Yaşadığımız zamanların normal zamanlar olmadığını sadece arifler, alimler değil bu yılları . Paylaştığımız, aynı asrın aynı dönemin insanları olarak hesap vereceğimiz herkes biliyor, hissediyor ve farkında. Bu farkındalık hiç şüphesiz günümüzü değerlendirmekte bir takım ortak öngörüleri, ortak tespitleri birlikte bulmamızı veya birlikte bilmemizi gerekli kılıyor. Bu cümleden olarak bugün üzerinde durulması gereken konulardan diğer konulara kıyasla üzerinde düşünüldüğünde hayatı etkileyen en önemli konunun "ehl-i sünnet", "ehl-i sünnet ve'l cemaat", konusu olduğuna inanıyorum.
Çünkü önümüzdeki yıllar hemen hemen hayatın her alanında ifrat ve tefrit gel-gitlerini yaşayan insanlığın kendisine bir çıkış yolu ararken sağlam bir dal dahi bulduğunda hemen tutunmak isteyeceği günlere gebe. Konuyu geleneğin tarihsellik boyutuna indirgememeye de özen göstererek hemen söyleyelim ki, tarihte de aynı sıkıntılar yaşandığı için, İslam ümmeti ehl-i sünnet şemsiyesi altında toplanmayı tercih etmiştir. Bu kavramın tarihsel köklerine bakarken, bu kavramın başlangıç itibariyle selef-i salihînde vücud bulduğunu, -ki burada selef; ekol, fırka ya da bir mezhebin değil, ilk neslin ve onun izlemiş olduğu metodun adıdır- görüyoruz.
Selef-i salihîn'in şahsında ehl-i sünnet, Hz. Peygamber'den (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) sahih bir senetle rivayet olunan hadislere, herhangi bir te'vîle tabi tutmaksızın inananları ifade eder ki, bu anlamda sünnet, taklit ve muhafaza demektir. Daha sonra ise, Maturîdi ve Eş'ari ekolün şahsında ehl-i sünnet denmekle tanımlanan yapının, itikadi konularda selefin tartışmadıkları meseleleri tartıştığını, nakille birlikte akla ve aklî te'villere yer verdiğini, bu çerçevede müteşâbihatla iştigali uygun görmeyen Selefin hilafına müteşâbihat nasları da te'vîl ettiklerini görüyoruz.
Buradan devamla Selef, Maturidiyye ve Eş'ariyye ekollerinden oluştuğu kabul edilen ehl-i sünnet, Abdulkâhir el-Bağdadi'ye göre şu zümrelerden oluşmaktadır: Ehl-i bid'atin hatalarına düşmeyen kelâm alimleri, ehl-i hadis ve ehl-i rey'e mensub olan ve selef itikadı üzere bulunan fukaha ve tabileri, ehl-i bid'atın inançlarına meyletmeyen muhaddisler, sarf, nahiv, lugat ve edebiyat âlimleri, Kur'an'ı ehl-i sünnetin anlayışına uygun olarak anlayan müfessirler ve kırâat alimleri, benimsedikleri prensipleri şeriat'e ters düşmeyen Sûfiyye, ehl-i sünnet itikadı üzere olan cihad ehli, ehl-i sünnet akîdesinin yayıldığı memleket ahâlisi.
Onunla muasır olan mütekellim ve mezhepler tarihçisi İbn Hazm da el Bağdadi'ye yakın bir genellemeyle ehl-i sünneti tarif etmektedir. Tüm bu tanımlamalarda mensubiyet arzeden zümrelerin şahsında ehl-i sünnetin kelâmi, fıkhi ve ahlaki temelleri olduğu anlaşılmaktadır. Böylece merkezinde Kur'an-ı Kerim, onun etrafında peygamberin sünneti ve onun etrafında da ümmetin içtihad ve uygulaması bulunan zengin bir gelenek oluşmuş, bunların tümüne uyan insanlar topluluğuna da "Ehl-i Sünnet" adı verilmiştir. Tarihsel gelişimi içinde ehl-i sünnet'in, çoğu kere bir grubu değil, sadece bir fikir birliğini ifade etmek üzere kullanıldığını da genellikle görmekteyiz.
Bu anlamda ehl-i sünnet kavramının, Emevilerin cebir anlayışına, Hâricîlerin tekfir ideolojisine, Mutezîlerin imanın temellerini rasyonelleştirme tavrına ya da Şia'nın imamet mitolojisine karşı duruşu sergileyen bir anlayış biçimi olduğunu da görebiliyoruz. Günümüze gelince, "Ehl-i sünnet, şemsiye bir kavramdır. İçinde renkler ve tonlar vardır. Başka bir ifadeyle tek bir ehl-i sünnet değil, ehl-i sünnetler vardır.
Ehl-i sünneti tek renk gibi görürsek mevcut yapıdaki zenginliği küçümsemiş oluruz. Te'vil edenin tekfir edilemeyeceği ve ehl-i kıblenin tekfir edilemeyeceği şeklindeki çerçevesinin korunması suretiyle, yeni bir ehl-i sünnet inşasının yapılıp yapılamayacağı"(*) bugün konuşulan konular arasındadır. Bu yapısıyla ehl-i sünnetin, bütün ümmeti kapsayan, bütün inananları kapsayan bir bağlamda, bu inancın temel ilkelerine, temel esaslarına yani amentüsüne inanan insanları dışlamaksızın ve onları suçlamaksızın, oluşturulabilecek yepyeni bir kavram içerisinde hepsini yeniden tarihi bir şuurla kucaklamasını beklemek ümmet kavramının günümüzdeki şümulüne daha uygun düşecektir. Ehl-i sünnet, mezhep sınırlarına sığmayan bir düşünce düzlemini temsil etmekte, standart, yegane bir anlayış biçiminden oluşmamaktadır.
O bir renkler karışımıdır. Onu, ayrı düşünce katlarının anlamlı bir biçimde üst üste tabakalanışından vücud bulmuş bir bütün olarak düşünmek mümkündür. Ehl-i sünnet, düşünce ve inanç unsurlarından 'dişe dokunur' ne buldu ise, hepsini, uç taraflarını da törpülemek suretiyle, gövdesinde eritip massetmiştir. Bunun için, ehl-i sünnet incelemelerinin, bu renk karışımına ve çeşitliliğine gereken dikkati gösteren bir perspektifle yapılması gerekmektedir. İslam düşünce tarihinde dinin anlaşılma biçimi ile ilgili olarak, ortaya çıkan çok farklı tutumlardan biri de, 'dünya'yı biçim verilebilir ve ölçülebilir unsurlarını zihnen yoğurup işlemek cihetinden, 'var' olan bir varlık kabul eden tavırdır. 'Bu dünyacı' (this wordly) diyebileceğimiz bu tavrın, en önemli özelliği, problem çözücü, akılcı, hadarî, özgürlükçü, eleştirel ve sorgulayıcı bir zihniyeti temsil etmesidir. Bu tür bir 'sosyal model'in ilk örneklerinden birinin, Ebu Hanife (V.140) olduğu söylenebilir.
İstikrar içinde değişime açık bir zihniyete sahip olan Ebu Hanife, 'yeni problemlere' cevap arama ve bunu yaparken, din yanında kamu yararı, ferdin haklarını koruma, insanîlik kıstaslarına önem verme ve olgudan hareket ederek sonuca varma yolunu tutmuştur. Ebu Hanife özellikle, dinin herhangi bir kültür koduyla özdeş hale gelmesini, bazı sosyal değerlerin Tanrı vergisi gibi görülüp değiştirilemez olmasının kabul edilmesini önlemeye çalışmıştır. Bu yüzden o, dinin temel ilkelerine vurgu yapmış, bunun üzerine sistematik aklı koymuştur. Bununla birlikte, yerine göre nas'tan yerine göre fikirden, yerine göre olgudan hareket ettiği de söylenebilir.
Ebu Hanife, öteden beri süregelen bazı anlayış ve alışkanlıkların her şeyi ifade etmediğini, bu yüzden örf ve adetlerin, aklîlik ve insanilik kıstaslarından geçirilmesi gerektiğini ortaya koymaya çalışmıştır. Buna bağlı olarak Ebu Hanife, otorite ve gelenek kalıplarıyla çepeçevre kuşatılmış, tek renkli bir bütün içinde eritilmiş, 'götürü insan' anlayışının karşısında olmuştur. Bu nedenle uygulamalarında temel dini ilkeleri ve insaniliği ön plana çıkarmıştır. Ebu Hanife'ye göre bilgi, sadece geçmişten elde edilemez. Kıyas her şeyin çaresi değildir. Onun metodu, 'istihsan'dır; yani uygun olana göre şahsi kanaat ve tercih bildirmeyi esas almaktır. İstihsan, müsamaha ile hareket etmektir, insanlar için en uygun olanı aramaktır. İstihsan, halkın menfaati, ferdin haklarının korunması, kolaylık ve benzeri düşüncelerle, bir meseleyi kendi iç bütünlüğü içinde değerlendirmektir. Tüm bu yaklaşımlarıyla Ebu Hanife, İslam toplumunda 'sosyal mesafenin genişletilmesine olan katkılarıyla' cemaatçi yapıdan 'toplum tasavvuruna' geçişin ilk temsilcilerinden biridir. Ehl-i sünnet ulemasının aklın hüccetliği konusunda herhangi bir şüpheleri yoktur.
Onlara göre de aklın bilgi kaynakları arasında bulunuşu zorunlu olarak sabittir. Bununla birlikte insanın acz ve noksanlıkla muallel, aklın kapasitesinin de sınırlı olmasından yola çıkarak, Allah'ın varlığının ispatı gibi dinin ilk ilkeleri dışında, itikadî ve şer'î alanda akla mutlak ve müstakil bir konum vermekten kaçınmışlar, akıl ve nakil birlikteliğini esas almışlardır. Diğer bir ifadeyle, vahyin otoritesi üzerine kurulu bir sistematiği hedeflediklerinden, sağlam yani mukaddimelerinde herhangi bir yanlışlık ihtimali görünmeyen aklî bilgi ile kesin yani vürûdunda herhangi bir problem bulunmayan naklî bilgi arasında bir zıtlık görmemişlerdir. Böylece, açık, sarih nassın mevcudiyeti durumunda eğer aksine zaruri bir engel yoksa, yanılma ihtimali ve hata şüphesi bulunmayan Kur'an-ı Kerim ve mütevatir hadislerde naklin esas alınmasına önem vermişlerdir. Ancak aklın bütünüyle muhal gördüğü şeylerin, nakle dayandırılamayacağını, bedîhiyyatın yanında dinin kabulü, vahyin doğruluğu, inanç esaslarının ispatı ve karşı itirazların reddinde akla başvurmanın vacip olduğunu belirtmişler, zaman zaman selefî çekinceye rağmen, naklin anlaşılması, yorumlanması ve gerektiğinde te'vil edilmesinde aklı kullanmakta bir mahzur görmemişlerdir. Ehl-i sünnet böylece, iki bilgi kaynağı arasında dengeli bir metod izlemeye özen göstermiştir.
Geçmişte bu konuda selefî tavır ile kelamcılar arasında tartışmalar olmuştur. Nasları lafziyle tasdik, müteşabihat konusunda beyan-ı acz ve sükût prensiplerine sıkı sıkıya bağlı olan Selefîler, mütevatir ve sahih naslarda kelâmî / aklî bir sistem doğrultusunda te'vil ve yorum yapılmasına şiddetle karşı çıkarlar. Sarih akıl ve sahih nakil arasında zıtlığın mümkün olmadığı, dolayısıyla te'vile ihtiyaç bulunmadığı ilkesine dayandırılan bu karşı çıkış, naklin sıhhatine bile bakılmaksızın, bazen her türlü fikri çabayı engelleme yolunda kullanıldığı olmuştur. Selefî tavrın epistemolojik bazı çıkmazları bulunduğu gibi, kelamcıların da daha sonra konformizmden kaynaklanan bazı açmazları sözkonusu olmuştur.
Ancak şu kadarı söylenebilir ki, temel itikadî ilkeler ve vahiyle gelen bilgiler, her türlü spekülasyon ve tartışmadan uzak olarak, inanılıp kabul edilmesi gereken konular olmakla birlikte, bunların kavranması ve aktarılması için, beşerî ve aklî çabaya ihtiyaç vardır. İçeriğini tam olarak kavramadan, kendi içinde gerekli ilişkileri kurmadan, tasnif ve ayrıştırmaları yapmadan ve hayatla bağlantılarını kurmadan, vahiy metnini sadece okumakla yetinerek onu bir itikad manzumesi haline getirmek mümkün değildir.
O yüzden itikadi problemlerin tesbitinde ne dogmatik ve katı lafızcılığın ne de ucu açık yorumculuğun, uygun bir metod olmadığı, ehl-i sünnet ulemasının bunların ikisinden de kaçınmaya çalıştığı gözden uzak tutulmamalıdır.
Ehl-i sünnet, din-devlet ilişkileri bağlamında toplumun genel menfaatini (kamu yararını) gözetmede, yöneticilerin kabul edilemez uygulamaları karşısında asla kayıtsızlık örneği sergilememiş, aksine, fikri planda şiddete / fiili isyana başvurmaksızın, yerine göre en ağır karşı eleştirilerde bulunmuştur. Bir nevi, toplumu ıslah yolunda bireyin ıslahı hedef alınarak tabandan tavana bir değişim projesi öngörülmüştür. Bunun manası, bireysel değişim olmadan toplumsal değişim olmaz ilkesidir. Ehl-i sünnetin din-devlet ilişkileri konusundaki mutedil tutumu, ehl-i sünnet zihniyeti bağlılarında, kalıcı bir davranış türü olarak sürdürülmüştür. Ehl-i sünnet inancında Kur'an'da geçen ulû'l- emr kavramı, Şia'nın aksine "ulema"'dan çok, "umera" bağlamında anlam alanına sahip olmuş, ehl-i sünnet, umeranın yanlış işler karşısındaki duruşlarını, kan dökmeye dayalı isyan hareketleriyle değil, -bu tür hareketleri asla tasvip etmeyip, aksine sapıklık olarak değerlendirmişler- "İmamet, seçim ve ittifakladır" - görüşüyle demokratik bir temayülden yana tercihte bulunmak suretiyle, yöneticileri değiştirme yoluna gitmişlerdir. Ehl-i sünnet olmayı belirleyen ana unsurlardan birisi de Sahabe-i Kiram'a bakışla ilgilidir. Sahabenin konumlarını adalet ve insaf ölçülerinde değerlendirmiş ve hiçbiri hakkında kötü söz söylememiştir.
İnsanlık camiasının bir parçası olduğu unutulmadan, Kur'an ve Sünnetin öngördüğü ilkelere dayanan bir çerçeve oluşturulmak durumundadır. Bu çerçeve, geniş kitlelere yer veren, insanları dışlamayan, merkezden uzaklaşanları da güzel öğütlerle yuvaya çağıran bir yapıda olmalıdır. Kur'an insanlardan düşünerek hareket etmeyi, bilgi ve verilere dayanmayı, başkalarının düşünce ve inançlarına saygılı olmayı, doğal özellikleri dolayısıyla insanlar arasında ayrım yapmamayı ve onlara karşı hoşgörülü olmayı emreder. Buna rağmen günümüzde İslam dünyasına baktığımız zaman hem taklidin hem de taassubun kol gezdiğini görmekteyiz. Kendi kendimize "İslam ülkeleri, niçin kalkınmış ülkelerin arasında değil?" diye sormak ve cevabını aramak durumundayız. Problemlerimizin nedeni olarak kaderi veya dış düşmanları gösterme kolaycılığından kurtulmalı ve bu anlamda özeleştiri yapmalıyız.
Kısaca belirtmek gerekirse, günümüzde İslam dünyası büyük problemlerle karşı karşıyadır. Bu sorunlar sadece siyasi, ekonomik veya askeri değil, aynı zamanda felsefi ve düşünseldir. Yaşadığımız sorunların üstesinden gelebilmek için camiamızın bütün zümreleri gibi entelektüellerine de görevler düşmektedir. Bizim varlıkla olan irtibatımızı yeniden kurmamız gerekmektedir. Varlıkla irtibat her şeyden önce, bizim kendi kendimizi fark etmemizle alakalıdır. Biz ise, sadece anlık bir mevcut değil, geçmişi olan ve geçmişin devamı olarak varız. Kendi kendimizi eleştirmemizin de ön şartı, kendi kendimizi fark etmemizdir. Eğer bu gerçekleşmezse, olmayanları veya "varolma cesaretini göstermeyenlerin" "çözümlerin değil, sorunların kaynağı" olacağı veya haline getirileceğinde hiçbir şüphe olmamalıdır. Tebliğde yöntem, kötülüğü kötülük olarak kabul etmek, onun değişmesini istemek ve sonunda onu düzeltmektir.
Emir ve yasakların en değişmez niteliği, uygulanabilir olmalarıdır.