İman ve Tebliğ Ekseninde Mümince Bir Duruş / Prof. Dr. Kerim Buladı

Günümüzde inkârcıya karşı müminin duruş ve tavrında önemli bir konu “diyalog yönteminin” nasıl olması gerektiğidir, düşüncelerinizi alabilir miyiz?

İnkârcılarla, kötülerle, hak yoldan sapmışlarla, işi gücü insanları doğru yoldan saptırmakla uğraşan kimselerle arkadaşlık kurmanın ve onlarla dostluk tesis etmenin ahirette telafisi mümkün olmayan pişmanlığa sebep olacağı Kur’an’da özellikle belirtilmiştir.

Mümin, dünyada kiminle arkadaşlık kuracağına dikkat etmeli, kimlerin peşinden gittiğine bakmalı, kimlere tabi olduğuna dair muhasebesini yapmalı ve hep iyilerle, Allah’a inanan ve O’na bağlı olanlarla arkadaşlık ve dostluk tesis etmelidir. Asla Allah’ı inkâr edenlerle, isyan edenlerle, Allah’ın razı olduğu İslâm’ı beğenmeyenlerle arkadaşlık ve dostluk kurmamalıdır.

Ancak bu gibi kimselerle diyalog kurmak da önem taşımaktadır. Zira diyalog, irtibat ve iletişim kurmadan tebliğ yapmanın, onları hakka davet etmenin mümkün olmadığı da bilinen bir gerçektir. Ancak bu nasıl olacak?

Kur’an’da, müminlerin, inkârcılarla nasıl diyalog kuracağı, iman ve inanç açısından nasıl bir duruş sergileyeceği, tavır ve eylem göstermesi gerektiği ve inanmayanlara karşı nasıl bir yol izlemeleri hususu üzerinde durulmuştur. İnanç ve iman bakımından, müminin sergilediği tutum ve davranışlar, her şeyden önce onun imanının ve teslimiyetinin bir göstergesidir. Mümin, iman ve inancının ona kazandırdığı bir duruş sergileyerek davasını temsil etmeli ve anlatmalıdır. Onun bu tavrı sayesinde, diğer insanlar, İslâm’ı tanıyacak ve benimseyecektir.

Allah Teâlâ’nın varlığına ve birliğine inanan, O’na şirk koşmayarak, yaratan Rabbine teslimiyet gösteren ve minnet duyan, aynı zamanda Allah’ın lütfettiği nimetlere karşı şükreden mümin kimse ile kendisine verilen nimetlere karşı nankörlük eden ve ahireti inkâr eden münkir kimse arasında geçen diyaloğu/konuşmayı Kur’ân, bir örnek olarak sunmuştur. (Kehf, 18/32-41)

Burada iki adam ve iki bahçe örneği veriliyor. Bu örnekte sahte ve geçici değerlerle ebedi ve kalıcı değerler anlatılıyor. Bu misalde ayrıca dünya hayatının zineti ile aldanıp gururlanan nefislerle Allah’a iman ile izzet bulan nefisler arasındaki farkı gösteren çok açık iki misal canlandırılıyor. İnanan/mümin kimse ile inkâr eden/münkir arasında diyalog ve karşılıklı konuşma çok serbest ve medenice geçmekte ve her ikisi de fikrini açıkça birbirine ifade etmektedir. Mümin, imanın verdiği cesaret ve güçle, mesajını taviz vermeden, tabiri caizse eğmeden bükmeden sunuyor, inkârcıya söylüyor ve mümince tavrını ortaya koyuyor. İslam’ı tebliğ etmek açısından her bir müminden istenen görev ve duruş da budur.

Müminlerin ehl-i kitapla olan ilişkileri, evrensel İslam algısına yönelik ciddi bir konu. Hele hele sosyal medya yoluyla iletişimin zirve yaptığı bu zaman diliminde bu konuya dair neler söylenebilir?

Müminler, Allah tarafından gönderilen bütün kitaplara ve peygamberlere fark gözetmeden inandıkları halde (Âl-i İmrân, 119), ehl-i kitap denilen Yahudi ve Hristiyan olarak bilinen toplumlar, Hz. Muhammed’in (s.a.v) peygamberliğini ve Kur’ân’ın ilahî bir kelam olduğunu kabul etmez. Öte yandan bu gruplar, peygamberlerin arasında ayrım yapmaktadırlar. Bununla birlikte Kur’ân, ehl-i kitapla ilişki kurmayı, bir takım iktisadî, sosyal, siyasal münasebetlerde bulunmayı yasaklamamıştır. Hatta onlarla güzel bir şekilde mücadele edilmesini şu şekilde tavsiye etmiştir. “İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki; Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilahımız da sizin ilahınız da birdir ve biz O’na teslim olan Müslümanlarız.”(el-Ankebût, 29/46).

Ayet, dikkatle incelenirse, evrensel içerik taşıyan prensiplerin ortaya konulduğu anlaşılır. Birincisi, ehl-i kitap denilen Yahudi ve Hristiyanlarla güzel bir şekilde ve medenî bir üslûpla mücadele edilmesi. İkincisi, bu mücadele esnasında Müslümanların, geçmiş ve geleceği kucaklayan cihanşümul mesajı ortaya koymaları. Kur’ân’ın işaret ettiği prensip, öyle bir muhteviyata sahiptir ki, bir Mümin, hem kendinden önceki peygamberlere ve Allah tarafından onlara vahyedilen gerçeklere, hem de son Peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v) ve ona indirilenlere inanır. Üçüncüsü, gerçekte bütün insanların ilâhı (tanrısı) birdir. Bu bütün insanlığın en temel ve en önemli müşterek noktasıdır. Buna göre, zatında ve sıfatlarında tek olan ilaha inanmak ve teslim olmak öncelik arz etmektedir. Müslümanların, ehl-i kitapla veya temsilcileri ile kurdukları diyalogda, bu ayette sıralanan düsturları öne çıkarmaları ve tevhid akidesinin kesin ölçüsünü hatırlatmaları gerekir.

Ayetin indiği dönemde, Müslümanların hicret edebileceği tek emin ülke Habeşistan idi. O sıralarda Habeşistan, Hristiyan yönetiminde bir ülke idi. Bu sebeple ayetlerde Müslümanlara, öyle bir durumla karşılaştıklarında kitap ehli ile nasıl tartışacakları öğretilmektedir. Bir bakıma Kur’ân, Müslümanların onlara karşı nasıl duruş sergileyeceklerini, nasıl diyalog kuracaklarını ve diyalog esnasında hangi düsturları ortaya koyacaklarını açıklamıştır ki, bu durum, hem iletişim açısından hem de Müslümanların sergileyeceği tavır bakımından önem arz etmektedir.

Hz. Peygamber (s.a.v.), ehl-i kitapla sosyal ve siyasi münasebet kurmuş ve bunu pratik olarak kendi hayatında göstermiştir. Medine’ye hicret edince Yahudilerle çeşitli anlaşmalar yapmıştır. Müslümanlarla, Müslüman olmayan Arap ve Yahudiler arasında anlaşmayı temin edecek, toplumdaki sosyal hayatın kurallarını sağlayacak bir programa ihtiyaç duyulmuştu. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.v), Müslüman olmayan Arap ve Yahudileri içine alan ilk yazılı anayasa metnini hazırlattı. Bu durum, Hz. Peygamber’in (s.a.v), ehl-i kitap olan Yahudilerle ve müşrik Araplarla sosyal ve siyasi münasebet kurduğunu göstermektedir.

Omurgalı bir duruşun içini layıkıyla doldurmak hiç kolay değil. Bu konunun bir incelikler alanı olduğu göz önünde bulundurulursa, sizce Müslüman kimliğini açıklamanın şekli, tarzı, incelikleri nasıl olmalı?

Bir müminin, Allah’ın varlığını ve birliğini itiraf ettiğini ve Müslümanlardan olduğunu dili ile söylemesi ve fiilî olarak ispatlaması, aslında dini kimliğin inşasında büyük önem taşımaktadır. Ayrıca, Allah nezdinde de kıymetli bir davranış ve teslimiyettir. “Ben Müslümanlardanım.” demek, aynı zamanda bir izzet ve şereftir. Çünkü Kur’an’a göre asıl izzet/üstünlük, ancak Allah’ın, peygamberlerin ve müminlerindir.

Kur’an, ehl-i kitaptan bir kısmının, müminleri saptırmak için çalıştıklarını, oysa bu hareketleriyle ancak kendilerini saptıracaklarını belirttikten sonra ehl-i kitabı, gerçeği görüp bildikleri halde, hangi sebepten dolayı Allah’ın ayetlerini inkâr ettiklerini sorgulamıştır. Onların, doğru ile eğriyi/hak ile batılı birbirine karıştırdıklarını ve bile bile hakkı gizlediklerini açık bir şekilde ortaya koymuştur (Âl-i İmrân, 3/69-71).

Ehl-i kitap, yani Yahudi ve Hristiyanlar, müminlerin, ancak Hristiyan ya da Yahudi olmaları halinde kurtulacaklarını iddia etmişlerdir. Kur’an, onların, gerçekten uzak olan bu iddiasına cevap vermiş ve müminlerden de onların bu batıl iddialarına karşı, Allah’a iman ettiklerini ve teslimiyet gösterdiklerini söyleyerek cevap vermelerini istemiştir. Kur’an’da bu husus şöyle dile getirilmiştir:

“Yahudiler ve Hristiyanlar, Müslümanlara şöyle dediler: ‘Doğru yolu bulmanız için Yahudi ya da Hristiyan olunuz.’ De ki: “Hayır! Biz, hanif (her türlü batıl dinden uzak durup, yalnızca hak dine yönelen kişi demektir) olan İbrâhim’in yoluna uyarız. O, müşriklerden değildi.” Deyin ki: “Biz Allah’a, bize indirilene (Kur’an’a), İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Yakuboğullarına indirilene, Mûsâ ve İsa’ya verilen (Tevrat ve İncil) ile bütün diğer peygamberlere Rab’ lerinden verilene iman ettik. Biz O’nun peygamberlerinden hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz ancak O’na boyun eğen Müslümanlarız.” (Bakara, 2/135-136).

Yahudiler, Müslümanları, Yahudiliğe, Hristiyanlar da Hristiyanlığa davet edip durdular. Bunlar, ikisi bir araya gelmez iken, her biri kendi yoluna davet edip ihtilaf ve tartışma çıkardılar, hem de bunun hidayet olduğunu iddia ettiler. Bunların iddialarına karşı Allah Teâlâ, Hz. Peygamber’e (s.a.v.) ve müminlere, küfür ve şirkten arınmış olarak İbrahim milletine tabi olmayı, onun milletinin ve ehlinin içerisinde yer almayı emretmiş ve Hz. İbrahim’in müşriklerden olmadığını bildirmiştir. Allah Teâlâ, müminlerden, Hristiyan ve Yahudilere, Allah’a, Kur’an’a, diğer peygamberlere indirilenlere ve verilenlere, hiçbirinin arasında fark gözetmeksizin inandıklarını söylemelerini istemiştir. Ayrıca Allah Teâlâ, Hz. Pegamber’den (s.a.v.) ve müminlerden, “Biz sadece Allaha teslim olmuşuz.” şeklinde bir söylemde bulunarak, kimliklerini açıkça ortaya koymalarını istemiştir. İşte İslâm milleti, böylesine geniş ve bütün dinleri içine almış olan en mükemmel bir din ve büyük bir millettir/ümmettir. (Yazır, Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, 1971, I, 514-515).

Kur’an’ın beyanına göre, Allah Teâlâ, Hz. Peygamber’den (s.a.v.), hem de ona inananlardan, açık bir şekilde iman ve Müslüman kimliğini ehl-i kitaba karşı kararlı ve cesur bir şekilde açıklamalarını ve ortaya koymalarını istemiştir. Müslümanlığın hem dünyevi hem de uhrevî birçok ilkeleri, görünür bir hüviyet arz eder. Gizli Müslümanlık ancak belirli şartlarda uygulanır. Fakat aslolan Müslümanlığı ve bu inanca dair gerçekleri alenen uygulamak ve göstermektir. Zira Allah’ın kullarından yapmalarını istediği öyle emirleri vardır ki, açıktan yapılması zorunludur. Cuma namazı ve hac görevleri gibi. Bu yüzden, Müslüman, öyle bir duruş sergilemelidir ki, Müslüman olduğunu amelleriyle, ibadetleriyle hem sezdirmesi hem de göstermesi, cihanşümul dinin en belirgin özelliğidir. Zira bu din, bütün insanlığa gönderilmiştir. Bütün kâinat, Allah’a teslim olmuş ve itaat etmiştir. Bu yüzden müminin, Müslümanlığını görünür kılması ve söylemesi, inandığı dinin emri ve önerisidir.

Peygamberlerin örnek duruşu ise bütün insanlığa her bakımdan örnek modellemeler içeriyor. Biraz bahseder misiniz?

Müminlerin, sadece inanç, ibadet ve ahlakî açıdan değil, bütün yapıp ettiklerinde Kur’an’da örnek gösterilen peygamberler ve onlara inanan müminler gibi iman, ahlak, amel bakımından duruş sergilemeleri büyük önem taşımaktadır. Peygamberler ve onlara inananlar, Allah’ın emir ve yasaklarını uygularken ve tebliğ ederken kendilerini kuşatan zorluklara ve karşıt güçlere karşı nasıl bir duruş ortaya koymuşlar, nasıl yürekli, vakarlı, heybetli, azimli bir şekilde davranmışlardır? Davalarını temsil noktasında yılmadan, bıkmadan ve gevşeklik göstermeden nasıl direnmişler ve kendileri gibi kalmayı başarmışlardır? Taviz vermeden, eğilip bükülmeden hangi imkânla yiğitçe bir duruş sergilemişlerdir? gibi sorulara verilecek cevap oldukça önemlidir ve bunu Kur’an, çeşitli misallerle açıklamıştır.

Öncelikle soruda geçen “örnek duruş” kavramını açıklamak istiyoruz. Biz burada “duruş” kavramı ile durma işi veya biçimi, esas duruş, rahat duruş, temel duruş, hazır ol duruşu, ihtiram duruşu, saygı duruşu tarzında açıklanan “duruş” (Şükrü Haluk Akalın ve diğerleri, Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, Ankara, 2009, s. 579) kelimesini kastetmemekteyiz. Burada duruş kelimesi, oturuş, kalkış, yatıp kalkma, yürüyüp koşma gibi pozisyonları ifade etmek için değil mecazi anlamda tutum ve davranış, gösterilecek tepki, cesur bir tavır alma, nerede duracağını, hangi safta yer alacağını bilme ve tayin etme gibi hususları ifade etmek için kullanılmıştır.

Mümin bir kimsenin, yaşadığı toplumdaki insanlara, çeşitli inanç kesimlerine, inandığı dine ve sürdürdüğü hayat şekline karşı çıkanlara ve dil uzatanlara inancından neşet eden bir duruşla tepki göstermesi, tavır alması elzemdir. Mümin bir kimsenin, şeriatla bağdaşmayan hal ve hareket tarzlarına ve bunların mensuplarına karşı bir duruş sergilemesi, onun imanın vazgeçilmez ilkesini oluşturur. Bu noktada mümin, kimi örnek alacak, hangi ölçütlere bağlı kalacak ve bunu nasıl gerçekleştirecek? Elbette bu sorulara verilecek cevap, Kur’an’ın bu konuda açıkladığı ilkelere, örnek gösterdiği peygamberlere ve onlara inanan kimselerin yoluna tabi olmak şeklinde olacaktır. Bu amaçla biz, Kur’an’da örnek gösterilen bazı peygamberlerin, Allah’ın dinini tebliğ esnasında, ümmetlerini uyarma konusunda ve bu eylemlere gösterilen şiddetli karşı koyma ve tepki gösterme sırasında ehl-i küfre, zalimlere ve ikiyüzlülere karşı nasıl tavır sergilediklerini bazı peygamberlerin peygamberin zatında çok öz olarak anlatmak istiyoruz.

Hz. İbrahim (a.s.), putperest bir toplum içerisinde dünyaya gelmiştir. Kur’ân’da adı geçen birçok peygamber, onun neslinden gelmiştir. Ayrıca Kur’ân, onun Allah tarafından dost edinildiğini “…Allah İbrahim’i dost edinmiştir.” ) (Nisâ, 4/125) ifadesi ile açıklamıştır.

Hz. İbrahim, küçük yaşta, babası ve kavminin tapmakta oldukları putlardan uzaklaşmış ve onlara karşı tavrını, cesur bir şekilde ortaya koymuştur. Hz. İbrahim (a.s.), babasının ve kavminin putlara taptıklarını görünce onları sert bir dille kınamaktan çekinmemiş, putların tapılmaya layık olmadığını, bunların Allah ile insanlar arasında vasıta olamayacaklarını, hatta onlardan hiçbirinin fayda sağlayamayacaklarını ve zarar veremeyeceklerini bildirmiştir. (Enbiyâ, 21/66). Allah Teâlâ, Hz. İbrahim’in babasına ve kavmine yürekli söylemini şöyle açıklamıştır: “İbrâhim, babası Âzer’e, “Putları tanrılar mı sayıyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapkınlık içinde görüyorum.” demişti.” (En’am, 6/74).

Hz. İbrahim (a.s.), tevhid inancını ikrar ettiğini ilan ettikten ve hanifliğini ortaya koyduktan sonra kavmi onunla Allah’ın birliği, O’nun dini, O’nun emrine tabi olma ve itaat etme konusunda mücadele etmeye başladı. Kendisine yapılan bütün tehditler karşısında Hz. İbrahim, Allah’ın kendisini hidayet ettiği dine, tevhide, itaat ve emrine tabi olma sayesinde, asla zarar ve faydaları olmayacak putlardan ve Allah’a ortak koştukları şeylerden korkmayacağını, bütün benliğiyle çekinmeden açıklamıştır. Kur’an, onun bu cesur çıkışını ve duruşunu onlarla olan diyaloğunda şöyle dile getirmiştir:

“Kavmi onunla tartışmaya girişti. Dedi ki: “Beni doğru yola iletmişken, Allah hakkında benimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz? Hem sizin O’na ortak koştuklarınızdan ben korkmam; ancak Rabbimin bir şey dilemiş olması başka. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız?” “Allah’ın, size, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O’na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden ne diye korkayım? Öyle ise iki taraftan hangisi güvende olmaya daha lâyıktır? Eğer biliyorsanız söyleyin.” (En’âm, 6/80-81).

Hz. İbrahim’in, tevhid uğrundaki mücadelesi, bu mukavemeti bir başka deyişle duruşu, kendisinden sonra gelen bütün peygamberlere ve onlara inanan müminlere örnek olmuştur. Hz. İbrahim (a.s.), Allah’a kayıtsız şartsız bütün varlığı ile teslim olanların önderi ve sembolüdür. O, bu konuda teslimiyetin, sabrın, fedakârlığın, korkusuzluğun öncüsü ve âbidesi olmuştur. Onun bu kabiliyette ve samimiyette olduğunu Allah Teâlâ bütün insanlığa şöyle bildirmiştir. “Rabbi ona “Teslim ol.” dediğinde, “Âlemlerin Rabbine teslim oldum.” demişti.” (Bakara, 2/131).

Hz. İbrahim, şek ve şüpheden âri olan imanî duruşu, teslimiyeti ve fedakârlığı neticesinde, Allah tarafından tabi tutulduğu imtihanı kazanmıştır. Allah Teâlâ, Hz. İbrahim’in, kendisine boyun eğişindeki samimiyetini, ilâhî emre tabi olmadaki bağlılığını, karşılıksız bırakmamıştır. Allah’ı bir tanıyan Hz. İbrahim’in dinine tabi olan kimseden dince daha güzel bir dine sahip olanın bulunmadığını ifade ederek onu halîl (dost) edindiğini açıklamıştır. (Nisâ, 4/125). Allah Teâlâ, Hz. İbrahim’i, tevhidi hâkim kılmak için gösterdiği çaba ve cesareti, ihlası ve samimi duruşu neticesinde bütün müminlere örnek göstermiştir. (Mümtehine, 60/4, 6).

O, tek başına putperest kavmi ile mücadele etmekten çekinmemiştir. Bu özelliğinden ve dik duruşundan dolayı Kur’an, onu tek bir ümmet olarak vasıflandırmıştır. (Nahl, 16/120). Şüphesiz Hz. İbrahim, başlı başına bir ümmetti. İnsanlar, hep kâfir iken o, bir hanif, yani batıl dinlerin hepsinden yüz çevirerek hakka yönelmiş temiz bir muvahhid (Allah’ın birliğine inanan) olarak Allah için ayağa kalkmıştı. Hem o, müşriklerden değildi. Müşrik oldukları halde kendilerini İbrahim’in milletinden sayan Kureyş ve diğerleri gibi müşriklerin dinine asla katılmamıştı. Allah’ın nimetine karşı şükredici idi. O, nimetlerin şükür vazifesini yerine getirmişti. O, Allah için ayağa kalktı. Bu yüzden Allah, onu, insanlar arasında iyilikle anılarak övgüye mazhar kıldı. Her din mensubu onu sever, özellikle Müslümanlar, namazlarında onu, anarlar. (Yazır, Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, V, 3135-3136).

Hz. İbrahim (a.s.), küfrün karşısında tek başına cesur bir duruş sergilemiş, Allah’ın varlığını ve birliğini korkmadan, yılmadan ve zafiyet göstermeden anlatmıştır. Hz. İbrahim’in, tevhidin atası olarak anılmasının sebebi, onun, inkârcıların karşısında sergilediği yürekli duruşudur. O, bir topluluğun, bir cemaatin ya da bir kalabalığın yapmaktan çekineceği hakikati/tevhid gerçeğini açıklamaktan geri durmamış ve her türlü baskı ve işkenceye karşı direnerek muvahhid olduğunu ispatlamıştır. Allah da onun bu fedakârlığını ve asil duruşunu boşa çıkarmamış “Biz ona dünyada güzellik verdik. Muhakkak ki o, âhirette de salihlerdendir.” beyanı ile bitmez-tükenmez bir ödülle onu şereflendirmiş, Hz. Muhammed’e (s.a.v) ve ümmetine onun dinine tabi olmayı vahyetmiştir. (Nahl, 16/122-123)

Hz. İbrahim (a.s.) böylece kendisinden sonra gelen bütün gençlere, putperestliğe, putçulara ve inkârcılara karşı nasıl direnileceğini ve nasıl duruş sergilenmesi gerektiğini öğretti. Çağları aşan ebedî bir direnişin dersini verdi, hatırasını bıraktı, tevhid davasını yüklenmenin ve anlatmanın, ateşi bile gülistana çevireceğini gösterdi. İşte Müslümanın, küfür ve ehl-i küfür karşısında sergilemesi gereken tavır ve duruş.

Bu konuda çeşitli peygamberlerden daha fazla misal getirmek mümkündür. Ancak, mülakatın uzamaması ve biraz da bu hususta kaleme alınan kitabı, okuyucuyla buluşturmak maksadıyla Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) duruşunu anlatmakla iktifa etmek istiyoruz.

Hz. Peygamber, mü’minlere, ehl-i imana, dostlarına ve arkadaşlarına karşı nasıl muamelede bulundu, onlara karşı nasıl bir duruş sergiledi gibi konulara değinmek istemiyoruz. Zira bu husus, Kur’an sisteminde ve Rasûlullah’ın (s.a.v.) hayatında anlatılmaya ihtiyaç hâsıl olmayacak derecede açık ve müsellemdir. O, dava arkadaşlarına karşı gayet merhametli, şefkatli, anlayışlı, sevecen ve bir o kadar nazik davranmayı başarmış ve onları, ashâb ünvanına layık görmüştür.

Kur’an-ı Kerîm’de Hz. Peygamber’in (s.a.v), kâfirlere/inkârcılara, münafıklara/ikiyüzlülere, yalancılara, günahkârlara, Allah’ın zikrinden gafil olanlara karşı nasıl tavır takınacağı ve onlara karşı nasıl duruş sergileyeceği açık ifadelerle belirtilmiştir. (Kehf, 18/28; Furkân, 25/52; Ahzâb, 33/48; Kalem, 68/8; İnsan, 76/24 vb.)

“Ey Peygamber! Allah’tan kork, kâfirlere ve münafıklara boyun eğme…” (Ahzâb, 33/1) ayeti, Hz. Peygamber’e (s.a.v.), kâfir ve münafıklara asla boyun eğmemesini ve itaat etmemesini emretmektedir. Rivayete göre bir takım ileri gelen müşrikler “Uhud” savaşından sonra Medine’ye gelmişler, münafıkların lideri Abdullah b. Übeyy’in evine misafir olmuşlardı. Hz. Peygamber (s.a.v.), bunlara kendisiyle görüşmek üzere emân vermişti. Bu görüşme sırasında Rasûlullah’a (s.a.v.): ‘sen bizim taptıklarımızı diline dolamaktan vazgeç, “onlar, menfaat sağlayabilir, şefaat edebilir” de, biz de seni Rabbinle baş başa bırakalım’, dediler. Onların bu sözlerine Hz. Peygamber’in (s.a.v) canı sıkıldı, orada bulunan Hz. Ömer, Hz. Peygamber’den (s.a.v) onları öldürmesi için izin istedi. . Fakat Hz. Peygamber (s.a.v), buna izin vermedi ve onlara emân verdiğini söyledi. Bunun üzerine, verilmiş olan emânın bozulması konusunda Allah’tan korkmalarını ve kâfir ile münafıkların sözlerine boyun eğmemelerini, Rasûlullah’ın şahsında mü’minlerden isteyen bu ayet nâzil olmuştur. (Ali b. Ahmed el-Vâhidî, Esbâbu’n-Nüzûl, Dâru’l-Ceyl, tahkik, Said Mahmûd, Beyrut, ts., s. 259; Ali Özek ve diğerleri, Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Meâli, el-Ahzâb Sûresi, 1. ayetin izahı).

Görüldüğü gibi Rasûlullah (s.a.v), sözüne, emânına ve verdiği garantiye bağlı bir duruş sergilemiş, müşriklere ve münafıklara karşı bile sözünün eri olduğunu göstermiştir. Bu durum, onun yüce bir karaktere ve ahlaka sahip olduğunu da ortaya koymaktadır.

Hz. Peygamber (s.a.v.) kâfirlere, kâfir olduklarını söyleyebilecek cesarete ve kararlığa sahipti. Bu hususta hiç çekinmeden yeri geldiğinde onların inanç kimliklerini de ortaya koyardı. İnkârcı olduklarını yüzlerine söylemekten çekinmezdi.

Müşrikler, Hz. Peygamber’e (s.a.v), bir sene kendi dinlerine tabi olmasını, bir sene de kendilerinin Hz. Peygamber’in (s.a.v.) dinine tabi olmasını teklif ettiler. Şayet Hz. Peygamber’in (s.a.v.) getirdiği dinin onların inandığı dinden daha hayırlı ise, buna ortak olacaklarını, nasipleneceklerini, şayet kendilerinin tabi olduğu dinin, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) getirdiği dinden hayırlı ise, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) onlara ortak olmasını ve nasiplenmesini söylemişlerdir. Bu teklifler karşısında Hz. Peygamber (s.a.v.), Allah’a bir şeyi ortak koşmaktan O’na sığındığını bildirerek kâfirlerin önerilerini reddetmiştir. Hatta kâfirler, Hz. Peygamber’e (s.a.v.), kendi ilahlarından bazısına el sürmesini, bunu yapığı takdirde kendilerinin de Hz. Peygamber’i (s.a.v.) tasdik edip onun ilahına ibadet edeceklerini bile teklif etmişlerdir. Allah Teâlâ, bunun üzerine şu ayetleri indirmiştir. Rasûlullah (s.a.v), sabahleyin Kureyş’in ileri gelenlerinin de bulunduğu bir sırada Mescidi Haram’a gitmiş ve Kâfirûn sûresinin ayetlerinin tamamını onlara okumuştur. “De ki: “Ey inkârcılar! Ben sizin tapmakta olduğunuz şeylere tapmam. Siz de benim taptığıma tapıyor değilsiniz. Ben sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapıyor değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” (Kâfirûn, 109/1-6). Onlar, bu ayetleri duyduktan sonra Hz. Peygamber’den (s.a.v.) ümitlerini kesmişlerdir. İnkârcılar, bu hadiseden sonra Hz. Peygamber’e (s.a.v) ve ashabına eziyet ve baskı uygulamayı sürdürmekten de geri durmamışlardır. (Vâhidî, Esbâbu’n-Nüzûl, s. 361).

Görüldüğü üzere Hz. Peygamber (s.a.v.), kâfirlere/inkârcılara, “ey kâfirler” diye seslenmiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bu uygulaması, onun cesaretini, yürekliliğini ve hakkı söylemedeki kararlılığını açık bir şekilde göstermektedir. Rasûlullah’ın (s.a.v.) kâfirlere karşı sergilediği davranış, hakkı anlatma hususunda bütün müminlere örnek teşkil edecek asîl bir duruşun ifadesidir.

“Ey peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et ve onlara karşı çetin ol…” (Tevbe, 9/73). “Kâfirlere ve münafıklara boyun eğme. Onların eziyetlerine aldırma. Allah’a güvenip dayan, vekîl ve destek olarak Allah yeter.” (Ahzâb, 33/48) ayetlerinin gereği olarak Hz. Peygamber (s.a.v.), şahit, müjdeci, uyarıcı özellikleri ile nur saçan bir kandil gibi insanlara tebliğini yapmış ve onları aydınlatmıştır. İslam davasını tebliğ ederken kâfirlerin ve münafıkların kendisine reva gördükleri baskılara ve zorluklara katlanmış, İslam davası uğrunda asla onlara taviz vermemiştir. İşte bu peygamberî duruşun sayesinde İslam dini yayılmış ve bu dine samimiyetle bağlı olanları, Allah muzaffer kılmıştır.

Konuyla ilgili olarak “Mümin kimleri sevmeli?” desek ne dersiniz?

Mü’min, kimleri sevmeli, kimlere karşı muhabbet duymalı, gönül dünyasında kime yer vermeli ve gönlünü kime açmalı gibi konular, kulluk hayatının en dikkat çekici ve en anlamlı meseleleridir. Hatta bu husus, müminin, iman, amel ve ahlak boyutu ile de doğrudan ilgilidir ve aynı zamanda, mümin kimliğinin oluşmasını sağlayan temel faktördür. Bu durum, müminin, yaşadığı toplumda ve çeşitli inanç grupları arasında sağlam ve onurlu duruşunun da bir simgesidir.

Kur’ân-ı Kerim, Allah Teâlâ’nın, kimleri ve hangi işleri sevdiğini kesin ifadelerle açıklamıştır. Bu yüzden Allah’ın varlığını ve birliğini, O’nun âlemlere rahmet olarak gönderdiği Hz. Muhammed’in (s.a.v) peygamberliğini ve Allah tarafından getirdiklerini kabul eden müminlerin, sevgisinin ya da sevgisizliğinin, Kur’ân ve hadislerin ölçüsüne göre olması, imanın bir gereğidir. Müslümanca duruşun, temel kaidesi de budur.

Kim, hangi dine mensup olursa olsun, hangi ırktan gelirse gelsin, hangi renge sahip bulunursa bulunsun herkese karşı saygılı olmak, haklarına riayet etmek, onlara adaletle davranmak, Kur’ân’ın emridir. Öte yandan Kur’an, herkesi sevmeyi, herkesin yaptığını hoş karşılamayı uygun görmemiş, hatta yasaklamıştır.

Sevgi, insanın aslî fıtratında mevcuttur. Fıtratımızda sevgi olmasaydı, işimizi, eşimizi, aşımızı, çocuklarımızı, ana-babamızı, akrabalarımızı, dostlarımızı ve her şeyden önce Allah’ımızı ve Peygamberimizi sevemezdik. Bütün fiillerimizde öncü kuvvet sevgidir. Allah, her insanın ve hatta her varlığın gönlüne sevgi tohumunu ekmiştir. Filizlenen ve yeşeren bu sevgi sayesinde yaşamayı anlamlı kılmaktayız. Bu da Allah’ın biz insanoğluna sunduğu en büyük ikramlardan biridir.

Kur’ân’da, inanan ve onu hayat düsturu kabul eden müminlerin, sevgi veya sevgisizliği, hangi şeylere ve kimlere göstereceği de en açık bir şekilde vurgulanmıştır. Allah Teâla’ya ve Hz. Peygamber’e (s.a.v) inanan ve onları seven kimselerin, sevgi konusunda takip edeceği yolun açık bir şekilde belli olması, bu meselenin, imanla doğrudan bağlantılı ve iç içe olduğunu da gösterir.

Kur’ân’da, Allah Teâlâ’nın, Hz. Peygamber’e (s.a.v.) tabi olanları (Âl-i İmrân, 3/31), Allah yolunda cihad edenleri (Mâide, 5/57, Saf, 60/4), muhsinleri (Bakara, 2/195; Âl-i İmrân, 3/134), muttakîleri (Âl-i İmrân, 3/76), tevbe edenleri ve temizlenenleri (Bakara, 2/222), sabredenleri (Âl-i İmrân, 3/146), âdil davrananları (Mâide, 5/45, Hucürât, 49/9), tevekkül edenleri (Âl-i İmrân, 3/159) sevdiği de önemle beyan edilmiştir. Bu durum, Müslüman’ın, Allah’ın sevdiklerine muhabbet duymasını gerekli kılar. Allah Teâlâ’nın, bir şeyi, bir ameli, bir davranışı ve bir kimseyi sevdiğini ve bundan hoşnut olduğunu ifade etmesi, O’nun varlığına ve birliğine inananların da böyle hareket etmesini hem zorunlu kılar hem de kulluğun ve Allah’a bağlılığın temelini oluşturur. Bu yüzden, Allah’a, dine ve peygambere gösterilen muhabbet ve dünyayı ilgilendiren hususlara duyulan sevgi, Kur’ân’ın üzerinde durduğu mühim bir konu olmuştur.

Kur’ân’da, Allah Teâlâ’nın, neyi ve kimleri sevmediği çeşitli ayetlerde ortaya konulmuştur. Mü’minlerin, dünyevî ve uhrevî işlerini bu ölçülere göre tanzim etmesi, onların, imanının vazgeçilmez prensipleridir. Kur’ân, Allah Teâlâ’nın, aşırı gidenleri, haddi aşanları (Bakara, 2/190), küfürde ve günahta ısrar edenleri (Bakara, 2/76), kâfirleri (Âl-i İmrân, 3/22), günahkâr nankörleri (Bakara, 2/276, zâlimleri (Âl-i İmrân, 3/57), hainliği meslek edinmiş günahkârları (Nisâ, 4/107), kendini beğenen, daima övünüp duran ve böbürlenen kimseleri (Nisâ, 4/36), kötü sözün açıktan söylenmesini (Nisâ, 4/148), bozgunculuğu ve bozguncuları (Bakara,2/205), israf edenleri (En’âm, 6/141), çok hain ve nankörleri (Enfâl, 8/58), büyüklük taslayanları (Nahl, 16/23) ve şımaranları (Kasas, 28/76) sevmediğini kesin ifadelerle izah etmiştir.

Allah’ın sevmediklerini, mü’minlerin sevmesi ve onlara muhabbet duyması asla düşünülemez. Mü’min, Allah’ın razı olmadığı ve istemediği işleri yapan kimseleri ve onların fiillerini hoş göremez. Mü’min, Allah’ın sevdikleri kimselerin safında yer alır, onlara karşı sevgi besler.

Allah’a muhabbet duyanlar, Allah’ın yolunda yürüyen sevgili kullarına da muhabbet duyarlar. Onları Allah için severler. Çünkü asıl sevgi, Allah sevgisidir. Diğer bütün sevgiler bu ana gövdeden fışkırır, dal budak salar, çiçek açar ve meyveye durur. Bu ana gövdeden beslenmeyen sevgiler sönmeye, yok olmaya mahkûmdur.

Allah’a ve âhirete gerçek manada inanan şuurlu mü’minler, tevhid eksenli, Allah (c.c.) ve Rasûlünü (s.a.v.) merkeze alan sevgide odaklanmışlar, onların emir ve ilkelerine karşı mücadele eden, düşmanlık gösteren hiçbir kimseye sevgi göstermemişler hatta en yakın akrabalarından ve kavimlerinden bile uzak durmuşlardır (Mücâdele, 58/22).

Şu ana kadar insan ve çevresi üzerinden sorular sorduk. Peki mümince duruşun müminin iç dünyasında duygu âleminde nasıl bir karşılığı olması gerektiğini düşünmeliyiz? 

Mümin, “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.” (Âl-i İmrân, 139) ayetinde belirtildiği gibi, inancı uğrunda başına gelenlere sabırla karşılık vererek, ümitsizliğe kapılmayan ve her daim ümitvar olan kimsedir. İman, onun en büyük imkânı ve kuvvetidir. O, yeri geldiğinde özne olmayı beceren bir kişiliğe sahiptir. Günde kıldığı beş vakit namazların her rekâtında mümin, dosdoğru yolda sabit kalmayı, İslam yoluna girmeyi, Allah uğrunda mücadele vermiş peygamberlerin, şehitlerin, salihlerin ve sıddıkların izinden yürümeyi istemektedir. Bu yüzden, Allah rızası için yola çıkan hiçbir müminin gönül dünyasında ye’se düşmek, yılmak, geri çekilmek yoktur. O, imanından aldığı izzet ve güçle daima mümince duruşunu korur ve buna bağlı olarak sürekli hakkın ve haklının yanında yer almayı başarmak için bütün özverisi ile çaba sarf eder. Özünü de bilir, özünü bildikçe marifete ulaşır ve özgür olmanın hazzını yaşar. O, sadece Allah’ın kuludur ve Allah’a kulluk eder. O, mümince duruşu sergilediği müddetçe, iç âlemi de haliyle itminan içerisinde olur. Gerçek duruş ve özgürlük de budur zaten.