Epistemolojik Bir Çerçevede İnanç ve Akıl / Dr. Fatih Yunus Özel

Bugün, her biri bir felsefe unsuru dahi sayılamayacak şımarıklıklar mantık ve düşünce süzgecinden geçmeden, akıllı canlı olan insanın, akılsız söylemleri olarak piyasada dolaşıyor. Bir absürtlük ajandası haline geldi ortalık. Batı’nın Orta Çağ’daki, kendi dinlerinin bilim-dinle olan çelişkilerini, 21.yüzyılda İslam’a uyarlamaya kalkan cahil bir mottoya dönüştürdüler. Hiç Tevrat ya da İncil yakıldığını görmedim, görmeyeyim de… Laik, seküler, sosyal devlet olgularıyla kendilerini dünyaya tanıtan bazı devletlerde Kur’an yakılmaya başlandı. Neden acaba? Tüm bu inançsızlık ve şımarıklıkların temelinde Müslümanların kendi dertlerini anlatamamalarının, İslam’ı layıkıyla temsil edememelerinin, kendi birikim ve geçmişlerini iyi bilmemelerinin de dolaylı bir rolü var. Yani dünya konjonktürüne kendi ağırlıklarını bir hak ediş olarak ortaya koyamamaları diyelim buna. Hoş, bilim denen şey bugün, tüm devletlerin birbirine galebe çalmak için kullandığı bir koçbaşı ve artık Batı, müstakil bir kutup ya da sıklet merkezi olmaktan çoktan çıkmaya başladı. Üstelik kendi gözünde kendi itibarını kaybeden gelişmelere de gebe…

Bilim tarihi açısından, bilim insanlığın ortak birikimi ve Müslümanlar, Yunan filozoflarından aldıkları metot ve kırıntıları dahi kaynak göstererek aktardılar. Bugünkü Batı ise kendi geçmişinde Endülüslü Müslümanlardan aldıkları devasa ilmî birikimleri kendi bilimsel çalışmalarıyışmış gibi pervasızca kullandılar. Bu konuları okumayan Müslümanlar ise son 150-200 yılın fotoğrafını çekip hiç hak etmedikleri bir kompleks içinde yaşıyor ve düşünüyorlar. Oysa senin sermayenle adam olmuş Batılı… Üstelik hiçbir toplum, kendi kültürünün diğer kültürler karşısında hafife alınmasını istemez. Hem medeniyet hem kültür olarak hiçbir toplum kendi değerlerini ve birikimlerini küçümsemez. Gelinen noktada ise başka toplumların inanç sorunlarını dahi iğrenç bir ezberle kendi akaid dünyasına uygulamaya kalkan inanç adına aciz topluluklar türedi. İslam her dinden daha çok bilime değer verdiği ve bilimsel ilerlemeyi teşvik edici olduğu için Hristiyanlıkta görülen din-ilim çatışması İslam dünyasında yaşanmamıştır. Mevlana 13. yüzyılda atomun yapısını ve parçalara bölünebileceğini sembolik bir dille anlatırken; “Eğer bir atomu kesersen ortasında bir güneş ve onun etrafında durmadan dönen gezegenler görürsün.” der. Türk düşünür ve mutasavvıfı Davudü’l-Kayserî 14. yüzyılda atomun ve tabiatın aslının enerji olduğunu söyler. Daha astronomi, optik, biyoloji konularındaki yüzlerce örneğe hiç girmeyelim, çünkü saymakla ve yazmakla bitmez. Rahmetli Prof. Dr. Fuat Sezgin Hoca’dan Allah (c.c.) razı olsun ki bu çalışmaları, o devirlerde üretilen somut malzemeleriyle, görüşleriyle, kaynaklarıyla ortaya koymuştur. Hakeza İbn Sina’nın “meyli hareket teorisi” Batıda ancak Orta Çağ’da “Impetus” teorisi olarak karşılık bulur. Modern geometride kullanılan “tangent teoremi” el-Habeş el-Hâsib’in (öl.864) eseridir. Bu ilmî üretim, İslam dünyasında 10., 11., 12., 13. yüzyıllarda devam eder ve 14. yüzyılın ikinci yarısına kadar bu gelişmişlik sürer. 14. yüzyıldan itibaren bu çabalar kurumsal desteklerini yitirir ve kişisel çabalara döner. Batı’da yaşayan Hristiyan ve Yahudi bilim adamları, İslam bilim tarihinin klasik eserlerini 10., 11. yüzyıldan başlayarak 18. yüzyıla kadar Latince ve İbraniceye çevirirken yeni bir Batı bilim tarihi yazmışlar ve bu çalışmalar sayesinde 18. yüzyıldan itibaren İslam memleketlerini ekonomik ve siyasi olarak istila etmeye başlamışlardır. Sonuçta bilim ve teknoloji, Batının elinde bir silah ve ideolojiye çoktan dönüşmüştür. (Prof.Dr.Mehmet Bayraktar, Makale İslam Bilim Tarihi, Kayıp Medeniyetin İzinde Sf.57)

Sonuç olarak Batıda bir bilim bilinci 17.yüzyıldan itibaren oluşmaya başlamıştır. Batılı bu bilinci ancak İslam bilim geleneğinden çok fazla etkilenerek yakalayabilmiştir. “Avrupa’nın Fikrî Gelişimi” adlı eserin yazarı Dr. J.W. Draper der ki; “Tarihin en üzücü şeylerinden birisi, Avrupalı yazarların ustaca ve sistemli bir şekilde Batı’nın, İslam bilim geleneğinden aldıklarını göz önünden kaldırmaya çalışmalarıdır.” (Prof.Dr. Alparslan Açıkgenç, Makale: İslam Bilim Geleneğinin Batı Bilimine Tesirleri / Kayıp Medeniyetin İzinde Sf.63)

“İnanıyorsanız üstünsünüz.” yerine bilimi putlaştırıp üstelik kendi bilim, medeniyet ve kültür birikiminden habersiz yaşayanların ilk inkâr ettiği şey, inkâr ettikleri medeniyetin akaidi olmuştur. Akaidi yani hayata bakışı, taptığı Rabbi, inandığı peygamberi… Bu topraklardaki misyoner kölesi ve misyoner artığı ateistlerin düştüğü en büyük badire budur. Savruldukları yer aslında birbiriyle kavga eden Yunan tanrılarını esas alan Hristiyan medeniyetine tabi olup, Batının tarihsel din-bilim çelişkilerine râm olup bilimin, mantığın, ilmin, irfanın tasdik ederek baş tacı ettiği tek Tanrı inancını reddetmektir. Avrupa’daki ateistlerin kalitesi üçlü teslisi reddeden bir hidayet arayışı iken Türkiye’deki ateistlerin açmazı her şeyiyle mükemmel ve insanlığın son dini olan İslam’ı reddetmeleridir.

Evet, nadir hallerde Allah (c.c.) insanı bir kaşık suda da boğar, Nuh tufanıyla da boğar ama aradaki fark, önce “Nuh’unu gönderir”, sonra boğar. İnsan hayatı bu anlamda fırsatlarla doludur ve meşiet-i ilahi gereği insan, fiillerinden sorumludur. Bu sorumluluğun, insana nasihat edenler var olduğu sürece “hatırlatılan” bir boyutu olduğu gibi, iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak anlamında “hatırlatan” bir boyutu da vardır. İnsan kusursuz bir canlı değildir ve insanı Allah (c.c.) merkezli olarak var eden şey, melek değil insan olarak imtihan ediliyor oluşudur. Bu anlamda, insana “insan olmaya dair” bir sınır çizilmiştir. İnsan olmak… Yani insan olmanın, gerek hatırlatan gerekse hatırlatılan olma noktasında sınırları vardır. Mesela hiç kimseyi durup dururken kendi kafanıza göre -bana göre diyerek- “tekfir” edemezsiniz. Bunu İslam kültürüne biraz vakıf olan herkes bilir. Aksi halde kendisinin küfre düşeceği açıkça bildirilmiştir. Çünkü iman insan için çok kıymetli bir üst değerdir. Dünya hayatında her şey iman üzerine inşa edilmiştir. Fasıklık, terakki, manevi makamlar, idrak, muhasebe, redler ve kabuller… İnsana bu konuda “adil” bir tercihte bulunması teklif edilir. Ve indî ya da basit mütalaalarla insanın var olan bu imanı hakkında gereksiz yere yorum yapılmaz, yaptırılmaz. Hatta imanı en az düzeyde olan bir mü’minin imanının dahi koca kâinatı kapladığı ifade edilir. Çünkü iman çok kıymetli bir tercihtir. O halde iman konusundaki tasdikler de redler de üzerinde durulmayı üst düzeyde hakediyor. “O halde, tebliğe devam et, Kur’an ile öğüt ver. Çünkü sen vahyi, Kur’an’ı tebliğ ile memursun, öğüt vericisin.” (Gâşiye, 88/21) buyuran Allah (c.c.) demek ki ta işin başında insana bir tercih ve düşünce alanı açıyor, insanı bu mühim konuda müstakil bir şekilde düşünmeye davet ediyor ve insana ilmî, fikrî, ahlaki anlamda bir tefekkür alanı açıyor. Kur’an’da bu konuda pek çok ayet vardır. Hatta; “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı kesinlikle yerin göğün düzeni bozulurdu. Demek ki arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir. Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir.” (Enbiya,21/22,23) Bu ayetlerin tefsirinde ise “Müşrikler, Allah Teâlâ’nın evreni yarattıktan sonra yönetimde kendisine ortaklar edindiğini iddia ediyorlar, özellikle hac ibadeti esnasında telbiye yaparken bunu dile getiriyorlardı.” (İbn Âşûr, VIII, 39). Âyet-i kerîme bunun imkânsızlığını vurgulamaktadır. Burada şu kanıt ortaya konmaktadır: Bir ülkede birden fazla başkan olmadığı gibi evrende de birden fazla ilâhın bulunması mümkün değildir. Eğer varlık âleminde Allah’tan başka ilâh olsaydı ilâhlar arasında yaratma, yönetme ve üstünlük konularında anlaşmazlık meydana gelir, bu da varlığın yaratılma imkânının ortadan kalkmasına veya evrenin nizamının bozulmasına sebep olurdu. Birden fazla ilâhın anlaşarak evreni ortaklaşa yönettikleri farzedilirse bu durumda da ilâhların her biri tam değil, noksan etken olmuş olur. Noksan olan ise ilâh olamayacağından hiçbirinin ilâh olmaması gerekir. Kısacası ister bağımsız olarak isterse ortaklık şeklinde Allah’tan başka ilâhın bulunması aklen mümkün görülmemektedir; vahiy ise zaten Allah’tan başka ilâhın varlığını reddetmektedir. Şu halde Allah’tan başka tanrı yoktur. (bu konuda daha fazla bilgi için bk. Elmalılı, V, 3345-3347; İbn Âşûr, XVII, 38-44; ayrıca bk. (İsrâ 17/42-43) Enbiya 23. âyette Allah’ın sorguya çekilemeyeceği ifade buyurulmaktadır; çünkü sorgulayanın daha üstün, bilgili ve yetkili olması gerekir. Hâlbuki Allah’tan üstün, bilgili ve yetkili bir varlık yoktur. Ayrıca sorumluluk kavramı, dürüstlük ve adaletinden şüphe edilen varlıklar için söz konusu olup Allah için böyle bir durum muhal olduğundan O’nun hakkında sorumluluktan bahsetmek de anlamsızdır.” şeklinde ifade edilmektedir. (Kaynak: Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 672-673)

İmanın kendi serüveni, hiçbir şey bilmeyen bir insan için dahi kalbî açıdan belli merhalelerden geçer ve belli bir vadiye gelir. İman konusundaki peşin kabullerin dahi en azından bir sezgi temeli vardır. Ama iman ve inanç konusu insanoğlunun sadece kendi kafasına göre “at oynatacağı” bir alan da değildir. Yine de büyük bir muhabbetle ilerleyen her iman insanı yaratıcısıyla irtibat halinde olmaya/kılmaya yeter. O nedenle âleme “iman” ile bakmak, kaliteli bir duruştur, hikmettir, tefekkürdür, tasdiktir… O âlem ki, insanın hem içi hem dışıdır… Higgs bozonundan elektrona, kimyasal bağlardan aminoasitlere, DNA’dan hücrelere ve tüm canlılara kadar her şeyde, yaratıcı ve devam ettirici müthiş bir düzen olduğunu, O yüceler yücesi Zât’ın yani Allah’ın varlığını hissetmenin adıdır iman… O nedenle, “Bir ateistin gözüyle her şeyiyle mükemmel şu koca âleme “kupkuru bakmakla”, hayatı ve yaşadığımız olayları “hikmet gözüyle” seyreden bir Müslümanın, dünya sevgisi itibariyle çok süslü ve cazip bir dünyayı hissetme biçimi arasındaki fark; mükemmel dizaynıyla, her şeyiyle insan için yaratılmış olan dünyadan istifade etme hususunda sadece zevklerinin peşinde koşan bir ateistle bir Müslümanın ahlâk anlayışları arasındaki farkın hayata yansıma biçimlerindeki fark gibidir. Bediüzzaman Hz.’nin, önüne gelen meyveleri yemeyi değil de seyrederek tefekkür etmeyi daha çok sevmesindeki fark gibi, hayata tefekkür gözüyle bakabilmek, gerçek insanın dünyasına felsefi ve ontolojik olarak “düşünebilmeyi” sokmuş, üstelik iyi bir Müslüman için de “aşk ederek düşünebilme” farkını getirmiştir. İnsanlık adına şu koskoca evrendeki nizam ve düzeni çözebilmek için sadece kuru bir akılla düşünse bile çok güzel ilmî disiplinlerle ancak doğru sonuçlara ulaşabilen bilim adamının yakaladığı salt doğruyu, kâinattaki gaye ve nizamı sebep-müsebbip ilişkisi içinde çözümleyebilmek, insanı, evrenin “akıllı canlı”sı durumuna getirirken varlığını “mutlak varlıkla” irtibatlandırabilmek ve acziyetini fark ederek ağlamak, duygulanmak, düşünmek ise, insanlığa “Mevlânâ” olabilmenin yollarını açmıştır. Yerlerde ve göklerde canlı ve cansız her şeyin madde kıvamının tek bir elden ve bir başlangıç eseri olduğunu bilmek ve bulmak ise insanı cansızlardan ayıran farkı yani “ruhu” fark etmekle, insanın kendi içinde kendine ve yaratıcısına olan merakını bir anlam dâhilinde ifade etmesi ve su yüzüne çıkartmasıyla sonuçlanmıştır. “İnanç” adını verdiğimiz bu yöneliş ve çaba, canlı ve cansız her şeyin “Allah’ı” zikrettiğinin bilindiği müminin dünyasında, insanın kutsalla olan bağını ortaya koymuş, inanan inandığıyla “aşkederken”, “kuru akıllar” sadece maddeyle hemhal olma seviyesinde kalmışlardır. Bu da Agust Comte ve Karl Marks gibi eksik akıllılar sayesinde insanlığa materyalizmi hediye (!) etmiştir. Akılla kalp arasındaki inanç bağını kuramamak, sadece, maddeyle, ona bir gaye ve ruh veren mânâ arasındaki bağı kopartmakla kalmamış, hakikatte insanın evrenle olan illiyet bağını ve hakikatle birebir örtüşen ve insanı yücelten sorumluluk bağını da kopartmıştır. Adeta şizofreni diyeceğimiz, kâinattaki o müthiş nizamı anlamlandıramamakla başlayan bu ontolojik yoksunluk ve yoksulluk, hayata bakışta insanı sadece maddenin peşinde koşan illüzyona uğramış melankoliklere çevirmiştir. Çünkü bu durum, oturduğu yerden kâinatı izleyen insanın, evrenle kendi arasındaki bağlantıyı çözememesiyle sonuçlanmış; bu yanlış tespit, insanların kendilerini, varlıkları kendilerinden menkul canlılar olarak hissetmeleri yanılsamasına sokmuş; insanlık tarihindeki hercümerçlerin, savaşların, kavgaların, katliamların oluşmasında da en büyük rolü oynamıştır. Kendisiyle barışamayan insan, zaman zaman, içindeki savaşı tüm dünyaya taşıyacak bir taşkınlık içine düşmekten kendini alamamıştır. Üstelik en saçma duyguları ve en saçma düşünceleri kendince kuru bir yücelikle yücelterek, kendi cüceliğine sahte yücelikler icat etmekten de geri kalmamıştır. Karl Marks’lar, Agust Comte’lar, Sartre’ler, Freud’ler, Darwin’ler gibi…” (İnsanın Kâinat ve Allah’la Olan İlişkisi Feyz Dergisi 194. Sayı | 2007 Ağustos Dr. Alper Yücel Zorlu)

“Allah’ın varlığı, aklı yerinde olan ve onu kullanmak isteyenler için nasıl doğalsa, birliği de doğal ve kaçınılmaz bir gerçektir. Bu gerçeği sezme konusunda insanın karşısına çıkabilecek iki engel vardır: Akıl nimetinden mahrum olmak veya akla sahip olduğu halde onu kullanmamak. Birinci gruptakiler Allah katında sorumluluktan muaftır. İkinci gruptakilerse akılları olduğu hâlde düşünmek istemeyen, gözleri olduğu hâlde gerçeği görmezlikten gelen, kulakları olduğu halde doğru haberi dinlemeyenlerdir. Peygamberler bunları uyarmak için gönderilmiştir. Akıl nimetinden yoksun olmayan, kültür derecesi ne olursa olsun, kendi seviyesinde aklını kullanma iradesine sahip bulunan herkes, tabiattaki birlik, beraberlik, ahenk ve düzeni sezer. Milyarlarca insan, hayvan, bitki ve cansızlar âlemi, milyarlarca yıldız, gezegen, gözle görülen ve görülmeyen varlıklar… Bunca çokluk ve çeşitlilik karşısında, her bir âlemi kendi içinde tezatlara rağmen âhenk içinde devam ettiren, bütün bu âlemleri düzenleyip kâinatın birliğini sağlayan, ilmin ve sanatın en büyük harikalarını göstererek idare eden sonsuz kudret sahibi yüce Allah, zatında bir, sıfatlarında tek, fiillerinde yegânedir.

Ebu Hanife’ye göre, peygamberlerin irşadı ulaşmasa bile, insan, aklını kullanarak, kendisinin ve tabiatın bir yaratıcısı olduğunu bulmalıdır. Ebu Hanife, engin denizin ortasında azgın dalgaların ve sert rüzgârların kuşattığı bir geminin, kaptansız yolu bulamayacağını, canlıların üreme şekillerini, tabiatta gözlenen değişerek yenilenme olayını, ispatlayıcı deliler arasında saymakta, naklî yöntemden aklî yönteme geçişin ilk örneklerini vermektedir. Ebû Mansur el Mâturîdî ise, Allah’ın varlığını, nesnelerin yaratılmışlığına dayandırır. Yaratılmışlık deliline göre; “Yaratıcı” ve “yaratılmış” ayrımı, benlik bilincine sahip ilk insandan itibaren, düşünce konularından birini teşkil etmiştir. Dünya devamlı bir “olma-ölme” değişimi içindedir. Cansızlardan başlayarak bitkilere, hayvanlara ve insana doğru gittikçe hızlanan bir değişim söz konusudur. İnsanlar ve hayvanlar, doğar, büyür, ölür; yerlerine türün başka fertleri geçer. Bitkiler hatta cansız dediğimiz varlıklar da değişmeye mahkûmdur. Demek ki kâinat yaratılmıştır ve devamlı yaratılmaktadır. Her yaratma fiilinin bir fâili olmalıdır. Madde, kendi kendisinin yaratıcısı ve geliştiricisi olamayacağına göre, her şeyin yaratıcısı Allah’tır. Bu delil aynı zamanda “hudûs” ve “imkân” delili olarak da bilinir. Fizik, kimya, astronomi gibi pozitif bilimlerle meşgul olan bilginler, madde üzerindeki incelemeleri sonucunda, maddenin, dolayısıyla tabiatın sonradan yaratıldığını tespit etmiş, ayrıca bugün mevcut olan tabiat düzeninin bir gün bozulacağı kanaatine varmışlardır. Her sonlunun bir başlangıcının olması doğaldır. Başlangıcı olan, kuşkusuz, bu özelliği taşımayan bir varlık tarafından meydana getirilmiştir; o da yüce Allah’tan başkası değildir.

Nizam delili ise; (inayet, hikmet, itkan, gaye delili olarak da bilinir) tabiatta fevkalâde hassas ve zarif bir nizamın hâkim olduğu, bunun kendiliğinden veya bilinçsiz madde vasıtasıyla meydana gelemeyeceği, aksine yüce vasıflara sahip tabiatüstü bir varlığın yaratması ve devam ettirmesiyle mümkün olabileceği esasına dayanır. Kâinat birbirine uygun bir sebepler ve gayeler sistemi arzeder; böyle bir sistem ancak âlim ve âkil bir yaratıcının (illet-i zîşuûr) eseri olabilir; o hâlde kâinat âlim ve âkil bir yaratıcının eseridir; o da Allah Teâlâ’dan başkası değildir. Görüldüğü gibi nizam delili, tabiatın kuruluş ve işleyişi incelendiğinde tespit edilecek olağanüstü ince ve hassas dengelerin önceden belirlenen bir gayeye yönelik olduğu, plan ve gayenin de bir planlayıcı ve hedef belirleyiciyi zaruri kıldığı düşüncesine dayanır. Bilimin her buluşu, Allah’ın varlığı için bir delil teşkil eder. Büyük İslam düşünürü İbn Rüşd, bundan sekiz yüz yıl önce “hikmet ve inayet” olarak adlandırdığı gaye ve nizam delili hakkında “Gören göz karşısında güneş ne kadar belirginse, bu delil de akıl karşısında o kadar belirgindir.” ifadesini kullanmıştır. Kur’an-ı Kerim’de gaye ve nizam deliliyle alâkalı birçok ayet vardır. On dört yüzyıl önce inen bu âyetlerin bir kısmının ifade ettiği incelikler ancak pozitif bilimlerin ilerlediği çağımızda anlaşılabilmektedir.

Fıtrat deliline göre ise, Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın varlığı insanlar tarafından doğal olarak kabul edilecek bir konudur. Aslında ezeli bir yaratıcının varlığı, yeterli aklî kapasiteye sahip bütün insanlar tarafından daima zaruri olarak kabul edilmiştir. Bu yüce yaratıcıya her zaman tapılmış, O her dilde bilinmiş, her lisanla anılmıştır. Hem İslam bilginleri hem de Batılı düşünürler, tarih sahnesinde yer alan milletler incelendiğinde, genellikle her milletin bir Tanrı inancına sahip olduğu sonucuna varılacağını, buna bağlı olarak da selim yaradılışını ve sağduyusunu koruyan insanların yüce bir Tanrı’nın varlığını doğal olarak benimseyeceğini belirtmişlerdir. “Kabûl-i âmme” veya “fıtrat-ı selime” olarak da adlandırılan bu delil, ırk, ülke, dil, din ve felsefesi ne olursa olsun, belli bir seviyeye ulaşabilmiş bütün miletlerin, evrende hakîm bir yaratıcının eserlerini görebileceklerini ifade eder. Şu hâlde inançsızlık, insanın doğal yaratılışından uzaklaşmasından başka bir şey değildir. Sağduyu ve doğal yaratılışa aykırı olarak Allah’ın inkâr edilmesi Kur’an’da kibir, inat, zulüm, zorbalık, nankörlük ve saptırıcı dış etkenlerle irtibatlandırılır. (En’âm 6/33; Hûd 11/59; Neml 27/14): “Bizim âyetlerimizi ise ancak son derece kaypak, son derece nankör olanlar inkâr eder.” (Lokman 31/32)” (Allah inancı, Bekir Topaloğlu, sf.26-34)

Sonuç olarak; iman etmek için akıl, duygu, sezgi lazım. Allah’a yönelmenin de bir estetiği ve metodolojisi var… Ön yargılarla olmaz, adaletsiz olmaz… Günümüzde artık tüm evreni yaratan Allah’ı inkâr etmenin insani, ahlaki ve bilimsel hiçbir temeli olmadığı anlaşılmıştır. Şu çok açık ki şeytan dahi ateist değildi… Bu anlamda duygu açısından güzel bir çiçeğe sevgiyle bakmanın robot bakışından bir farkı varsa, evrene bir anlam yüklemekle bomboş bakmak arasındaki fark ateistin düştüğü sefilliği ifade ediyor.

Şu koca evrendeki ince ince hikmetleri anlamak adına şu örnek çok manidardır:

“Bir İslam bilginine sormuşlar, “Allah’ın varlığının delili nedir?” diye. O da “Dut yaprağıdır. Çünkü dut yaprağını koyun yer süt yapar; arı yer bal yapar; geyik yer misk yapar; tırtıl yer ipek yapar. Tadı, rengi ve kokusu aynı olan bir maddeden her seferinde başka bir güzellik yaratmak ancak Allah’a mahsustur.”

Prof.Dr. Ramazan Altıntaş, “Gençler İnançtan Soruyor” adlı kitabında konuyu kuşatıcı bir özetle, net bir biçimde ele alıyor:

“Ateizm, Yüce Allah’ın varlığını reddeden ve fizik ötesi konulara kapısını sıkı sıkıya kapatan felsefi bir akımdır. Bu akım, iki kabulden hareketle Allah’ın varlığını inkâr etmiştir. Bunlardan birisi, âlemin akıllı bir tasarımın ürünü olmadığı, tesadüf eseri meydana geldiği, diğeri de âlemde var olan kötülük probleminin açıklanamaz olduğu iddiasıdır.

Ateizmin evreni tesadüfle açıklayan birinci iddiası günümüzde anlamını yitirmiştir. Yeni fizik alanında meydana gelen gelişmeler, evrenin tesadüflerle izah edilemeyecek kadar hassas bir ayara bağlı muhteşem bir sisteme sahip olduğunu ispatlayarak ateizmin tesadüf görüşünü çürütmüştür. Evren, canlıların yaşamı için birbiriyle ilintili olarak var edilmiş bir sistemler bütünü olup insan ve diğer canlıların hayatta kalmasına izin ve imkân verebilecek bir şekilde yaratılmıştır. Örneğin, atomlardaki elektronları çekirdek etrafında tutan elektromanyetik çekim kuvvetleri vardır. Coulomb tarafından keşfedilen bu kuvvetin değerini kontrol eden Coulomb sabitidir. Bu sabit büyürse elektromanyetik kuvvetin gücü büyür, küçülürse elektromanyetik kuvvetin gücü küçülür. Coulomb sabiti ifadesini açacak olursak bilimin her alanında var olan “pi” ifadesi ile karşılaşılır. Bu “pi” ifadesinin virgülden sonraki değeri ise hâlâ hesaplanmaktadır. Peki, bu matematiksel değeri kim koydu? Fizikçilerin keşfetmiş olduğu evren yasalarında bunun gibi pek çok sabit bulunmaktadır. Bilimin her alanında sonuca ulaşılırken bir sebebe sarılmak kural haline gelmiştir. Bu sabitleri evrenin her noktasına titizlikle yerleştiren mutlak bir tasarlayıcının yani bir sebebin olduğunu gösterir ki o da Yüce Allah’tır.

Tarih boyunca iman ve inkâr arasında var olan bu mücadele; Allah, evren ve insan gibi üç odak etrafında toplanmıştır. İtikat âlimleri bu tür konuları çözüme kavuşturmak için Kelâm ilminde kullanılan “sebr ve taksim” yani bir konuda muhtemel seçenekleri belirleyip ardından birer birer eleyerek tek bir seçenek bırakma yönteminden faydalanmışlardır. Bu akıl yürütme yönteminde konu ile ilgili üretilen şey, zihinde iki veya daha fazla bölüme ayrılarak incelenir. Bunların hepsinin doğru ya da yanlış olması imkânsızdır. Önermelerden birisi doğru olduğu zaman, diğeri yanlış olmak zorundadır. Delil ile bu ihtimallerden geçersiz olanlar elenir. Geriye kalan ihtimal doğru olarak kabul edilir. Burada hareket noktası, ele alınan konunun araştırılması değil, onunla ilgili olarak insan aklına gelebilecek ihtimallerin üzerinde durmaktır. (Bkz. Başoğlu, Tuncay, “Sebr ve Taksim”, DIA, XXXVI, 255- 256; Neşşâr, Ali Sami, Menâhicü’l-Bahs, Beyrut, 1984, s. 137.) Burada sebr ve taksim yöntemini “evrenin yaratılışı” konusuna uygulayabiliriz. Zira ateizm, evrenin tesadüflere bağlı olarak ortaya çıktığını iddia etmektedir. O zaman burada “Evreni yaratan kim?” sorusunu sormalıyız. Bu sorunun çözümünde dört ihtimalden söz edilebilir:

1.Evreni insan yaratmıştır.

2.Evren kendi kendine var olmuştur.

3.Evren yaratılmamıştır.

4.Evreni Allah yaratmıştır.

Şimdi bu ihtimalleri eleyelim ve içlerinden doğru olan birisini ortaya çıkaralım:

İnsan, evreni, kendisinin yarattığına ihtimal verir mi? Hayır. Çünkü yeryüzünde insan varlığı başlamadan önce de dünyanın ve evrenin var olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır. O zaman evreni insan yaratmamıştır. Bu önermeyi böylece eliyoruz.

İkinci olasılığa gelince, evrenin kendi kendine var olması mümkün mü? Hayır. Çünkü bir şeyin yaratıcı olabilmesi için önce kendisinin var olması gerekir. Evren henüz yokken acaba kendisini hangi güç ve enerji ile var edebilir? Burada yürüttüğümüz tartışmaya göre evren henüz yoktur. Yok olan, hiçbir şey yapamaz ve yaratamaz. Bu önermeyi de eliyoruz.

Üçüncü ihtimale göre, evren yaratılmamıştır. Bunun anlamı, olağanüstü bir sanat eserini görüp de onu yapan bir sanatkârın bulunduğunu inkâr etmektir. Böyle bir düşünce ne kadar anlamsız ise, evren yaratılmamıştır demek de o denli saçmadır.

Yukarıda saydığımız ve elediğimiz ilk üç ihtimalin hiçbirisi insan aklı ve mantığı tarafından rahatlıkla kabul edilebilecek bir çözüm getirmediğine göre, geride kalan tek çözüm dördüncü maddede yer alan, evreni Yüce Allah’ın yarattığı görüşüdür. İnsanlık tarihi boyunca büyük bir çoğunluk bu görüşü benimsemiştir. (Geniş bilgi için bkz. Topaloğlu, Bekir, Yusuf Şevki Yavuz, İlyas Çelebi, İslâm’da İman Esasları, Ankara: DIB Yayınları, 2014, s. 72.)

Diğer taraftan, evrenin tesadüflere bağlı olarak yaratılmadığını gösteren bir başka örnek şöyle verilebilir. 20. yüzyılın başlarında Einstein tarafından geliştirilen genel görecelik kuramıyla kozmoloji biliminin kapıları açılmış, bundan da “büyük patlama” (Big Bang) kuramı doğmuştur. Bu kurama göre, evren 13.8 milyar yıl önce büyük bir patlama ile ortaya çıkmıştır. Artık günümüzde büyük patlama, bütün fizikçiler tarafından kabul edilmektedir. Bunun aksini iddia eden yoktur. Bu konuya Kur’an-ı Kerim’de de şöyle değinilir: “İnkâr edenler, göklerle yer bitişikken, bizim onları ayırdığımızı ve diri olan her şeyi sudan meydana getirdiğimizi görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı?” (Enbiya,21/30) İşte büyük patlama sonucu, büyük bir enerji açığa çıkmış, bu enerji sayesinde madde oluşmuştur. Enerji ise evrenin genişlemesine paralel olarak soğuyacaktır. Bir âyette de evrenin genişlediğine dikkatlerimiz şöyle çekilir: “Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz onu genişletmekteyiz.” (Zâriyât,51/47) Evrenin genişlemesine bağlı olarak gittikçe çekim kuvveti de gücünü ve etkinliğini kaybedecektir. Evren nihayetinde canlıların yaşaması imkânsız hale gelecek kadar soğuyacak ve ömrünü tamamlayacaktır. Bu durum evrenin bir başlangıcı olduğu gibi sonunun da olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla bu âlem, sonradan yaratılmıştır. Sonradan yaratılanın elbette yaratıldığı yani varlık sahnesine çıktığı bir an vardır. Onu var eden bir karar ve güç olmalıdır. Çünkü evrenin süregelen işleyiş sisteminde tesadüflere yer yoktur. İşte İslam’a göre, bu âlemin yaratıcısı Yüce Allah’tır.” (Prof.Dr. Ramazan Altıntaş. Gençler İnançtan Soruyor. Sf.145,146,147.)

Deistler ve ateistler arasında Allah’ın varlığı tartışmasının yaşandığını hiç gördünüz mü? Allah’ın varlığı konusu hep inananlar ve inanmayanlar arasında yapılmış. Allah’ın var olduğunu düşünen ama bir dine inanma konusunda yetersiz kalan deistler acaba Allah’a inanmayanlara kendi inançlarını nasıl ispatlamak isterler. Sapkınlıkların birbiriyle bir derdi yok demek ki… Çünkü “Teistler ve dolayısıyla deistler Allah’ın var olduğunu, ateistler ise Allah’ın var olmadığını iddia ettiklerine göre her iddia sahibi iddiasını gerekçelendirmekle yükümlüdür.” (Prof.Dr. Nevzat Tarhan / Bilgelik Psikolojisi)Hatta Yahudilik ve Hristiyanlık hakkında hiçbir yorumda bulunmayan deist ve ateistler, Hristiyanlığın üçlü teslisine, Yahudilerin milli tanrı anlayışlarına dair hiçbir gündemleri olmadığına bakılırsa hedef tahtasına dinlerin değil İslam’ın yatırıldığını görmek hiç zor olmasa gerek. Nitekim deist ve ateistlerin Türkiye’deki muhataplarının Müslümanlar olduğu göz önünde bulundurulursa gerçek karşıtlıklarının en son ve en mükemmel din olan İslam olduğunu söylemek hiç de zor olmasa gerek. Yani gerçek hedef onlar için İslam dini yani Kur’an ve İslam Peygamberi’dir… İnsanlık tarihi boyunca insanlığa aktarılan tevhid düşüncesini bütün incelikleriyle anlatmak da çok şükür ki yeryüzü Müslümanlarına düşmektedir. Ehl-i kitabın ise üçlü teslisi anlatmaktan ya da insanlığa yutturmaktan başka hiçbir derdi olmadığını gariban Afrika’dan başlayarak tüm dünya yakinen bilmektedir. İngiltere’de Hristiyanlığın yüzde 45’lere, ateizmin yüzde 37’lere fırladığı düşünülürse, dinlerin geleceği açısından insanlığın önündeki tek alternatifin İslam olduğunu açık yüreklilikle söyleyebiliriz.

“Evrendeki her şey Allah’ın varlığına delildir, bu delilleri fark etmenin yolu ise doğruyu arama çabasıyla aklı önyargısız olarak kullanmaktan geçmektedir.” (Allah’ın Varlığını Aklen Bilmeye İlişkin Güncel Tartışmaların Temel Ekseni. Fatma Aygün. Kocaeli İlahiyat Dergisi c. 1, sy. 2, Aralık 2017, s. 91-118.)

Evet dostlar, Niyazi Mısrî’nin dediği gibi;

“İşte Niyâzî’nin sözün / Bir nesne örtmez Hak yüzün / Hak’tan âyân bir nesne yok / Gözsüzlere pinhân imiş…”