İlahî Ente Maksûdî ve Rızâke Matlûbî
İtmi’nân, Kur’ânî bir kavramdır. Gönlün çalkantılardan kurtulup huzur ve sükûn bulması, kişiliğin istikrar, denge ve dinginliğe erişmesi demektir. Diğer bir ifadeyle iç huzuruna kavuşup, vesvese, endişe ve havâtırdan kurtulmak ve bu sayede selâmet ikliminde huzur nefesleri alıp vermektir.
Her kulun itmi’nânı, kalbî seviyesine, idrak ve anlayış ufkuna göredir. Bir çocuk bazen bir sakızla, bazen bir oyuncak araba ile avunur ve itmi’nân bulur. Yaşı biraz ilerleyince dün tatmin olduğu oyuncak, artık onun gözünden düşer ve yeni oyuncakların peşine düşer. Beş yaşındaki bir çocuğun itmi’nân muhtevası ile on beş yaşındaki bir gencin huzur ve sükûn muhtevası farklıdır. Aynen bunun gibi kalbin kemâl seviyesine göre itmi’nân ve huzur vasıtaları da kişiden kişiye farklılık arz eder. Ancak şu inceliği fark etmek gerekir ki, itmi’nân geçici bir avunma ve teselli değildir. O, yüreğin dipsiz bir huzur ve sükûna kavuşmasıdır ki, hiçbir dalgalanma böyle bir derya gönlü bulandıramaz.
Çoğu zaman birtakım teselli ve avunmalarımız, bize itmi’nân gibi görünür. Hâlbuki fâni ve gel geç huzur ve sükûn vasıtaları, insanı gerçek bir itmi’nâna eriştirebilir mi? Yoksa ulaştığımızı zannettiğimiz, itmi’nân görünümlü sahte huzur resimleri midir?
İnsanlardan kimi, mal ve mülkle,
Kimi makamla,
Kimi şöhret ve itibarla,
Kimi oyun ve eğlence ile,
Kimi evlâd ü iyâlle,
Kimi de köşkler ve arabalarla itmi’nân bulur, ya da bulduğunu hayal eder. Fakat bütün bunlar gerçek anlamda itmi’nân değil, nefse ait bir avunma ve teselliden ibarettir.
Yüce Mevlamız, yukarıda sayılan fâni dünyanın birtakım imkânları ile avunanlar hakkında şöyle buyurur:
“Huzurumuza çıkacaklarını beklemeyenler, dünyaya razı olup, onunla mutmain olanlar ve ayetlerimizden gâfil olanlar yok mu. İşte onların kazanmakta oldukları (günahlar) yüzünden varacakları yer, ateştir!” (Yunus Sûresi, 10/7-8)
Dikkat edilirse, dünyevî imkân ve varlık duygusuyla itmi’nân bulanların, iman nimetinden mahrum kimseler olduklarına işaret edilmektedir. Zira iman, özellikle Hakk’ın huzuruna bir gün varılacağı inancı bir gönülde yer ederse, böyle bir gönlün ölüm ötesi hayatı göz ardı ederek, bu dünyanın gelip geçici zevkleriyle mutmain olması mümkün değildir. Dünya ile itmi’nân arayışı, ancak “bu dünya hayatından başka bir hayat yok” inancına sahip kimselerden beklenebilir.
Ne var ki böylelerinin itmi’nân arayışı, nefislerinin kendi kendini kandırıp kısa süreli avunma ve teselli seanslarına erişmekten öte bir şeyle neticelenecek de değildir.
Mümin kimseler de nefislerini tezkiye sürecinde, zaman zaman nefsin avunmalarını itmi’nân gibi görme yanlışlığına düşebilmektedirler. Dünya ile huzur bulma ya da onunla doyuma ulaşma gayretleri, gafletin kalbi basireti perdelemesinden başka bir şey değildir. Dünya, Mevlânâ’nın ifadesiyle mal, para ve evlat değil, seni Allah’tan alıkoyan her şeydir. Bu meyanda bazen sadık bir rüya, bazen bir keşif ve keramet bile mümin insanı tatmin ederek, onu gerçek itmi’nân arayışından alıkoyabilmektedir.
Yüce Mevlâmız gönüllerin ancak Zât-ı ulûhiyetinin zikri ile itmi’nâna erebileceğini ve hatta ermesi gerektiğini şöyle beyan buyurur:
“İyi bilin ki, gönüller ancak Allah’ın zikri ile itmi’nâna erer.” (Ra’d Sûresi, 13/ 28)
Esasen gönlü, Hak’tan gayrı hiçbir şey gerçek anlamda itmi’nâna erdiremez. Müşahedeye erişmeden nihâî anlamda itmi’nâna erişmek zordur. Zikrullah, Allah’ı hatırlattığı ve kul ile Allah arasında bir akım meydana getirdiği için gönlün itmi’nâna erişmesinde önemli bir vasıtadır. Nitekim İmâm-ı Rabbânî der ki: “Zikir esnasında, O mukaddes zât ile bir bağlılık hâsıl olur. Bu bağlılıktan da sevgi doğar. Zikredenin kalbini sevgi kaplayınca kalpte itmî’nân hâsıl olur. Kalpte itmî’nân hâsıl olması ise insanı sonsuz saâdetlere kavuşturur.”
Ayet-i kerimede işaret edilen kalplerin kendisiyle itmi’nân bulduğu “Allah’ın zikri” ifadesinden “Kur’an-ı Kerim”in kastedildiği de beyan edilmiştir ki, bu anlayış da son derece önemlidir. Zira kalbin itmi’nânı, doğru bir akide (inanç sistemi) ile sağlanabilir. Yine aynı şekilde, insanın varlık anlayışı, dünya ve ahiret düşüncesi, diğer insanlarla ve hatta tüm kâinatla ilişkisinin keyfiyeti, kalbin itmi’nânı ile yakından alakalıdır. Bütün bunlar ise ancak Kur’an-ı Kerim’in beyan ettiği hakikatler ile gerçekleşebilir. Bu itibarla kalplerin gerçek anlamda itmi’nâna erişebilmesi, ancak Kur’ân-ı Kerim’in beyan ettiği cihanşümul gerçeklerin, insan kişiliğinde hayat bulmasıyla mümkün olabilecektir. Sünnetullah dediğimiz kâinata konulan İlâhî prensiplere muhalif davranan kimseler, bu halleri devam ettiği sürece, gece gündüz “Allah”ı zikretseler de gerçek huzura kavuşmaları hiçbir zaman mümkün olamayacaktır. Bu bakımdan kalplerin itmi’nânı; hem Kur’an’ın yaşanması ve hem de Allah Teâlâ’nın çok çok zikredilmesi neticesinde gerçekleşebilecektir.
Kur’ân-ı Kerim’de mi’rac hadisesi anlatılırken, Allah Resülü (s.a.v.) hakkında “Gözü kaymadı, şaşmadı ve hedefi de aşmadı.” (Necm Sûresi, 53/17) ifadesi kullanılır. Onun bu duruşu, gönül seferine çıkan Hak yolcularının hedefe kilitlenme zaruretine en güzel bir misaldir. Bu manayı anlatmak için bazı arifler de şu dörtlüğü okurlar:
Yolumuz yâr ile gül bahçesine uğradı;
Ben gafletle güle nazar edince dedi ki yâr:
Muhabbetin şartı bu mudur, utan yaptığından!
Ben varken güle bakmak nasıl elinden gelir?
Hulâsa gönül seferinde hedefe varmadan hiçbir şeyle avunmamalı, daima “ilahî ente maksûdî ve rızâke matlûbî” (Ey Allahım! Benim bütün maksat ve hedefim ancak Sen’sin ve yegâne dileğim de sadece Sen’in rızandır) diyerek yola devam etmelidir.