Temelde dua nedir? Kavramsal çerçevesi bize nasıl bir tablo sunmaktadır?
İnsan yaşamında önemli bir yeri olan “dua” sözlükte, istemek çağırmak, davet etmek, seslenmek yardım talep etmek anlamlarına gelmektedir. İslam literatüründe “dua” şu şekilde ele alınmıştır; kulun istek ve taleplerini yaratıcısına iletmesi yaratıcının yüceliği karşısında, aczini itiraf etmesi, sevgi ve tazim duyguları içinde Allah’ın lütfunu istemesi ve yardımına mazhar olmayı dilemesidir.”
1Dua, Allah ile kulu arasında meydana gelen aktif iletişim şekillerinden biri olarak düşünülebilir. Duanın kabul kerameti insandan kaynaklı değil, Allah’ın lütfundandır. Söylenen sözün süsü ve güzelliğinden ziyade yürekten gelen içtenliğidir.2 Duayı özel ve değerli kılan, insanın dua ile isteklerinin yerine getirilmesinin yanı sıra yaratıcısıyla aynı anı paylaşmanın, onunla birlikte vakit geçirmenin ve huzurunda bulunmanın manevi mutluluğunu tecrübe etmektir. Bu tecrübenin insana değer kattığını Kur’an ayetlerinden ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hayatında görmekte ve öğrenmekteyiz. Zira Allah kullarının kendisine dua etmesini ister ve bunu kulluk vazifesi olarak görür. “De ki: “Kulluğunuz ve niyazınız olmasa Allah size ne diye değer versin!” 3
Sınırlı bir güce sahip olan insana düşen, sonsuz, sınırsız güç ve kudrete sahip olan yaratıcıdan her türlü ihtiyacını istemesidir. İnsanoğlunun ihtiyaçları sadece bu dünyaya yönelik ve bedensel değildir. Bu nedenle dua, mana ve ruh âlemi arasındaki bir bağ olarak ifade edilebilir. Yüce Allah insanın fıtratına, kendisine yönelme eğilimi vermiştir. Dua bu ihtiyacı gideren en güzel ibadetlerden biridir. Ayrıca fıtri bir eğilim olduğu için beşeri ya da ilahi dinlere mensup bütün insanların başvurduğu bir eylem olarak bilinmektedir. İster bir dine inanılsın ister inanılmasın her dilden bir dua dökülür yeryüzüne. Çünkü aşkın varlığa yönelmek, kulluk bağı ile yaratıcıdan bir şeyler istemek fıtri bir ihtiyaçtır. İbn Sina’ya göre; dua vaciptir, istenilen şeyin olabilmesi için dua yapılması gerekmektedir. Dua olmadıkça istenilen şeyin olması mümkün değildir. 4
Niçin dua ve beddua? Bu konuda nasıl düşünmeliyiz?
Dua olgusu, insanlık tarihi ile eş bir arka plana sahiptir. İlk Peygamber’in duası Kur’an-ı Kerim’e yansımıştır.5 Hz. Âdem ve eşi, Allah’a itaatsizlik sonucunda pişmanlık yaşamış ve Allah’ın kendilerine öğrettiği kelimelerle dua etmeyi öğrenmişlerdir.6 Dua, insan hayatında çok önemli bir yere sahip olmakla beraber Kur’an-ı Kerim’de “yirmi yerde geçmektedir.”7 Allah (c.c.), duaya verdiği öneme binaen bazı ayetlerde bunu dile getirmiş, yapılan duanın insanın kıymetini belirlemede bir kıstas olduğunu vurgulamıştır.8 Kur’an-ı Kerim tarafından Müslümanlar için örnek ve model bir şahsiyet olarak takdim edilen Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hayatında duanın yeri ve durumunun ne derece önemli olduğunu hayatına olan yansımasında görmekteyiz. Kur’an-ı Kerîm’de özelde peygamberlere, genelde insanlığa dualar öğretilmiştir. Bunlar peygamberlerin rehberliğinde insanoğlu için örnek teşkil etmektedir. Bununla birlikte Allah, duanın önemine vurgu yaparak insanın kendisi ile olan bağını sıkı tutması açısından önemli bir iletişim aracı olduğunu bildirmektedir.9 Bunun yanı sıra Allah (c.c.) beddua etme hususunda dikkatli olmamız gerektiğini Nuh Nebi üzerinden bizlere bildirmiştir diyebiliriz. Hz. Nuh dokuz yüz elli10 yıllık bir süre zarfında insanlara tebliğde bulunmuş ve bunun sonucunda arzu edilen neticenin elde edilememesi onda bir hayal kırıklığı oluşturmuş bu üzüntü sonucunda Hz. Nuh, yaşadığı kavme nankörlükleri ve küfürleri nedeniyle beddua etmiş ve Allah’tan, bütün inkâr edenlerin kökünü kurutmasını istemiştir. Hz. Nuh’un kavmine bedduasının ayetlere yansıması şöyledir: Nuh “Rabbim” dedi, Yeryüzünde inkârcılardan hiç kimseyi bırakma! Sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar ve sadece günahkâr, nankör nesiller yetiştirirler.”11 Hz. Nuh, gelecek nesilleri düşünerek böyle bir beddua etmiştir. Ancak evladının helak olmaması için Rabbine bir baba merhametiyle yalvarmış belki de oğlu bağışlanır ümidiyle “…Rabbim oğlum benim ailemdendir…”12 diye niyazda bulunmuş ancak bu konuda Rabbi onu uyarmıştır. Nuh Peygamber’in bedduasının Kur’an’da yer alması, insanın beddua söylemlerinde dikkatli olması gerektiğine dair bir ikaz olarak da anlaşılabilir.
Bazı peygamberler gönderildikleri toplumlara azgınlıklarından dolayı toplu beddua etmişler ve bu ilenmeleri neticesinde kavimleri helak olmuştur. Ancak Hz. Muhammed’in (s.a.v.) kendi kavmi için çoğunlukla hidayet isteğinde bulunduğu görülmüştür. Hz. Nuh’un şirkten vazgeçmeyen toplumu, onun bedduasıyla helak olmuştur. İhtimal dâhilindedir ki Peygamberimizin (s.a.v.) şirk üzere yaşayan kavmi ise toplu bir bedduaya muhatap olmadığı için helakten kurtulmuştur. Dolayısıyla insan için fıtri bir ihtiyaç olan dua ve zorluklar karşısında yapılan bedduaya dair Hz. Peygamber (s.a.v.) bilgilendirilmiş ve bu konuda önceki peygamberlerin rehberliğinde eğitilmiştir denilebilir.
Mekke dönemi dualarında, Müslümanlara ve gayr-i Müslimlere dualarında neler dikkatimizi çekiyor? Bu dönemin özellikleri itibarıyla bu konu nasıl değerlendirilmelidir?
Dua ve Beddua olgusu insanlık için bir ihtiyaç olarak görülmüş ve daima önemini korumuştur. Her toplumda olduğu gibi Arap kültüründe de her iki kavramın önemle yer aldığı görülmektedir. Kaynaklarımızda tespit ettiğimiz kadarıyla, Allah Resûlu’nün (s.a.v.) hem Mekke döneminde hem de Medine döneminde oldukça fazla duasına, az sayıda da bedduasına rastlanılmıştır. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Mekke dönemine dair dualarının muhatapları bazen Müslümanlar bazen de müşrikler olmuştur. Resûlullah (s.a.v.), kimi zaman İslamiyet’e rağbeti arttırmak için şahıslara, kimi zaman da topluluklara dua etmiştir. Bu duaların mahiyetinin; hidayete erme, yolculuk üzerine, sıkıntı, eziyet ve hastalıktan kurtulma yönünde olduğu görülmüştür. Bunlara ilave olarak Peygamberimiz (s.a.v.) zaman zaman yaşadığı sıkıntı ve zorluklar nedeniyle de şahsına dualarda bulunmuş ve Allah’dan (c.c.) yardım talep etmiştir.
Mekke döneminde Peygamberimizin (s.a.v.) dualarına baktığımızda, kendi toplumu nezdinde güven duyulduğunu söylemek mümkündür. Bu nedenledir ki Hz. Peygamber (s.a.v.), İslamiyet’e rağbeti arttırmak ve dikkatleri çekmek için “size dua etmemi istemez misiniz?” talebiyle insanlara ve topluluklara teklifte bulunmuş ise de bazen de talep karşı taraftan gelmiştir. Bununla birlikte Hz. Muhammed’in (s.a.v.) duayı tebliğde bir araç olarak kullandığı da tespit edilmiştir. Resûlullah’a (s.a.v.) bir Arap gelerek: “Ey Muhammed! Sen neye davet ediyorsun?” diye sorduğunda, Resûlullah: “Seni Allah’ a çağırıyorum, sana bir musibet isabet ettiğinde dua edersen ondan kurtaracak, çölde binitini kaybettiğinde dua edersen sana geri getirecek, herhangi bir kıtlığa maruz kaldığında, sana ekin bitirecek, bir varlığa çağırıyorum.” diye karşılık vermiş, bu durum Arap’ın “bu, ne güzelmiş”13 demesine sebep olmuş ve İslam’a rağbetini arttırmıştır. Bir başka rivayette çöl halkı eşrafından biri Resûlullah’a (s.a.v.) gelerek: “Ya Muhammed! Sen neye davet ediyorsun, davet ettiğin şey nedir?” diye sorduğunda Resûlullah: “Seni, kuraklık olup, dua ettiğin zaman ekinler bitiren, bir şey yitirip dua ettiğin zaman sana onu bulma imkânı veren, sana bir keder, üzüntü, tasa geldiğinde dua edince senden gideren bir varlığa davet ediyorum.”14 diyerek çöl insanın fıtrat ve ihtiyacına uygun söylemlerde bulunmuş ve duayı tebliğde bir araç olarak kullanmıştır.
Mekke dönemi nübüvvetin beşiğidir. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) bu dönemde duaya yaklaşımı ve bedduaya karşı mesafeli tavrı Müslümanlar için bu hususta yönlendirici olmuştur. Ashabının, kendisinden müşriklere beddua etmesini istemesi durumunda Resûlullah’ın (s.a.v.) gösterdiği mesafeli tavır, elbette ki bunun en bariz örneğidir. Bununla birlikte Hz. Muhammed’in (s.a.v.) zaman zaman Mekke döneminde müşrikler için yaptığı bedduaların bir had bildirme, eziyetlerin önüne geçme veya eziyetleri azaltma ve hatta tehdit amaçlı olduğunu da söyleyebiliriz. Zira bedduaların, ibadet ederken gizli bir şekilde yapılmadığını hatta topluluk içinde yüksek sesle yapıldığını görmekteyiz. Dolayısıyla burada muradın, onlara beddua ederek belalarını bulmalarını sağlamak olmadığını, kastın kendilerine çeki düzen vermeleri için bir uyarı olduğunu söylemek de mümkündür. Çünkü bu beddualarda amaç Mekkeli müşriklerin helakını istemek olmuş olsaydı, Allah Resûlu (s.a.v.), Mekke’nin fethinde kendisine ve Müslümanlara her türlü eziyeti reva gören ve doğup büyüdükleri yerden ayrılmaya mecbur bırakan Kureyşlilerden intikamını alırdı. Ancak Allah Resûlu (s.a.v.) “Kerim bir babanın kerim evladı” olarak sıfatlandırılmış, Kureyş ahalisini bağışlamış, insanlık tarihinde görülmesi neredeyse imkânsız engin bir affedicilik örneğini sergilemiştir.
Netice olarak şunu söylemek mümkündür. Allah Resûlu (s.a.v.), Kureyşlilerin eziyetlerine karşı sabır ve metanet ile beklemeyi tercih etmiş, acı ve merhamet içeren duygular ile onların hidayetini talep ederek duada bulunmuştur. Çünkü Kur’an rehberliğinde Hz. Nuh ve diğer bazı peygamberlerin kendi kavimleri için yaptığı beddualar sonucunda kavimlerinin helak olduğunu ve bunun geri dönüşü olmadığını öğrenmiştir. Dolayısıyla Hz. Muhammed’in (s.a.v.) kendi kavmi için toplu duasına rastlanmış ancak toplu bedduasına rastlanmamıştır. Yaptığı beddualar haksızlık, ihanet gibi durumların yanı sıra kültürel dil söyleminden öteye geçmemiştir.
O (s.a.v.) en büyük örneklik teşkil ettiği için kendisi için ettiği dualar bize neler söylemeli? Nasıl anlamalıyız?
Duayı bir ibadet olarak telakki eden Allah Resûlu (s.a.v.) şöyle buyurmuştur. “En faziletli ibadet duadır.”15 Bu bilinçle hareket eden Peygamberimiz (s.a.v.), kimi zaman Ehl-i Beytine, kimi zaman ashabına, kimi zaman da şahsına duaları olmuştur. Duayı günlük hayatının bir parçası haline getiren Peygamberimizin (s.a.v.) bazı zaman ashabından dua talebinde bulunduğu da görülmüştür. Rivayetlerde yer aldığına göre Hz. Peygamber (s.a.v.) vefatına yakın hastalığında Hz. Ali’ye “kardeşim bana dua et”16 demiş ve Hz. Ali ona dua etmiştir. Başka bir rivayette ise Hz. Ömer, Umre için Hz. Peygamber’den (s.a.v.) izin isteyince “Ey kardeşim! Güzel duanda bize de yer ver, bizi unutma!”17 diyerek dua istemiştir. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) şahsına dualarının kaynaklara yansıması şöyle olmuştur:
Allah tarafından nübüvvetle vazifelendirilen Peygamberimizin (s.a.v.) bi’set dönemiyle birlikte hayatında büyük kırılmalar meydana gelmiştir. Nübüvvet öncesi Mekke eşrafı tarafından güvenilir biri olarak adlandırılmasına rağmen nübüvvet sonrası Kureyş halkının yalanlama ve eziyetleri ile karşı karşıya kalan Hz. Peygamber (s.a.v.) derin bir kedere kapılmış ve bir gün Mekke tepesine çıkarak şöyle dua etmiştir “Ya Rabbi! Bana, kalbime itminan verecek ve benden bu kederi giderecek yolu göster.”18 diyerek duada bulunmuştur. İlk siyer kaynaklarımıza yansıyan bu olayda görüldüğü üzere Hz. Muhammed (s.a.v.), yaşadığı eziyet, baskı ve yalanlamalardan dolayı bunalmıştır. Onun bu hali atası Hz. İbrahim’in yaşadıkları ile bir benzerlik göstermektedir. Çünkü Hz. İbrahim de yaşadığı şirk toplumunun eziyetlerinden bunalmış ve Rabbinden kalbini tatmin etmesi için dua ve istekte bulunmuştur. 19
Allah Resûlu’nün (s.a.v.) şahsına bir duası da Taif olayı üzerine gerçekleşmiştir. Risalet’in onuncu yılında Ebû Talib’in ölümünden sonra Hz. Muhammed (s.a.v.) kendisini koruyacak kişiler ve boylar aramak maksadıyla Taif’e gitmiştir.20 Muhtemeldir ki Peygamberimizin (s.a.v.) bu yolculukta bir amacı da İslam’ı Mekke dışına taşımaktır. Resûlullah (s.a.v.) Sakif’in eşraflarından birkaç kişiyle görüşmüş onlara İslam’ı anlatmış,21 destek bulamadığı gibi eziyet ve hakaretlere maruz kalmıştır. Bu hal üzere Hz. Muhammed (s.a.v.), büyük umutlarla geldiği Taif’den hayal kırıklığı ile ayrılmıştır. Zira Mekke’ye geri dönüş yolunda yaşadığı acıyı, asırları aşan şu duası ile dile getirmiştir.
“Ey Allah’ım! Gücümün zayıflığından çaresizliğimden ve insanların yanında değersizliğimi sana şikâyet ederim. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen, bütün zayıfların Rabbisin ve benim de Rabbimsin. Sen, beni kime bırakıyorsun? Bana, kaba ve sert davranan şu yabancılara mı? Ya da bana galip gelme gücünü verdiğin bir düşmanıma mı? Eğer bana gazap etmedinse, gerisi boştur. Gazabının inmesinden yahut öfkene maruz kalmaktan sana sığınırım. Karanlıkları aydınlatan dünya ve ahiret işlerini düzelten nuruna sığınırım. Razı oluncaya kadar sitemim sanadır. Güç ve kuvvet ancak senin elindedir.”22
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) duasındaki serzeniş ve yakarış, yaşadığı toplum tarafından maruz kaldığı muamelenin ne kadar üst seviyede eziyet verici olduğunu göstermektedir.
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) şahsına bir duası da şu minvalde kaynaklarda yerini almıştır. Peygamberimiz geceleyin kalkıp namaz kılarken: “Ey Cebrail’in, Mikail’in ve İsrafil’in Rabbi olan, göklerle yeri yaratan, görünür görünmez âlemlerin hakkında bilgi sahibi olan Allah’ım! Sen anlaşmazlığa düştükleri hususlarda kullarının arasında hükmedersin. Beni de üzerinde ihtilafa düşülen hak yolda hidayete ilet, bunu izninle yap. Sen dilediğini dosdoğru yola iletirsin.”23 diyerek duada bulunmuştur. Bu duanın dikkat çeken yönü Hz. Peygamber’in (s.a.v.) şahıs ve topluluklara istediği dua gibi kendisi için de hidayet istemesidir zira peygamber de olsan Allah’ın yol göstericiliğine her daim ihtiyaç vardır.
Resûlullah’ın (s.a.v.), hicret için Mekke’den çıkıp Medine’ye yöneldiği zaman şahsına duası şu şekilde kaynaklara yansımıştır:
“Ben hiçbir şey değilken, beni yaratan Allah’a hamdolsun. Allahım, dünyanın zorluklarına karşı bana yardım et. Zamanın kötülüklerine, günlerin ve gecelerin musibetlerine karşı bana yardımcı ol. Allahım yolculuğumda benimle beraber ol. Ailemi gözet. Bana rızık olarak verdiğin şeyleri bereketli kıl. Beni kendine muti kıl. İyi ahlak üzere beni dosdoğru kıl. Beni, kendine sevdir. İnsanların insafına bırakma beni. Ey güçsüzlerin Rabbi, sen benim Rabbimsin. Senin göklerle yeri aydınlatan yüce Zatına sığınırım. O zatın ki, karanlıklar kendisiyle aydınlanmış, öncekilerle sonrakilerin işi, onun sayesinde düzelmiştir. Beni gazabına maruz bırakma. Öfkeni üzerime indirme. Nimetinin zail olmasından, intikamının aniden üzerime gelmesinden, afiyetini üzerimden gidermenden ve bütün gazaplarından sana sığınırım. Şikâyetim sanadır. Güç ve kuvvet, ancak seninledir.”24
Medine dönemi dualarında da Müslümanlara ve gayr-i Müslimlere yönelik duaları var. Ama aynı dönemde yine hem kendisi hem de ailesine yönelik duaları mevcut. Medine dönemi duaları hangi açılardan Mekke döneminden farklılıklar arz ediyor? Bu dualarda gazve ve seriyyelerinin önemi nedir?
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Mekke dönemi duaları ve bedduaları ile Medine dönemi duaları ve bedduaları arasında usül olarak ya da şekilsel olarak bir farklılık görülmemekle beraber zaman zaman duanın yönünde değişmeler olduğu görülmüştür. Mekke döneminde daha çok kişi bazında dualar yer alırken Medine döneminde kişi ve topluluk bazında duaların sayısında artış olmuştur. Zira yeni kabilelerin Müslüman olması, dua taleplerinin artması Peygamberimizin (s.a.v.) dualarında artışa sebebiyet vermiştir. Muhtemeldir ki Mekke döneminde yer almayan veyahut yer alsa da bize ulaşamayan bazı dua alanları da mevcuttur. Medine döneminde bu alanda herhangi bir eksikliğe rastlanmamıştır. Çünkü hemen hemen muamelata dair alanlarda olmak üzere Hz. Muhammed’in (s.a.v.) birçok olayda duasına rastlanmıştır. Medine döneminde gazve ve seriyelerin olması da duanın artışına sebep olan alanlardan biri olarak kaynaklardaki yerini almıştır. Hidayet duaları, Mekke ve Medine döneminin ortak konusu olarak kaynaklara yansırken, bereket, istiska, yeni doğanlara, evlenenlere yönelik dualar Medine dönemi duaları kapsamına girmektedir. Araplarda kabileciliğin önemine binaen Hz. Peygamber (s.a.v.) kabilelerin, topluca İslamiyet’e rağbetini arttırma adına kabile reislerine de dualarda bulunmuş, bu vesileyle toplu olarak Müslüman olan kabileler olmuştur. Dolayısıyla kabile reislerinin konumlarının farkında olan Allah Resûlu’nün (s.a.v.), dua ederken bu durumu hesaba kattığı da görülmektedir.
Peygamberimiz (s.a.v.) bazen talep üzerine bazen memnun kaldığı bir davranış üzerine bazen de yapılan ikrama karşılık dua ederek çeşitli vesilelerle dua etmeyi tercih etmiştir. Hz. Muhammed (s.a.v.), kim olursa olsun herkese değer vermiş, kendisiyle aynı dine mensup olanları İslam’da kardeş, aynı dinden olmayanları ise insanlıkta eş olarak görmüş ve bu hususta insani ilişkilerini kesmemiştir.
Hz. Muhammed (s.a.v.) sadece başkalarına dua etmekle yetinmemiş, peygamber de olsa kendisi ve ailesi için dua, istiğfar25 ve tazarruda bulunmuştur. Bununla birlikte Ehl-i Beyt’ine nasıl dua etmeleri gerektiğini de öğretmiştir. Siyer kaynaklarımızda elde ettiğimiz bilgilere göre Allah’ın elçisinin vefatına kadar sık sık kendisi için şu duayı yaptığı görülmüştür: “Ey Rabbim, ben senden bir söz almışım, o sözü mutlaka yerine getirmeni dilerim. Müslümanlardan bir kimseye eziyet etmiş veya sövmüş veya kırbaçlamış isem o adama yaptığım bu hakareti kıyamet gününde kendi katında o adam için sana yakın olma vesilesi yap.” 26
Resûlullah (s.a.v.), Ehl-i Beytine dua etmenin yanı sıra onlara nasıl dua etmeleri gerektiğini de öğretmiştir. İbn Sad’dan elde ettiğimiz rivayette, Hz. Hasan; “dedem Muhammed vitr namazında okumam için bana şu kelimeleri öğretti demiştir:
“Allah’ım! Hidayet ettiklerin içinde bana da hidayet ver. Afiyet verdiklerin içinde bana da afiyet ver. Dost edindiklerin içinde beni de dost edin. Bana verdiklerine bereket ihsan eyle. Hükmettiğin şeylerin şerrinden beni koru. Çünkü sen hükmedersin, ama kimse sana hükmedemez. Hiç şüphesiz sana dost olanlar zelil olmaz. Ey Rabbimiz! Sen yüce ve mütealsin.” 27
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Medine dönemi bağlamında dualarının önemli bir kısmını da gazve ve seriyleler içermektedir. Hz. Muhammed (s.a.v.) bazı gazve ve seriyelerde, Müslümanlara dua etmiş kâfirlerin ise yenilmeleri hususunda beddua etmiştir.
Cafer Acar, “Hz. Peygamber’in Savaş Stratejisi” eserinde; Peygamberimizin (s.a.v.) savaşlarının çoğunluğunun başarıyla sonuçlanmasını, meşruiyet, savaş ahlakına riayet ve doğru stratejiye bağlamaktadır.28 Biz, buna ilave olarak, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) gazvelerde yaptığı ısrarlı ve içten duaların da muhtemel büyük başarılarda etkili olduğu kanaatindeyiz. Zira Bedir’de düşman sayı ve silahça daha güçlü, Müslümanlar ise daha zayıf konumda olmalarına rağmen üç bin melek29 ile gelen yardım, Huneyn’de en zor zamanda melekler ile gelen yardım, Hendek’te dua sonrası ortaya çıkan kum fırtınası ve bu sebeple gelen yardım yapılan ısrarlı duanın neticesi,30 diye telakki edilebilir. Ancak kanaatimizce dikkat edilmesi gereken en önemli hususlardan biri şudur ki Peygamberimiz (s.a.v.), dua ederken dua-çaba dengesini hep gözetmiş, üzerine düşeni yaptıktan sonra, neticeyi Allah’a bırakmış ve Allah ile olan ilişkisini daima aktif tutmuştur.
Medine dönemi beddualarını nasıl değerlendirmeliyiz?
Allah Resûlu (s.a.v.), kendisini rahmet peygamberi olarak nitelendirmiş, en zorlu zamanlarında31 dahi öfkesini kontrol edebilmiş ve onun merhametinin, öfkesini geçtiği görülmüştür. Dolayısıyla nübüvveti boyunca sınırlı sayıda denilebilecek kadar az beddua ettiği tespit edilmiştir. Özellikle ihanet, aldatma gibi olaylar karşısında öfkelendiği ve bu konuda beddua ettiğini söylemek mümkündür.
Siyer kaynaklarımızdan anlaşıldığı üzere lanetleşme, Araplarda bilinen kültürel bir olgudur. Ayrıca Kuran-ı Kerim’de yer alan ayetten32 de anlaşılacağı üzere Allah, bedduaya izin vermiş olup, bu durumun kaynaklarımıza yansıması şöyledir: Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Necran Hristiyanları arasındaki tartışma neticesinde33 mübahale ayeti inmiş, inen ayette Peygamberimize (s.a.v.) lanetleşme izni verilmiş ancak Necran Hristiyanları: “Herhangi bir toplum, bir peygamberle lanetleşmişse büyükleri kalmamış, küçükleri de büyümemiştir.”34 diyerek mübahaleden kaçınmışlardır. Arap kültüründe beddua, bilinen ve çözüme kavuşamayan olaylarda haklılığı ortaya çıkarmak için başvurulan durumlardan biridir.
Beddua ile ilgili şunu söylemek mümkündür Hz. Peygamber (s.a.v.) psikolojik açıdan yakınlarını kaybettiği en hassas dönemlerde yaşadığı eziyet ve hakaretlere rağmen yine de beddua etmemiştir. Ancak Hz. Peygamberin (s.a.v.) ihanet, aldatma ve gadr gibi durumlarda açık ve aleni beddua ettiği görülmüştür. Bunun en bariz örneği hepimizin de bildiği gibi Bi’rimaûne ve Recî’ vakalarıdır. Her iki olayda da kabileler arası teamül bozulmuş ve görevli olarak yola çıkan irşat heyeti haince şehit edilmiştir. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) bu olayda yaşadığı üzüntü otuz veya kırk gün boyunca namazlarında yaptığı beddua ile kendini göstermiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ihanet, gadr ve aldatmaya yönelik tahammülü olmamış, ahdi bozan, ihanet eden Müslüman olsun kâfir olsun ayırt etmeden aldatana beddua etmiştir. Allah Resûlu’nün (s.a.v.) kâfirlere ve Müslümanlara yaptığı beddualar arasında nicelik ve nitelik farkı olduğu söylenebilir. Peygamberimizin Müslümanlara yönelik kültürel söylem kategorisine girebilecek beddualar ettiği ancak bunların da, maksatlı bir beddua olmadığı düşünülebilir. Zira Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kâfir ve Müslümanlara yaptığı bedduaların ayırıcı noktası onun şu duası ile kaynaklarda yerini almıştır: “Allah’ım! Ben ancak bir beşerim. İnsanların öfkelendikleri gibi öfkelenir ve üzülürüm. Hangi mümin erkek veya kadına beddua ettiysem, bedduamı onlar için rahmete çevir”
Sosyal hayata dair dualarında neler dikkatimizi çekiyor?
Allah Resûlu’nün (s.a.v.) dualarına baktığımız zaman bilinçli bir eylem oluşturduğunu ve pedagojik bir yaklaşım sergileyerek ashabını eğittiğini görmekteyiz. Şehitlik haberi verirken gösterdiği yaklaşımıyla, memnuniyetini dile getirmek açısından diline teşekkür cümlesiymiş gibi yerleştirdiği dualarıyla, adeta ashabınınım kulağına hitap ederek onlara, olaylar karşısında doğru tepkinin nasıl verilmesi gerektiğini öğretmiştir.
Peygamberimiz, hayatının her alanında bol bol dua etmiştir, sahabeye de tavsiye etmiş ve bu konuda örnek olmuştur. Hz. Muhammed’in (s.a.v.), her türlü muamelatta bir şey yiyip içtiğinde,35 yağmur yağdığında veya yağmadığında, yolculuğa çıktığında, bir beldeye girdiğinde, gazvelere çıktığında, uyuduğunda uyandığında,36 eve girdiğinde, evden çıktığında37 gün sona erdiğinde, gün ağardığında,38 korkuda, zaferde, kederde, sevinçte ve daha nice eylemlerinde, dua ettiğini görmekteyiz. Duayı hayat tarzı haline getiren Peygamberimizin (s.a.v.) yaptığı dualara sayısız biçimde asırlar boyunca farklı disiplinlerde ehemmiyetle yer verilmiştir.
Peygamberimiz (s.a.v.) bir durumdan memnun kalmışsa, yapılan bir davranış hoşuna gitmişse o şahıslara teşekkür ifadesi olarak da duada bulunmuştur. Bununla birlikte Hz. Peygamber’in (s.a.v.) dualarının afaki olmadığı bilinçli bir söylem olduğu tespit edilmiştir. Peygamberimiz (s.a.v.) kendisine gelen dua taleplerini geri çevirmemiş, zaman zaman gelen talepler doğrultusunda, İnsanların mizaçlarını ve karakteristik yapılarını göz önünde bulundurarak dua etmiş veya onlara seçenekler sunarak dualarında yönlendirici olmuştur. Ayrıca Peygamberimizin (s.a.v.) dua ederken şahıs adını zikrettiği de kaynaklara yansımıştır. Bu durum Hz. Muhammed’in dua hususundaki usulü gereğidir. Kısacası Hz. Peygamberin hayatında dua ve beddua şu minvalde olmuştur:
Dua, insanın Allah nezdinde konum ve değerini belirleyen bir kıstas olmuştur.
Dua, Allah’a yakınlaşmak ve kulluk vazifesi olarak ibadet aracı olmuştur.
Dua, insanların İslamiyet’e tevessül, teveccüh ve rağbetini artırmaya yönelik bir tebliğ aracı olmuştur.
Dua, Mekke’de eziyetlere karşı, Medine’de gazve ve seciyelerde bir motivasyon aracı olmuştur.
Dua, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) dilinde güzel ahlakın bir yansıması olarak günlük teşekkür dili ifadesi olmuştur.
Beddua, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) çaresiz kaldığı durumlarda Allah’a havale ve şikâyet aracı olmuştur.
Beddua, eziyetlerde aşırıya giden ve sınır tanımayan müşriklere, uyarı ve ihtar mahiyetinde olmuştur.
Beddua, maksatsız olarak kültürel dilin bir yansıması olmuştur.
Beddua, maksatlı olarak gadr, ihanet ve aldatanlara yönelik olmuştur.
Beddua şahıs ve davranış bazında olmuş ancak toplu beddua olmamıştır.
1- Parladır, “Dua”, 9/530-535.
2- “… Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua edin… Araf, 7/55
3- el-Furkân, 25/ 77.
4- Pehlivan, “İbni Sina’ya Göre Duaya İcabet ve Duanın Tesiri”.
5- el-Â’râf, 7/ 23, 55, 205; el-Bakara, 2/127, 186; el-Mâide, 5 /35.
6- el-Â’râf, 7/ 23.
7- Selahattin Parladır, “Dua”, TDV İslam Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 1994), 9/530-535.
8- el-Bakara, 2/186.
9- el-Furkân, 25/77.
10- el-Ankebût, 29/14
11- Nuh, 71/ 26-27
12- Hud, 11/45
13- İbn İshâk, Sîretü İbn İshâk, 346
14- İbn İshâk, Sîretü İbn İshâk, 346
15- İbn Sa’d, Kitâbü’t-Tabakâti’l-Kebîr, 5/194
16- İbn Sa’d, Kitâbü’t-Tabakâti’l-Kebîr, 1/155
17- İbn Sa’d, Kitâbü’t-Tabakâti’l-Kebîr, 3/155
18- Zehebî, Târîhu’l-İslâm, 2/192
19- el-Bakara, 2/260
20- Taberi, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, 4.168
21- İbn-i Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 2/69
22- İbn-i Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 2/70; Taberi, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, 4/163; İbnü’l-Esir, İslam Tarihi 2/93; Zehebî, Târîhu’l-İslâm, 1/557; Hamidullah, İslâm Peygamberi, 1/107; Mevdudi, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamberin Hayatı, 3-907
23- İbn Kesir, el- Bidaye, 1/64
24- İbn Kesir, el- Bidaye, 3/129
25- Zehebî, Târîhu’l-İslâm, 5/94
26- İbn Kesir, el- Bidaye, 8/83
27- İbn Sa’d, Kitâbü’t-Tabakâti’l-Kebîr, 6/201
28- Cafer Acar, Hz. Peygamber’in Savaş Stratejisi (Bursa: Emin Yayınları, ts.),15(İkinci Alıntıya göre Düzenleme yapılmalı)
29- Ali İmran, 123-124
30- Enfal, 8-9
31- el Vâkıdî, Kitabü’l Megazi, 1/300
32- Âl-i İmrân, 3/61
33- İbn-i Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 2/276
34- İbn-i Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 2/ 276
35- “Bizi yediren, içiren ve Müslümanlardan kılan Allah’a hamd olsun.” Bu ve benzeri birçok dua için Bkz. İbn Kayyim, Zâdu’l Mead, 410.
36- “Bizi ölümümüzden sonra dirilten Allah’a hamdolsun. Onun huzurunda toplanacağız.” Bu ve benzeri birçok dua için Bkz. İbn Kayyim, Zâdu’l Mead, 375.
37- “Allah’ın adıyla, Allah’a Tevekkül ettim… Allah’ım sapıklığa düşmekten veya düşürülmekten, ayağımın kaymasından, zulmetmekten veya zulme uğramaktan, cehalete düşmekten veya cahil görünmekten sana sığınırım” Bkz. İbn Kayyim, Zâdu’l Mead, 379.
38- Allahım senin sayende sabahladık, senin sayende akşamladık. Senin sayende yaşayacağız senin sayende öleceğiz. Senin huzurunda toplanacağız.” Bkz. İbn Kayyim, Zâdu’l Mead, 382.