Olmuş da olabilir diye düşünebiliriz. Fakat şimdi biz böyle bir hesap yaptığımızda, canlıların genomlarında dört farklı nükleotit kullanılıyor: Adenin, guanin, sitozin ve timin olmak üzere. DNA’sında dört farklı harf kullanılıyor.
Akciğer gibi bir dokuyu daha doğrusu organı kodlayan gen bölgesi, milyonlarca harften oluşuyor, 10 milyonlarca harften oluşuyor. Biz bunun en azını kabul edelim, 10 milyon harf alalım. Şimdi 4 üzeri 10 milyonluk bir ihtimalden bahsediyoruz. Dört farklı harf var, 10 milyon karakter var. Dolayısıyla da akciğeri kodlayan genin rastgele ortaya çıkma ihtimali 4 üzeri 10 milyondur.
Bunu onlu rakama çevirdiğimizde belki 10 üzeri 6-7 milyon gibi bir rakama tekabül ediyor. Bu o kadar ciddi bir sayı ki… Matematikçilerin kabul ettiği bir kural vardır: 10 üzeri 50’nin üstündeki ihtimaller geçersizdir, imkânsız kabul edilir. Niye? Çünkü 10 üzeri 50’nin üstündeki ihtimallerin gerçekleşebilmesi için yeterli zamana sahip değil evren.
Evrenin, kâinatın en başından yani big bang’tan günümüze kadar geçen toplam saniye sayısı ne kadardır? 10 üzeri 18 saniye geçmiştir en fazla. Evrenin bütün ömrünü 100 milyar yıl kabul etsen -biz hesapladık bunu- 10 üzeri 18 saniye geçmiştir ta başından şu ana kadar.
10 üzeri 50 / 10 üzeri 18 saniyede 10 üzeri 32’lik bir dönüşümün olması lazım. Ve böyle bir dönüşüm de mümkün değil. Dolayısıyla ne mekân boyutuna, ne de madde boyutuna sığmıyor. O yüzden 10 üzeri 50’nin üstündeki ihtimaller geçersiz kabul ediliyor. Bizim bahsettiğimiz ihtimal 10 üzeri 6-7 milyon gibi bir ihtimal. Bakın 10 üzeri 50’nin üstünü imkânsız diyen matematikçi 10 üzeri 6-7 milyona ne der artık?
Dolayısıyla da bu vehmi olan o durumu matematiğe döktüğümüz zaman imkânsız bir duruma dönüşüyor. Hayallerimizde mümkün gibi görünen bu tablo gerçeklerle, matematiklerle değerlendirildiğinde imkânsız gibi bir tablo ortaya çıkıyor. O yüzden evrimci iddiaları ciddi anlamda mantıksal boşluklara dayanıyor.
Yani evrimciler bu iddiaları kabul ederken mantığı bir kenara mı bırakıyor sizce?
Bir insanın evrimi kabul edebilmesi için “Böyle olmuştur.” diyebilmesi için mantığını bir kenara bırakması gerekiyor. Mesela iddialarından birisi olan türleşme veya o türleşmenin alt basamaklarından birisi olan canlıların kendine yeni karakter kazandırması, yeni dokular, yeni organlar kazanması gibi bir tabloyu kabul edebilmesi için bir insanın mantığını bir kenara bırakması gerekiyor.
Mantığını bir kenara bırakmadan, matematiği kovmadan böyle ihtimallere “mümkün” diyemezsiniz. Matematiği bir kenara bırakacaksınız. Mantığı bir kenara bırakacaksınız. Niye mantığı bir kenara bırakacaksın? Çünkü %99.9 bozucu etkisi olan mutasyonun düzeltici bir neticesini bekliyorsunuz. Normalde bozan bir şeyin düzelttiğini iddia ediyorsunuz. Böyle bir şey ancak mantığı bir kenara bırakmakla mümkün olabilir.
“Mümkün değil mi kardeşim, olasılığı yok mu? Belki de öyle olmuştur. Nereden biliyorsun?” diyen adama da diyoruz ki “Matematik diye bir şey var. Böyle hayale kaçmaya gerek yok. Bunu bilimin dili olan matematik ile değerlendirelim.” O zaman baktığımızda matematik de imkânsız bir ihtimal ortaya çıkıyor. O yüzden burada çok ciddi mantıksal boşluklar kullanılıyor. Bu da evrimin yararlandığı ikinci boşluktur.
Evrimin dayandığı bir diğer boşluk: Bilimsel gelişmelerdeki boşluklar. Evrimci iddialar bilimin gelişmesiyle beraber her zaman yalanlanmıştır. Evrim, bilim gelişince doğrulanacak, ispatlanacak sanılıyordu. “Şu anda ispat edemiyoruz, şu anda gösteremiyoruz, şu anda deney yapamıyoruz ama bilim gelişirse evrim gerçekleşmiş olacak.” gibi bir iddiaları vardı. Fakat olay tam tersine gelişti. Bilimin gelişmesi evrimdeki boşlukları ortaya çıkardı.
Mesela en basitinden bahsedelim. Evrimin abiyogenez diye bir teorisi vardı. Yani cansız maddelerin canlıya dönüşümü. Şimdi bu evrim meselesi yeni bir mesele değil, Darwin’le beraber ortaya çıkmış bir mesele değil. Ta insanın en pagan dönemlerinde bile mevcut olan, belki de kökeni pagan kültürlerden alan bir görüş aslında. Ama tabii Yunan felsefesi ile beraber iyice şekillenmiş ve Yunan mitlerinde gelişmiş olan bir teoriden bahsediyoruz.
Abiyogenez teorisi şunu diyor: O gün insanlar bakıyorlar tahılların, bakliyatların kurtlandığını, böceklendiğini, kelebeklendiğini görüyorlar. Yazın evde fasulye unutmuş ya da bakliyat unutmuş herkes gözlemlemiştir. Bir açıyorsunuz kelebekler uçmaya başlıyor. O gün insanlar, herhangi bir mikroskop olmadığı için demişler ki “Demek ki bu buğday taneleri, arpa taneleri, fasulye taneleri, nohut taneleri hayvana dönüşüyor, bitki hayvana dönüşüyor.” Bu onların o günkü gözlemine dayanıyor. “Ha demek ki ilk hayvanlar böyle oluştu” demişler.
Bu görüş ilginçtir, 2000 yıla yakın insanlıkta kabul görmüş. Peki, ne zamana kadar? Mikroskobun keşfine kadar. Mikroskop keşfedildiğinde anlaşılmış ki buğday doğrudan kurda dönüşmüyor. Böcekler yumurtalarını, larvalarını bu tahılların üstüne bırakıyorlar; -tabii ciddi bir besin kaynağı- o yumurtalar da uygun şartlar oluştuğunda kelebek olarak çıkıyorlar.
Yumurtayı keşfedene kadar doğrudan buğdayın dönüştüğünü düşünüyorlardı. Bakın bilim gelişti, mikroskobu geliştirdi. Mikroskobun gelişmesi evrimin en büyük iddiası olan, abiyogenez: Cansızın canlıya doğrudan dönüşüm iddiasını ortadan kaldırdı. İlk bilimdeki gelişme, Pasteur deneyleri vs. bu iddiayı çok ciddi anlamda sarstı, ortadan kaldırdı ve artık insanlar bundan bahsetmekten utanır hale geldi.
Yine mesela Lamarck’ın çeşitli gözlemleri vardı. Zürafanın boynunun uzamasını, yukarıdaki dallara ulaşmak için boynunu uzattığını, somatik hücrelerdeki değişimin nesilden nesile aktarıldığını iddia ediyordu. Daha sonra, bilimdeki gelişmeler hücrelerin iki tip olduğunu - eşey hücre ve somatik hücre olarak iki tip olduğunu - dolayısıyla da bir canlıdan canlıya aktarılabilecek değişimin ancak eşey hücrelerinde olan değişimler olması gerektiği anlaşıldı. Dolayısıyla o zamanlar teori gibi görünen şeyler hipotez seviyesine indi ve bugün evrimciler bile Lamarck’tan bahsetmeye utanır hale geldi.
Yine Darwin’in bahsettiği farklı canlı türlerinin çiftleşmesiyle yeni türlerin ortaya çıkabileceği iddiası, genetik biliminin, tür genetiğinin anlaşılmasıyla beraber bir hezeyan olduğu ortaya çıktı. Bunun gibi o kadar çok örneği var ki. Mesela evrim ağacının çelişkili bir şey olduğu, filogenetik ağacın tek bir orijinden canlıların türleşmediği, çoklu orijinlerin olduğu gibi birçok evrimin iddiasını bilimsel gelişmeler ortaya çıkardıkça aslında komik duruma, gülünç duruma düşürdü.
Demek ki evrimciler bilimin gelişmemiş halinden yararlanarak teorilerini besliyorlar. Ve bunun üzerine insanları ikna ediyorlar. Belki duymuşsunuzdur, onlar diyorlar ki “Bak siz böyle inanıyorsunuz ama bilim gelişince sizin inancınıza ihtiyaç kalmayacak.” tam tersi, bilim geliştikçe onların inandığı o evrim görüşü geçerliliğini yitirdi.
Darwin zamanında genetik bilgi henüz keşfedilmemişti. DNA vs. bilinmiyordu. Her şeyin protein üzerine geliştiğini iddia ediyordu. Önce rastgele bir protein açığa çıktı, sonra bu proteinin dönüşümü ile hücreler çoğalarak işte canlıları bu şekilde bir evrim ağacı çizmişti deniyordu. Fakat sonra gelişen genetik bilimi yani DNA’nın keşfi bunu tam tersine çevirdi.
Bunun gibi o kadar çok bilimsel mesele var ki, evrimcilerin iddialarını ters yüz etmiştir. Evrimciler tamamen bilimdeki boşlukları kullanarak iddialarını insanlara kabul ettiriyorlar. Fakat bilim geliştikçe anlaşılıyor ki bu iddia bir hezeyandan ibaretmiş.
Dördüncü boşluk: Epistemolojik boşluk. Ayrıca gözlemsel boşluklar, tanım boşluğu, konu hakkında bilgi boşluğu, kavramsal boşluklar, tanrısal boşluk, matematiksel, zamansal boşluklar gibi daha çok boşluklar var.
Bu kadar delil ve karşı deliller varken yaratılış açısından güçlü deliller mevcutken evrimciler neden inatla evrimi savunuyorlar?
Richard Dawkins diyor ki: “Darwin’den önce bir insan entelektüel bir ateist olamazdı.” yani ateist olmasını açıklayamazdı doğru düzgün. Ateistliğini iddia edebilirdi ama bu inadi bir şey olurdu. Mantıklı bir kurgusu olamazdı. O kişi entelektüel olarak ortada dolaşamazdı. Darwin entelektüel ateizme zemin hazırlamıştır.
Bir insan eğer Allah’ı inkâr etmek istiyorsa ona şöyle bir şey lazım. Sonuçta ortada bir sanat var, tasarım var. Tasarım ürünü olan bir evrenin içerisinde yaşıyorsun. Kendin de bir tasarım ürünüsün. Nereye baksan her yerde bir plan, bir program, bir yazılım, bir tasarım görünüyor çok açık bir şekilde.
Ya “Düzen yok, hiçbir şey yok.” diyeceksin aklını, vicdanını, her şeyi bir kenara bırakıp inkâr edeceksin ya da eğer akıllı bir insansan ve bunu görüyorsan, şimdi bir tasarımcı olmadan bu tasarım ürünleri nasıl açığa çıktı? Bir sanatkâr olmadan bu sanat ürünleri nasıl oluştu? Buna bir kılıf uydurman lazım.
Tasarımı görüp tasarımcıyı inkâr etmek, sanatı görüp sanatkârı inkâr etmek vicdanın kabul edebileceği bir şey değil. Vicdanını örtecek, perdeleyecek bir perdeye ihtiyacın var. İşte evrim buna imkân vermiştir. Evrim varlıkları bir tasarımcı olmadan ya da bir gaye olmadan anlatabilen en iyi hipotezlerden birisidir. O yüzden buna çok ciddi sarılıyorlar.
Evrim olmasa, evrimsel anlatı olmasa hiç kimse ateistliğini vicdanını rahat bir şekilde benimseyemez. Evrim onlara çok güzel bir kamuflaj alanı sunuyor ve bunu çok iyi kullanıyorlar. Fakat onun da derinini incelediğimizde ciddi anlamda boşluklar olduğunu az önce ifade ettim.
İnsan bir şeye uzaktan bakınca algı aklın önüne geçebilir. Mesela siz bir dağa uzaktan baksanız dağın üstündeki ayın dağla birleştiğini, dağa çıktığınızda aya dokunabileceğinizi düşünebilirsiniz. Fakat aklınızı kullansanız ay ile dağ arasında binlerce kilometrelik mesafe olduğunu, bunun bir yanılsamadan ibaret olduğunu anlarsınız.
Ya da mesela elinizi güneşe doğru tutun. Eliniz güneşte daha büyük görünür. Fakat aklınızı kullanırsanız aklınız bilir ki güneş elden daha büyüktür. Şimdi gözün gördüğü bir algıyla her şeye doğru demek aklı kullanmamaktan ortaya çıkacak bir durumdur. Dolayısıyla bu insanlar bu algılara çok ciddi anlamda katılıyorlar. Çünkü böyle bir şey olsun istiyorlar. Allah’ın olmamasını istiyorlar. Ona emir veren, hükmeden, her şeyi dizayn eden bir Rabbin olmasını istemiyor zaten. Bu kez Allah’a karşı bir arayış içine giriyor işte bu noktada evrim onların en güzel kılıfı oluyor. Darwin’in hayatına baktığımızda aslında Darwin’in çıkış noktasının teorisi olduğunu görüyoruz. Darwin, genç yaşta hastalıktan kızını kaybediyor. Eskiden inançlı olan o insan, sorgulamaya başlıyor ve “Allah varsa ve iyiyse bunu bana neden yaptı?” diyor. Bu sorgulamaları onu ciddi anlamda bir araştırmaya götürüyor. İşte Darwin’in evrim teorisinin ilk başlangıç noktası burasıdır. Yani kötülük problemini evrene karışmayan bir tanrı inancıyla deistlik bir yapıyla çözmeye çalışıyor, evrimi de buna bir kılıf olarak uyduruyor.
Dolayısıyla teorinin çıkış noktası psikolojik bir temele dayanıyor. Evrim teorisi bilimsel bir itirazdan daha çok psikolojik bir itirazdır. Bunları iyice irdelemek lazım.
Genelde böyle insanların hayatlarına baktığımızda ciddi anlamda böyle yüzleşmeler ve -hâşâ- Allah’a kafa tutmalar görülüyor. Zaten bunlar teşne oldukları için algıyı gerçek gibi görebiliyorlar. Mesela şöyle düşünün -üniversitede okuyan herkes bilir- bir sınav var ve siz o sınava çalışmadıysanız, o anda size birisi dese ki; “Sınav iptal edilmiş.” buna hemen inanırsınız çünkü böyle bir şey olmasını istiyorsunuz. O anda o bilgi size çok gerçekçi gelecektir.
İnsanların hayatlarında yaşadığı bazı imtihanlar onları o noktaya getirebiliyor. Zaten böyle bir tanrının olmasını istemedikleri için işte böyle kendilerince küçük bir bahane buluyor ve hemen ona yapışabiliyorlar. Hâlbuki yapıştığı şeyin ne kadar çürük bir şey olduğu ortada.
Bilimin kendi verilerince biraz derinine indiğimizde, biraz mantıklı düşündüğümüzde evrimin bilimin özelliklerini kullanarak bilime aykırı bir teori olduğunu göreceğiz. Fakat o anda onlara öyle görünmüyor. Hani derler ya denize düşen yılana sarılırmış. Yokluğa düşen, tanrı tanımazlığa düşen evrime sarılıyor.