Örnek ve Önder İhtiyacı / Doç. Dr Adem Ergül

 

Rabbani terbiye sisteminde, Allah Teâlâ’nın kendisini elçi olarak seçtiği peygamberler, merkezî bir role sahiptirler. Onlar, Allah adına beşeriyeti bilgilendiren, yönlendiren, terbiye ve tezkiye eden (arındırıp geliştiren) müstesna örnekler ve önderlerdir. Onların örnekliği ve önderliği, kendi arzularıyla ortaya çıkmak suretiyle değil, Allah tarafından seçilme, terbiye edilme, yetiştirilme, vazifelendirilme ve beşeriyete takdim edilme şeklindedir. Bu itibarla Allah’ın istediği ve razı olduğu şahsiyet kalitesine yükselebilmek, -çok özel istisnalar hariç- bu örneklik ve önderlik olmadan mümkün değildir.

Tarih boyunca insanların peygamberlere bakış açısı, kendi terbiyelerinin sonuçları bakımından belirleyici olmuştur. Kimileri böyle bir örnekliği ve önderliği daha başından kabul etmemişler ve kendi nefislerinin arzuları içinde bir hayat sürmeyi tercih etmişlerdir. Böyleleri hakkında Kur’ân-ı Kerim “en sapık kimseler tespitini’’ yapmıştır. Zira nefis (insanın özbenliği), İlâhî rahmetten nasip almayacak olursa, insana var gücüyle kötülüğü emreden bir yapıda yaratılmıştır. Kendi hayatında Peygamber’i devre dışı bırakmak demek, Allah Teâlâ’nın beşeriyeti hamlıktan kurtaracak mesajlarından ve uzman terbiyecilerin rehberliğinden mahrumiyet demektir. Zira peygamberlere yüklenilen misyon hem İlâhî mesajları tebliğ hem de terbiyedir. Nitekim bu büyük nimete âyet-i kerimede şöyle dikkat çekilir:

“Andolsun, Allah, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitab ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmrân, 3/164)

Kimileri de peygamberi sadece İlâhî mesajları tebliğle görevli kabul edip, onun terbiye/tezkiye yönüne ehemmiyet vermemişlerdir. Böyleleri de Allah’ın razı olacağı bir şahsiyet kalitesine yükselemeyecektir. Zira Kur’ân’ın mesajlarının doğru anlaşılmasında, hayata intikalinde ve nasıl yaşanacağının gösterilmesinde, Peygamber’in örnekliğine ve önderliğine ihtiyaç zaruridir. Bugün bazı kimselerin çıkıp bize Kur’an yeter, diyerek Peygamber’e karşı müstağni duruş sergilemesi, hem cehaletlerinin ilanı hem de mahrûmiyetlerinin nişanı gibidir. Zira kulluğun ve insaniyet kalitesinin muallim ve üstadı olan peygamberle buluşmamak, ancak o kişinin mahrumiyeti ya da cehaleti ile izah edilebilecektir.

İnsanın bir şeyi öğrenmesi, benimsemesi ve nihayet yaşaması, çoğu zaman taklitle başlar ve zamanla tahkike (işin hakikatine) erişir. Örneğini ve önderliğini görüp hissetmediği ahlâk ve davranışların, kişiliğe giydirilmesi ve hazmettirilmesi oldukça zordur. İşte peygamberlerin en önemli fonksiyonlarından biri de bu alanda devreye girmektedir. Onlar Rablerinin hususi terbiyesine mazhar olduklarından, terbiye ve şahsiyet bakımından en yüksek kalitenin temsilcileri olmuşlardır. Nitekim Resûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve selem- Efendimiz’i müminlere takdim ederken Rabbimiz şöyle buyurur:

“Andolsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb, 33/21)

Rabbâni terbiyede sünnetullah (Allahın genel kanunu) diye ifade edebileceğimiz temel esaslardan biri de şudur ki: İşlenmemiş ve terbiye görmemiş ham insanı, kâmil yani olgun insan kıvamına eriştirmek için bir insan-ı kâmile ihtiyaç vardır. Zira Yüce Allah, genel bir kanunu olarak insanı insanla eğitmekte ve yüceltmektedir.

İslam kültüründe mutlak mânâda “insân-ı kâmil’’ denilince Fahr-i Kâinât olan Peygamberimiz kastedilir. Ona yakınlık ve onunla bütünleşme ölçüsünde, gerçek âlim ve âriflere de “insân-ı kâmil” denilebilir.

İşte şahsiyetini kemâle erdirmek isteyen kimselerin, bu kemâl ufkuna yakınlaşmak ve onun şahsiyetinden kendi şahsiyetine transfer gerçekleştirmek için güçlü bir ülfet ve muhabbete ihtiyaçları vardır. Zira benzeşmek ve olgunlaşmak, sadece zâhirde (dış şekilde) gerçekleşirse, bu gerçek anlamda bütünleşme demek değildir. Bâtında da yani fikir ve gönül dünyasında da aynîleşme yolunda mesafe kat etmek gerekmektedir. Bu ise muhabbete dayalı bir ülfet neticesinde oluşabilecektir. Nitekim hadis-i şeriflerde, bir kimsenin, Allah Resûlü’nü canından bile fazla sevmedikçe gerçek bir mümin kıvamına ulaşamayacağına işâret edilmiştir.

Şahsiyetler arası aynîleşme sürecinin hızlı ve sıhhatli bir şekilde gerçekleşmesinde muhabbetin olmazsa olmaz bir tesiri olduğu muhakkaktır. Birbirini cân-ı gönülden seven iki kimsenin zamanla fizik yapılarında bile bir benzerlik oluştuğu çok rastlanan bir durumdur. İşte bu sebepledir ki şahsiyet eğitim mektepleri diyebileceğimiz sûfî tarikatlarda, mürid ile mürşid arasındaki muhabbet rabıtasına büyük ehemmiyet verilmiş ve bu hâl gerçekleşmeden in’ikas ve insibağ diye ifade ettikleri şahsiyet aktarımının tam olarak gerçekleşemeyeceği üzerinde durulmuştur.

Esasen tasavvufî eğitimin temelini, Allah Resûlü’nün ilmine, hâline ve duygularına vâris olan bir mürşid-i kâmil vasıtasıyla, gerçek insân-ı kâmil olan Fahr-i Kâinât -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin hâliyle hallenmek oluşturur. Bu yönüyle mürşidler, bir anlamda ham insan ile kâmil insan arasında bir köprü vazifesi görmektedirler.

Netice olarak, İlâhi bir terbiye sürecinde yüksek bir şahsiyet kıvamına ve Allah katında şerefli bir makama nail olmak için, Allah Resûlü hakkında sıhhatli bir bakış açısına sahip olmak ve dahası onunla tam bir ülfet peyda etmek zaruridir. Terbiye sürecinde Allah Resûlü’ne yolu uğramayan kimsenin, kemâl/olgunluk ufuklarına kanat açması asla düşünülemeyecektir.

İnsanın bu eğitim kaynağından gereği gibi istifade edememesinin temelinde Allah elçilerini ve onların hakiki vârislerini kendisi gibi sıradan bir beşer görmesidir. Kur’ân-ı Kerim bu bakış açısına sık sık dikkat çeker.

“Bizi bir beşer/insan mı doğru yola iletecekmiş?” (Teğâbün, 64/6)

“Sizin bizden ne farkınız var ki? İşte siz de bizim gibi bir insansınız!” (İbrahim, 14/10)

“Allah, bir beşeri peygamber olarak gönderdi, öyle mi?” (İsrâ, 17/94)

“(Ey insanlar!) Bu (peygamber olduğunu söyleyen) kişi, ancak sizin gibi bir beşerdir. Esasen size üstünlük taslamak istiyor. Eğer Allah böyle bir şey dileseydi bir melek gönderirdi.” (Mü’minûn, 23/ 24)

“Bu, nasıl peygamber? (Bizim gibi) yemek yiyor, çarşılarda yürüyor! Ona bir melek indirilip de (bu suretle) beraberinde (kendisini tasdik eden) bir uyarıcı bulunmalı değil miydi?” (Furkan, 25/7)

“Andolsun, kendiniz gibi bir beşere itaat ederseniz mutlaka ziyana uğrarsınız.” (Mü’minûn, 23/34)

İnsanlık tarihi boyunca peygamberlere karşı çıkan inkârcı zihniyetlerin ortak gerekçesi, -yukarıdaki âyetlerde de açıkça görüldüğü gibi- “Bizi bir beşer mi hidâyete erdirecekmiş!” düşüncesi olmuştur. Beşeriyeti, İlâhî mesajdan mahrum bırakan bu duruş, zamanla insanı kendi nefsinin putperesti olmaya mahkûm etmiştir.

Dün peygamberlere karşı gösterilen bu tavır, bugün de onların mirasçıları diyebileceğimiz Rabbânî âlimlere karşı aynen devam etmekte ve insanoğlu bu gerekçenin arkasına sığınıp kendini hikmet ve irfanî bilgiye kapatmaktadır. Hz. Mevlânâ, herkesi kendine kıyas ederek kendini başkalarına karşı kilitleyen kimselerin aldanmışlığını şöyle ifade eder:

“O gafiller şekle aldandılar da peygamberlerle eşitlik davasına kalkıştılar. Velileri de kendileri gibi sandılar.”

“İşte, biz de insanız, onlar da insan. Biz de yemeye içmeye ve uyumaya mecburuz, onlar da.” dediler.

“Körlükleri yüzünden, aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilemediler.

Her iki çeşit arı bir yerden gıdalandıkları halde, birinde yalnız iğne bulunur, diğerinde bal vardır.

İki tür kamış da bir dereden su içtikleri halde, birinin içi bomboştur, diğeri şekerle doludur.

Böyle yüz binlerce birbirine benzer şeyler bulunur ki aralarında yetmiş yıllık fark vardır.

Biri yer, yediği posa olarak kendinden ayrılır. Öbürü yer, yediklerinin hepsi İlahî nûr olur.

Şunu iyi bil ki tatlı suyu, acı sudan ayırt edecek kişi, ancak tatma duyusu olan ve onları tadabilen kişidir.”

İlim, irfan, hikmet ve hüner arayan kimse, aradığına kolayca erişebilmesi için öncelikle o işin üstadına erişmek ve onu kendine kılavuz edinmek durumundadır. İlmi âlimden, irfanı âriften, hikmeti hakimden ve hüneri de hüner sahibinden tahsil etmek gerekir.

Şu âlemde nice tecrübeler, keşifler, ilimler, ilhâmlar ve hikmetler vardır ki her birinin ortaya çıktığı mahal yani tecelligâh farklı farklıdır. Hakk’ın her bir kuluna ihsan ve ikramı hususidir. Bu bakımdan herkesi kendine kıyaslamak hem insanı hem insanda tecelli eden sırları hem de Rabbi tanımamak demektir. Nitekim insandan bir peygamber olamayacağını söyleyenlere karşı yüce Rabbimiz buyurur ki:

“Onlar Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Çünkü “Allah, hiç kimseye hiçbir şey indirmedi.” dediler...” (En’âm, 6/91)

Nitekim Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber’e bakışı: “Şu bizim Abdullah’ın yetimi Muhammed” şeklinde olmuş ve ondan hiçbir şekilde istifade edememişlerdir. Ona iman eden mü’minler ise kendisine: “Allah’ın Resûlü Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-” diye hürmetle nazar etmiş ve ona indirilen İlâhî vahiyden gönüllerini kana kana doyurmuşlardır. Netice olarak da kâfirler, inkârlarının karanlığında şaşkın şaşkın dolaşan zavallı mahlûklar olarak kalırken, mü’minler imanlarının aydınlığında kendilerine açılan sayısız ufuklara doğru kanat açan, nurlu kişilikler hâline dönüşmüşlerdir.

İnsanın kabiliyet ve istidat çırası, çoğu zaman bir başka insanla tutuşturulmuştur. İnsanlık tarihi, bunun sayısız misalleri ile doludur. İnsan, çeşitli önyargılarla kendisini kilitlemediği sürece, kendi cinslerinden istifade edeceği çok şey vardır. Bunun gerçekleşebilmesinin en önemli üç şartı ise şunlardır: İstek/hırs, tevazu ve edep.

Rivayete göre Hazreti Musa -aleyhisselâm- Firavun ve ordusunun Kızıldeniz’de Beni İsrâil kavminin gözü önünde boğulmasından sonra kavmini topladı. Onlara çok fasih, beliğ ve heyecanlı vaazlar verdi. Kavmi, Hazreti Musa’nın ilim ve marifetteki derinliğine hayran kaldı. Mest oldu. İçlerinden biri:

“-Ey Allah’ın Peygamberi! Şu yeryüzünde senden daha âlim bir kimse var mı?” dedi.

Hazreti Musa:

“-Böyle bir kimse bilmiyorum.” dedi. O esnada kendisine vahiy gelerek:

“İki denizin birleştiği yerde bir kulum var ki ona has bir ilim (ledünni ilim) vermişimdir. Ümmetinin seçkinlerinden biri ile ona git!” diye buyruldu.

Musa -aleyhisselam- arkadaşı Yûşâ bin Nun -aleyhisselâm- ile acele olarak sefere çıktı.

Musa -aleyhisselam-, kendisine vahiy ile işaret edilen zatı, bir kayanın üzerinde hırkasına bürünmüş olarak gördü ve selam verdi:

“-Ben Musa’yım..” dedi. Hızır da:

“-Demek ki Benî İsrail Peygamberi olan Musa sensin!” dedi.

Musa -aleyhisselam-:

“-Bana Allah tarafından bildirilen insanların en çok bileni sen misin?” diye sordu.

Hızır cevaben:

“- Ya Musa, Allah bana bir ilim vermiştir, o sende yoktur. Sana bir ilim vermiştir, o da bende yoktur.” dedi.

Musa -aleyhisselam-, Hızır -aleyhisselam-’dan bu ilmi tahsil etme arzusunu bildirdi. Zahiren anlaşılması mümkün olmayan, kendisine acâib ve garâibden görülen bazı hakikatlerin hikmetini ondan öğrenecekti. O meşhur yolculuğa çıktılar.

Mevlânâ -kuddise sirruh-, bu hâdiseyi, onun ibret ve hikmet dolu noktalarına dikkat çekerek şu şekilde anlatır:

“Ey kerîm olan kimse! Bu manevî iştiyakı, “Kelîmullah” olan Hazreti Musa’da gör! Bak kelîm olan Musa -aleyhisselam- ne diyor:

Bunca makama sahip olduğum hâlde, kendimde varlık hissetmiyorum. Daha öteler için ruhuma ışık tutacak Hızır’ı arıyorum.

Hakikat ve mârifete ulaşmak için Hızır’ı vesile kılacağım. Bunun için de uzun müddet sefer edeceğim. Tâ ki; ona kavuşayım...

Himmet ve azimet kanatları ile yıllarca uçacağım. Yıllar ne demek, binlerce yıl gitsem, yine Onu arayıp bulacağım. Bu yolculuk, o cevheri bulmaya değmez mi?”

İlim, irfân ve hüner tahsilinde, hırs ve tevazu hasletlerine bir de edep refâkat edecek olursa, artık terakki ve tekâmüle sınır çizmek imkânsız hâle gelir. Edepten kastımız, öncü insana yönelik;

-Hüsn-i zan beslemek,

-Sevgi ve saygı dolu davranışlar sergilemek ve ona karşı

-Teslimiyet göstermektir.

Hulâsa şu âlem, ibret nazarıyla bakıldığında hem sırlarla dolu bir kitâb-ı a’zam hem de büyük bir muallimdir. İstifade etmek için “Her şeyden ve herkesten öğrenilebilecek çok şey var.” diyebilecek derin bir ferasete sahip olmak zaruridir.

Zira Rabbimiz dilerse, herhangi bir kulunu çok daha özel yollarla terbiye edip arındırabilir ve geliştirebilir.