Kur’an’da servet dağılımına geçmeden önce çağdaş iktisadî sistemlerin kısa bir tahlilini yapabilir miyiz?
Bana bu konuda konuşma fırsatı verdiğiniz için teşekkür ediyorum. Öncelikle bu konuda şunu söylememiz icap eder. Dünyada ekonomik alanda yaşanan problemler karşısında uygulama alanı bulan ekonomik sistemlerin zaman zaman yeniden yorumlanmalarına ve yenilenmelerine rağmen çözüm üretmede yetersiz kaldıkları bir gerçektir. Zira mevcut sorunlar (ki, bunlar fakirlik, sömürü, işgal, insan onur ve haysiyetinin hiç edilmesi vb.) halen artarak devam etmektedir. Bu konuda Fernand Braudel haklı olarak; “kapitalizm, tamamen değişirken, sürekli olarak kendinin yerine geçmektedir. Sık sık hastalanır, ama ölmez.” ifadesini kullanırken Rus asıllı Amerikalı ünlü sosyolog Pitirim Alexandrovich Sorokin de Marksizm’i büyük bir eleştiriye tabi tutmakta ve şöyle demektedir: “İnsan toplulukları tarihinin, sınıf mücadeleleri tarihinden ibaret olduğu iddiası, sosyal sınıflar arasında iş birliği bulunmadığı anlamına gelmemektedir. Çünkü sınıf iş birliği, sınıf çatışmasından daha yaygın bir hadise olmuştur. İnsanlığın gelişmesi, sınıf mücadelesi, husumet ve nefretten ziyade, işbirliği ve tesanüte tabi olmuştur. Tarihte sınıf mücadelelerinden başka, ırk, milliyet, din ve devlet mücadeleleri görülmüştür.” Ayrıca dünya, sınıflar arası mücadele ile birlikte, sınıf içi menfaat çatışmalarına da şahit olmuştur. Mesela Keynes, rantiyelerle (hiç çalışmadan, üretici hiçbir iş yapmadan, hisse senetlerinin, malının ve mülkünün, ya da bankadaki parasının geliriyle yaşam süren kimse) müteşebbisler arasında meydana gelen bir mücadeleden bahseder. Bu mücadelede işçilerin, müteşebbislerin tarafını tuttuğunu söylemektedir. Bütün bunlar, üzerinde düşünülmesi gereken konulardır.
Yaşadığımız 21. yüzyılda dünyada gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde ekonomik faaliyetler genel olarak özel sektör tarafından yerine getirilmektedir. Bununla birlikte devletler müdahale, kılavuzluk, korumacılık ve yatırım yoluyla bu faaliyetlere katkıda bulunmaktadır. Hâlihazırda gelişmiş ülkelerin hükümet müdahalesi ve kamu yatırımlarının seviyesi asgari seviyede olduğu söylenebilir. Öte yandan, gelişmekte olan ülkelerde hükümetlerin rolü daha belirgin gözükmektedir. Ancak siyasi ve ekonomik olarak gerçekleştirilen bütün bu çalışmalara rağmen, çağdaş ekonomik duruma bir göz atıldığında, çözüme kavuşturulması gereken pek çok problemin varlığına şahit olunmaktadır. Geliştirilen ekonomik çerçevenin, bu sorunları halledebilecek bir yeterlilikte olmadığı görülmektedir. Nitekim günümüzde kütle halindeki açlık ve sefalet, dünyanın yüz yüze geldiği ve çağdaş sistemlerin çözmede aciz kaldığı korkunç bir durumdur. Ayrıca iktisadî gelişmelerde kesinti ve zikzaklar, bölgelerarası ve milletlerarası artan dengesizlikler, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki ilişkilerde yapısal bozukluklar, doğal kaynakların (özellikle kâr güdüsüyle) sorumsuzca kullanılması ve tahrip edilmesi, fakirlerin zenginler tarafından sömürülmesi, enflâsyon, durgunluk, artan fiyatlar, yüksek fâiz oranları, işsizlik ve düşük ücret gibi sorunlar çözüm beklemektedir.
Netice olarak, çağdaş ekonomik sistemlerin uygulamada olduğu ekonomik eşitsizlik ve güvensizliğin hayata hâkim olması, insanın “rasyonel ekonomik bir varlık” olarak görülmesi, oligopollerin ve haksız kazançların revaçta olması, mevcut sistemlerin israf, sömürü, istismar ve yabancılaşmaya sebebiyet vermesi gibi olumsuzluklar günümüzde çözüm bekleyen önemli birer sorun olarak insanlığın önünde durmaktadır. Üzülerek söylemek gerekirse bütün bunlardan daha da vahim olanı, gerek bölgesel ve gerekse küresel plandaki savaşların en belirgin sebebi, saydığımız olumsuz yapıya sahip olan çağdaş ekonomik sistemlerin varlığıdır.
Peki, İslam iktisat anlayışına dair bir değerlendirmenizi alabilir miyiz? Servet dağılımındaki büyük farklılığı gidermek için İslam neleri öngörüyor, neleri hayata geçirmemizi istiyor? Adalet ve denge konusu nasıl anlaşılmalı?
İslâm iktisadı, Müslümanların finansal, üretim ve tüketimle ilgili davranışlarına İslam’a göre bir şekil kazandıran sistemin adıdır. Onun amacı; İslâmî ilkelerden taviz vermeden Müslüman birey ve toplumun iktisadi ve sosyal hayatını kolaylaştırmak, üretim ve tüketimle ilgili sorunlarına uygulanabilir çözümler bulmaktır. İslâm iktisadı, ayrıca insan ve toplum için hayat boyu ve devamında ahiret için huzur ve mutluluk arzusunu karşılamaya özel önem atfeden bir sistemdir. Kur’an-ı Kerîm’in en uzun ayeti (bir sayfa) olan ve bir kısım ticâri konuları detaylı olarak ele alan Müdâyene ayeti ile Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Medine’ye hicret eder etmez İslâm’ın prensiplerine göre kurmuş olduğu Medine Pazarı, İslâm’ın iktisada verdiği değeri gösteren önemli delillerdendir.
Çağdaş ekonomik sistemlerle İslâm ekonomisi arasındaki temel fark, seçme sorununda düğümlenmektedir. Modern ekonomide seçme sorunu büyük ölçüde kişinin belirsiz, çoğu kez de saçma isteklerine ve kaprislerine bağlı iken, İslâmî iktisatta kişi, kaynakları istediği gibi harcayamaz. Aksine, birlikte yaşadığı toplumun maddî ve manevî beklentilerini, insanca yaşama arzularını dikkate almak mecburiyetindedir. Bu bağlamda Kur’an, sınırlı kaynakların daha etkili idaresine vurgu yapan modern ekonomik hükümlerinin aksine, talepleri azaltarak ölçülü hale getirmeye vurgu yapmaktadır. Diğer bir anlatımla İslâmî iktisatta tüketim şekli modern sistemlerde olduğu gibi taleplere değil, ihtiyaçlara dayalıdır. Dahası, kullanılan kaynaklar da, benzer şekilde taleplere değil de ihtiyaçlara dayalıysa yeterli olacaktır.
İslâm iktisadı, insanın madde ile maddenin de insanla ilişkisini bir sisteme bağlamıştır. Bu çaba, insan fıtratından bağımsız değildir. Bu sistemde olup bitenlerin insan fıtratıyla uyumlu olması önem arz etmektedir. Ayrıca İslâm iktisadı, yeryüzünde sadece Müslümanım diyenlerin uygulayacağı bir sistem olmayıp, diğer din mensuplarının da uygulamasına açık bir sistemdir. Bu sayede İslam iktisadı uluslararası, diğer bir ifadeyle küresel bir hüviyet de kazanmış olmaktadır.
İslâm iktisadı, prensipleri olan bir sistemdir. Bu prensiplerin belli başlı olanları adalet ve sadakalardır. Keza faizin ve benzeri sömürü enstrümanlarının ekonomik hayatta cari olmamasını da zikretmeliyiz. Bu sayede iktisadi büyüme, sosyal barış ve istikrar güvence altına alınmış olur. Mesela zekât, sadakalar ve karz-ı hasen gibi İslâmî kurumlar, bir taraftan finansman sorunu yaşayan ticaret erbabı ve müteşebbisleri faiz baskısından uzak, finanse ederken ve ekonomik hayatı canlandırırken; diğer taraftan faizli bir işlem yapılmadığı için maliyetler düşmekte ve sosyal refahın artmasına imkân sağlamaktadır. Binaenaleyh zekât ve benzeri mâlî yükümlülükler, diğer ekonomilerin aksine İslâm ekonomisinin hedeflerini gerçekleştirmede önemli birer araç durumundadır. Nitekim iktisadî faaliyetlerde işler ne kadar iyi giderse gitsin, sistem ne kadar iyi işlerse işlesin, toplumda her zaman bir kısım dezavantajlı kesimler bulunmaktadır. Tam da bu noktada zekât ve diğer hayır işleri devreye girmekte ve sosyal adaletin gerçekleşmesine önemli katkı sağlamaktadır.
İslâm iktisat sisteminin ilk nüvelerini, İslâm’ın yeryüzünü aydınlatmağa başladığı dönemde, vahyin devam ettiği 23 yıllık süreçte görmekteyiz. Gerçekten Hz. Peygamber (s.a.v.) dönemi, İslâmî iktisadın kuruluş aşamasında olduğu dönemdir. Bu dönemde Hicâz bölgesinde zengin ve güçlü kesimin lehine, zayıf ve fakir kesimin aleyhine oluşmuş ekonomik yapılanma kökünden düzeltilmiş, toplumu sosyo-ekonomik olarak mahveden fâiz yasaklanmış, zekât ve diğer mâlî yükümlülükler yoluyla fakir kesim ekonomik yönden kendine yeterli hale getirilmeye gayret gösterilmiştir.
İslâm iktisat kavramı, kapitalist ekonomik sistemden farklıdır. Kapitalizmin, Homo economicus / ekonomik insan yani sadece kâr gibi şeyleri maksimize etmeyi önemseyen ve bu hedefi en elverişli şekilde takip etmelerine olanak tanıyacak kararlar alabilen bir insan tipolojisi yerine İslâm ekonomisi, orta yolu takip eden bireyi, yani aşırı ve gereksiz üretimden, tüketimden ve israftan kaçınan insanı esas alır. Kur’an’da kullanılan ve iktisatla birebir ilgili olan “muktesıd” kavramı ise, orta yolu tutan ve iki uç arasında bir denge kuran kişi anlamındadır. Klasik İslâmî gelenek iktisadı; ilm-ü tedbîri’l-menzil (ev yönetiminin ilmi) olarak tarif etmiştir. Aynı şekilde ilm-ü tedbîri’l-medîne tabiri de şehrin yönetimi için kullanılmıştır. Buna göre iktisat; ayağını yorganına göre uzatmak, kaynakları ihtiyaca göre tüketmek, israfa kaçmamak, ölçülü ve dengeli olmaktır. Diğer bir anlatımla iktisat; malı ve parayı çoğaltmaktan önce ihtiyaçları azaltmak, ihtiyaç oranında üretmek ve nihayetinde tabiatı sorumsuzca tüketmenin önüne geçmektir. Zira yeryüzü bütün imkânlarıyla insanoğluna emanettir ve günün sonunda (ahirette) bütün nimetlerden sorgulama yapılacaktır.
İslam iktisadı, diğer sistemlerin aksine dindar bireylerden müteşekkil “İslâm kardeşliği” zemini üzerine inşa edilmektedir. Bilindiği üzere İslâm kardeşliğini oluşturan ana unsurlar iman ve ahlaktır. Ahlakın unsurları ise; doğruluk, dürüstlük, adalet, emanete riayet, emr-i bil’maruf ve nehy-i ani’l-münker ile hayır adına yapılan yardımlardır. Bu zemin oluşmadan bir İslâm toplumundan ve dolayısıyla bir İslâm iktisadından söz etmek zor olacaktır.
İslâm iktisadı, diğer sistemlerden ayrılan, kendine özgü özellikleri ve büyük insanî hedefleri olan bir sistemdir. Onun, çağdaş sistemlerden ayrılan kendine has ilkeleri bulunmaktadır. Bu sistem iman sayesinde düşmanlıktan, özellikle açgözlülükten ve tamahtan uzak, dosdoğru ve hür bir hayatın gerçekleştirilmesini sağlayan bir sistemdir. Hayat, bu iktisadi rejimin gölgesinde kardeşçe yaşama ve yardımlaşmadan ibarettir. Bu sistemde;
1-Çalışmak bir haktır ve bu hak herkes için geçerlidir.
2- Mülkün gerçek sahibi Allah’tır. Allah (c.c.) tarafından insanlara verilen mülkiyet hakkı doğru yoldan ve adaletten sapılmadığı sürece dokunulmazdır.
3- Bütün insanlar bir tek nefisten yaratılmıştır. Herkes bu büyük ailenin bir ferdidir. Öyleyse toplumun yararına girişimde bulunmak ve sosyal hayatın sağlıklı ve adil bir şekilde yürütülmesine katkıda bulunmak bir görevdir.
İslâm iktisat sisteminin, kökenini ilâhî bir buyurganlıktan alan boyutu yanında, insancıl ve mantıkî (ussal) boyutlara ulaşan nitelikleri vardır. Bu boyutlar, ilâhî, insancıl ve aklî boyutlardır. Bu anlamda İslâm iktisadının birincil kaynağı hiç şüphesiz Kur’ân’dır. Bu kaynak, iktisada ilişkin genel kurallar koyar (ticâret, insanlar arası anlaşmalar, mîras, zekât, fâiz, üretim, mülkiyet hakkı, emek, çalışma gibi). Deyim yerinde ise, “İslâmî ekonomi Politiği” nin ipuçları bu kaynakta bulunmaktadır. İkincil kaynak olarak Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sözleri, uygulamaları ve tasvipleri anlamına gelen Sünnettir. Sünnet, Kur’ân’da yer alan genel kural ve ilkelerin, ayrıntılı birer açıklaması ve daha anlaşılır bir duruma getirilmesi açısından dinamik bir hüviyet taşımaktadır. İşte, iktisatla ilgili uygulamalar, bu iki kaynak (Kur’ân ve Sünnet) doğrultusunda şekillenmiştir. Binaenaleyh Kur’ân’ın ekonomik öğretileri kişisel ve toplumsal ekonomik davranışlar şeklinde iki grupta incelenebilir. Bunlar;
1- İfrat ve tefritten uzak kalarak mûtedil bir çizgide bulunmak ve aynı zamanda Kur’ân’ın yasakladığı tefecilikle meşgul olmak, sarhoş edici şeyleri kullanmak ve haram şeyleri yemek gibi gerçekten ahlâk dışı amelleri işlememek,
2- İnsanlar arasında adâleti gözetmek, onların hakkı olan şeyleri kısmadan vermektir. Kur’ân’ı Kerim’de Şuarâ sûresi 181 ve 183. âyetlerde şöyle buyurulur:
“Ölçüyü tastamam yapın, eksik verenlerden olmayın;”
“İnsanların hakkı olan şeyleri kısmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın;”
Hz. Peygamberin (s.a.v.) Sünneti de Kur’ân gibi ahlâkî disiplin üzerinde çok durmaktadır. Onun, insanın ekonomik davranışlarını şekillendiren birçok hadisi bulunmaktadır. O şöyle buyurur:
“Doğru sözlü, dürüst ve güvenilir tâcir, nebîler, sıddîklar ve şehitlerle beraberdir.” (Tirmizî, Büyû, 4) “Bizi aldatan bizden değildir.” (Müslim, Îmân 164, Fiten 16.)
Son olarak, İslâm iktisâdının kendine has özelliklerinin olduğunu zikretmemiz gerekir. Bunları kısaca şöyle zikredebiliriz:
1- İslâm iktisâdı vahiyle bağlantısı olan bir sistemdir.
2- İslâm iktisâdı bütünden bir parçadır. Yani dinin diğer kurumlarıyla bir bütünlük içerisindedir.
3- İslâm iktisâdı elâstikî bir yapıya sahiptir. Mesela, herhangi bir sebeple uygulanamayan asli bir hüküm, özrün kalkmasıyla önceki konumuna geri döner.
4- İslâm iktisâdı nesneldir. Çünkü bir kişiye hakkının veya elde ettiği bir kazancın verilmesi, onun müslim veya gayr-i müslim olmasına bakılmaksızın İslâm iktisat anlayışına göre bir vecîbedir.
5- İslâm iktisâdı gerçekçidir. Örneğin, İslâm fıkıhçılarının “zarûret nazariyesi”nden çıkardıkları “zarûretler memnu olan şeyleri mubah kılar” kuralı İslâm iktisâdının gerçekçi olduğunu ortaya koymaktadır.
6- İslâm iktisâdı erdemli bir toplum oluşturmayı hedeflemektedir.
7- İslâm iktisâdı fert ve toplum arasında bir denge kurmaktadır. Birini öteki için feda etmemektedir.
8- İslâm iktisat anlayışında mülkün sahibi insan değil, Allah’tır. Ferdî mülkiyet, kişinin eli altında bulunan mal üzerinde Allah’ın verdiği bir tasarruf yetkisidir.
9- İslâm iktisâdı malın harcanmasında orta yolu esas alır. Hz. Ali’nin şu sözü konumuz açısından anlamlıdır: “Cenab-ı Hak zenginlerin servetinde fakirlerin yiyeceklerini farz kılmıştır. Fakir ancak zenginin israfı nispetinde aç kalır.”
10- İslâm iktisâdı, insanın iktisâdı dâhil bütün faaliyetlerinin bir parçası olarak rasyonaliteyi yani rüşd’ü bir diğer ifadeyle aklı başındalığı kabul etmektedir.
Bütün iktisâdî sistemlerde olduğu gibi İslâmî iktisat sisteminin de ulaşmak istediği hedefleri vardır. Bunlar; “iktisâdî refahı sağlamak”, “iktisâdî kalkınmayı gerçekleştirmek” ve “servet dağılımındaki büyük farklılığı gidermek” şeklinde üç başlık altında zikredilebilir.
Sonuç olarak, İslâmî ilkelerden çıkan ekonomi; içinde üretim ve tüketimin bizzat amaç olduğu batı modeli büyümeden ayrılmaktadır. Zira bu modelde giderek daha fazla ve daha hızlı, faydalı, faydasız, zararlı hatta öldürücü, nasıl olursa olsun insanî gayeleri dikkate almadan üretmek ve tüketmek eğilimi vardır. Kur’ân’a dayanan İslâmî ekonomi ise sadece büyümeyi değil, fakat büyümeyle birlikte sosyal adaleti ve dengeyi de gaye edinmektedir.
İslam’a göre servet hem maddi hem manevi boyutu olan bir kavram. Niçin böyle? Bu konuda aslına özüne uygun ve orijinal bir değerlendirmenizi almak isteriz. Neler söylemek istersiniz?
Kur’ân-ı Kerîm’de mal ve servetle ilgisi olan otuzdan fazla kavram bulunmaktadır. Kur’ân’ın servetle ilgili zikrettiği bu kavramlara bakıldığında bir kısmının maddî bir kısmının da manevî boyutlu olduğu görülür. Kur’ân, mal ve servete hazine, metâ, re’sü’l-mâl ve kenz gibi maddi anlamlar yüklediği gibi, âcile, bereket, hayr, ihsan, rahmet ve zînet gibi harikulade manevi anlamlar da yüklemektedir.
Mesela, dünya nimetlerine âcile denilmesi, onlara böyle bir isim verilmesi; dünya ve içindekilerin gelip geçici ve fâni olduklarını belirtmek içindir. Bu yaklaşım tarzı, insana dünya ve ahiret dengesini kurmasına yardımcı olmaktadır. Yine mal ve servetlere bereket isminin verilmesi ise, bunlarda ilâhi hayrın devam etmesini, sürekli ve istikrarlı olmasını hatırlatmak; ayrıca mal ve mülkte artma, ziyâde ve saâdet gibi anlamları belirtmek içindir. Bu, bize Kur’an’ın mal ve servetlere bakışımızı nasıl doğru bir şekilde inşa ettiğini, neticede dünya nimetlerinin insan için ne derece önemli olduğunu açıkça göstermektedir. Nitekim Kur’an, dünya nimetlerine karşı bizatihi olumsuz bir yaklaşım sergilememekte, aksine onların, Nisâ sûresi 5. âyette anlatıldığı üzere insanı ayakta tutan, hayata bağlayan şeyler olduklarını belirtmektedir.
Kur’ân’ın servet biriktirmeye yaklaşımı nasıl? Çünkü bu konu bir lokma bir hırka anlayışından sınır tanımaz bir dünyevileşmeye kadar geniş bir yelpazede ele alınabiliyor. Düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Dünya mülküne karşı olumlu yaklaşımda Hz. Süleyman kıssasını örnek olarak verebiliriz. Gerçekten O, Rabbinden oldukça fazla miktarda servet talebinde bulunmuş, ancak asla Rabbini unutmamış, sorumluluğunun gereğini yerine getirmiştir. Bu asil duruşuyla da Yüce Allah’ın hoşnutluğunu kazanmış, Sâd sûresi 30. âyette “O ne güzel bir kuldu.” şeklindeki ilahi iltifata da mazhar olmuştu.
Kur’an’ın mal ve servet biriktirmedeki eleştirisinin sebebini ise Karun kıssası açıkça anlatmaktadır. Bilindiği üzere Karun, elde ettiği dünya mülküyle şımarmış, haddi aşmış, zulmetmiş, hak ve hakikatten yüz çevirmiştir. Bu yaklaşımının bedelini ise çok ağır ödemiştir.
Bu iki örnekten anlıyoruz ki, İslâm’a göre mal ve servet sahibi olmak yanlış değildir. Ancak bu konuda dikkat edilmesi gereken şey; mülkün sahibi olan Allah’ın rızasının gözetilmesi koşuluyla mal ve servetlerin nasıl ve nereden kazanıldığı, nasıl ve nereye harcanıldığıdır (üretim ve tüketim).
Kur’an’a göre servetin meşru olan ve olmayan yolları var. Sınırlar ve esneklikler, teşvikler ve ihtarlarla dolu bu zeminde bir Müslüman olarak yaşama ve yaşatma adına neler dikkatimizi çekmeli ve çok dikkat etmeliyiz?
Dünya nimetlerinin insanlar arasındaki dağılımını doğru ve adaletli bir şekilde öngören Kur’ân, dağılımı sağlayacak yolları da bildirmiştir. Bunlar, meşru dağılım yolları ve meşru olmayan dağılım yolları şeklinde ikiye ayrılmaktadır. Kur’ân’ın ve sünnetin sadece meşru dağılım yollarına onay vereceği bütün izahlardan varestedir. Hz. Peygamber (s.a.v.) bir hadislerinde şöyle buyurur:
“Meşrû olmayan yollarla kazanan cennete giremez.”
Kur’ân-ı Kerîm, servetlerin belirli ellerde birikimini ve neticede toplumun bu servetlerden mahrum bırakılmasını yasaklamıştır. Mal ve servetlerin toplumun bütün katmanlarına adaletli bir şekilde ulaşmasını sağlamak için meşru bir kısım yollar öngörülmüştür ki bunlar; sadakalar, keffaretler, vasiyetler, miras ve ganimetler gibi dağılım yollarıdır. Ayrıca özel mülkiyetin Kur’ân’a göre sahip olduğu işlev, toplumun yararını gözetme, zulme ve haksızlığa alet olmama şeklinde özetlenebilir. Dolayısıyla mal ve servet hareketlerinin bir şekilde engellenmesi, dünya nimetlerinin imtiyazlı ve güçlü bir kesimin elinde önlenemez bir güç halini alması Kur’ân’a göre doğru değildir. Kuşkusuz bütün bunların anlamı; kişisel servetin kamulaştırılmasını sağlamak ve herkesi zorunlu olarak mal ve imkân bakımından eşitlemek değildir. Kur’ân, her zaman gönüllü bir beraberlikten (İslâm kardeşliğinden) yanadır ve kurduğu sistem için böyle bir altyapının oluşturulmasını önermektedir. Nitekim inananlar, Allah’ın, mülkünden kendilerine verdiği şeyleri, imanlarının bir gereği olarak kardeşlerinin istifadesinden çekmeyi düşünmezler. Böylece İslâm, yoksullara bakmak için zenginlere mânevî bir sorumluluk yüklemekle muhtaçların menfaatlerini güven altına almıştır. Öte yandan, özel mülkiyete, bazı koşullar koyarken sermayenin küçük bir azınlık elinde birikmesi önlenmiştir. Nitekim Kur’ân, zenginlerin servetlerini toplumun yararına harcamaları gereği üzerinde ısrarla durmaktadır. Böylece toplumda tam ve gerçek bir servet dolaşımı sağlanmış olmaktadır.
Kur’ân, kendi prensip ve normlarının dışında haram kabul ettiği davranışları da açıklamış ve inananları bunlara karşı uyarmıştır. Binaenaleyh servetlerin dağılımında bir biçim olarak etkili olan ancak haksızlığı, ahlaki yozlaşmayı ve haramlığı içinde barındıran, sonuçta da sosyal adaleti ve dengeyi sekteye uğratan gasp, hırsızlık, rüşvet, kumar, sarhoş edici şeyler, sihirbazlık, zina, tefecilik ve savurganlık gibi kazanç yollarına Kur’an asla onay vermemektedir.