Zorlanmaya sebep olan faktörleri şöyle sıralayabiliriz. Öncelikle her insanda anlam arayışı ve bilişsel tatmin olma arzusu vardır. Bireyin günlük hayatta sergilediği temel düşünce ve davranışlardan biri, gerek tecrübe ettiği gerekse çevresinde gözlemlediği hadiselere bir anlam vermeye çalışması ya da bunları birtakım sebeplere bağlayarak anlama ve açıklama gayretidir. Psikologlar bireyin bu eyleminin ardında, içinde yaşanılan çevreyi anlamlı bir yapıya kavuşturma ve dünyayı kontrol edilebilir bir duruma getirme güdüsünün olduğunu ileri sürer. İnsan, olayların ve davranışların sebeplerini anlamak ister, bu da onu çeşitli şekillerde nedensel açıklamalarda bulunmaya götürür. Bu eylemi harekete geçiren temel güdü, çevrede olup bitenleri anlama ve açıklama çabasındaki bireyin kendisini bir boşlukta hissetmemesi, psikolojik rahatsızlıklar yaşamaması veya varoluşsal bir boşluğa düşmesinin engellenmesidir.
Dünyadaki mevcut dinlerin ön plana çıkan özelliklerinden birisi, inananlarına sundukları her türden nedensel açıklamalardır. Bilineceği üzere kutsal metinler veya teolojiler evrenin nasıl ve niçin var olduğunu, doğal afetlerin ne sebeple meydana geldiğini, çekilen acıların nedenini müntesiplerine çeşitli örneklendirmelerle anlatmaya çalışır.
Hümanist psikolojinin öncülerinden Frankl (2011), bireyin en temel ihtiyacının anlam arzusunu tatmin etmek olduğunu söyler. Logoterapi adını verdiği bir düşünce ve tedavi ekolü çerçevesinde birey için anlamlı bir hayatın inşasına yardımcı olmak, diğer taraftan da bireyi çağın hastalığı olarak görülen anlamsızlıktan kurtarmak ister. Logoterapiye göre bireyin istidadında var olan anlam arzusu, onu en acımasız ve en korkutucu şartlar altında bile sarılabileceği bir değere, bir amaca veya hedefe yöneltir. Anlam arzusu engellenen birey, anlamsızlık çukuruna düşer ve çukurdan ancak anlam arzusuna yeniden işlev kazandırmakla kurtulur.
Bireyin anlam arzusunun teşekkülünde, sosyal çevrenin birey üzerinde çok tesiri vardır. Örneğin fiziksel bir hadisede veya tıbbi bir vakada birey çok farklı iki şeyle karşılaşır. Birincisi, vakanın kendisidir ve buna “hastalık” denir. İkincisi ise bireyin sadece hastalıkla değil aynı zamanda içinde bulunduğu toplum ya da kültürün hastalığa bakışıyla karşılaşmasıdır. Tıbbi vakalara bu çeşit bir yaklaşma biçimine ise “rahatsızlık” denir. Birey, bilime göre hastalığını “açığa kavuşturma” çabasındadır fakat topluma göre hastalığını “anlama” ihtiyacı içerisindedir. Çünkü birey, hangi kültür ya da alt kültüre ait olursa olsun, rahatsızlığıyla ilişkilendirilmiş bir anlamlar ve yargılar dizisiyle karşılaşır. Bir kültüre ait olmasından ötürü bu kültürün anlam ve yargılarını içselleştirir. Bu içselleştirme de kendisine ve rahatsızlığına bakışını büyük oranda belirler. Bu rahatsızlığın ne anlama geldiği (negatif - pozitif, iyileştirici - cezalandırıcı, destekleyici - aşağılayıcı) bireyin üzerinde ve iyileşme sürecinde çok etkili olur ve rahatsızlık genellikle hastalıktan daha yıkıcı hale gelebilir. Anlama mahkûm edilmiş olmak, toplum içindeki bireyi olumsuz yönde etkileyebilir. Şöyle ki bir hastalık kendini gösterdiğinde toplum, el altında beklettiği “anlam” ve “yargı”ları bireyin hastalığı kavrama biçiminin üzerine salıverir. Toplum hastalığın sebebini bilmediğinde bu bilgisizlik korkuya sebebiyet verir. Bu korku, hastalığa yakalanan bireyin karakteri hakkında “olumsuz yargı” silsilesine dönüşür. Birey artık sadece “hasta” değil aynı zamanda “rahatsız”dır ve bu rahatsızlık genellikle kendi kendini doğrulayan kehanete dönüşür: “Neden ben? Niye rahatsızım? Çünkü kötülük yaptın. Kötülük yaptığımı nereden biliyorsun? Çünkü rahatsızsın.”
Bireyin zorlanımlı hadiseler sonrası zihni travmayı atlatmayı başarması yine kendi düşünce sisteminden kaynaklanır. Tamamen insana özgü bir hal olan bilinçlilik, “farkında olduğunun farkında olma” anlamına gelir. Birey, hayatını etkileyecek kararları bilinçli bir şekilde alır ve bunların sonucunu bizzat üstlenmek zorunda kalır. Yani eyleminin sorumlusu bizzat kendisidir ve bu sebeple bireyin atacağı her adım yeni bir bunaltıyı beraberinde getirir. Birçok yaşantı olasılığı içinden yalnızca birini seçmek zorunda olmak, gizli veya açık bir şekilde birey için “keşke” ya da “acaba” sorularının belirsizliğinin getirdiği bir bunaltıya sebep olur.
Bireyin zihinsel yapısı ne kadar donanımlı olursa olsun bilinç alanına intikal eden soruların tümünü cevaplama, açıklama, yorumlama ve çözümleme kabiliyetine sahip değildir. Bireyin bu bilişsel zafiyeti, zorunlu olarak onu kendi ötesinde farklı anlamlandırma kaynakları aramaya sevk eder. Bu kaynaklar sınırlılıkları sebebiyle bilişsel tatmin ve kesinlik arzusu için yeterli olmaz. Zira özellikle aklı aşan dinî metafizik konularda bilimin ya da insan ürünü açıklama sistemlerinin söyleyebileceği çok şey yoktur. İşte bu alan, dinî inancın hâkim olduğu ve sözünün geçtiği özel bir alandır. Birey, ancak dine müracaat etmekle, zihninde başka bir şekilde dolduramayacağı boşlukları telafi eder ve böylece zihnini gerginlikten kurtarıp rahatlar.
İslam inancına göre Allah, insanları fiziksel ve psikolojik bozukluklar da dâhil olmak üzere çeşitli yollarla imtihan eder. Burada amaç, söz konusu zorluklardan etkilenen insanın sabredip zor zamanlarda Allah’a sığınarak bu deneyimi bir tinsel gelişme ve arınma fırsatı olarak görüp görmeyeceğinin sınanmasıdır. Sonuç olarak birey, dinî inancı sayesinde hayattaki travmalara, bunalımlara karşı daha dayanıklı hale gelir. Bireyin hayatın zorlukları karşısında sığınacağı manevî bir sığınağı olur ve iradesi daha da kuvvetlenir. Birey, bu dünya hayatının imtihanlarla bezendiğini ve bu imtihanlara sabretmesi gerektiğini düşünür. Dinî inanç bireye yaşamın zorlukları ve acıları karşısında sabırlı olmayı, umudunu yitirmemeyi öğütler; anlam ve amaç duygusunu güçlendirir.
Zorlanan insanı anlamak için hepimizin yaşadığı fanilik bilinci ve yokluk tehdidinden de bahsetmek gerek. Varoluşsal bakımdan insan, bu dünyada pek çok kaygı ve korku yaşar. Özellikle yok olma düşüncesi, ölüm kaygısı ve korkusu bütün korku ve kaygıların temeli kabul edilebilir. Birbirinden farklı korku ve kaygı türlerini ihtiva eden ölüm korkusu bu haliyle oldukça karmaşık ve büyük ölçüde belirsiz bir duygusal yapı şeklinde değerlendirilebilir. Bu heterojen yapıyı oluşturduğu varsayılan korku türlerini “belirsizlik, acı duyma, yalnızlık, gerileme ve yakınlarını, denetimi, bedeni, kimlik duygusunu kaybetme” korkusu şeklinde sıralamak mümkündür.
Ölüm olgusu, üzerinde ne konuşulursa konuşulsun bir ve son defa tecrübe edilecek bir olgudur ve ölüm hakkındaki duygulanımları veya tutumları “korkudan” ziyade “kaygı” hali ile açıklamak daha doğru olur. Ölüm, bizim ve sevdiklerimizin zamanının; istençsiz veya bilinçdışı gerçekleşen yaşantılar gücümüzün; verilecek kararlarla ilgili kaygılar bilgimizin; anlamsızlık tehdidi değerlerimizin; yalıtılmışlık empati yeteneğimizin ve reddedilme olasılığı diğer insanlar üzerindeki denetimimizin sonluluğunu yansıtır. Bunların hepsi sadece faniliğin yani önünde sonunda hayat sahnesinden çekileceğimizin göstergesi olarak kalmaz; insanî varoluş olarak gücümüzün sınırlarına da işaret eder. Tabiattaki düzen ve işleyiş, biyolojik-genetik sınırlar, toplumsal-ahlakî kurallar, maddi kısıtlılıklar vb. adeta varoluşumuzun sonluluğunu, sonuna kadar özgür olmamızın imkânsızlığını, sonsuzluk diye bir şey olmadığını bireyin yüzüne haykırır.
Dinî inanç bireye ölümün, hastalıkların ve eksikliklerin olmadığı ebedî bir hayat vaat eder. İnsan ahiret inancıyla, çektiği tüm acı, ıstırap, haksızlık ve adaletsizliklerin mükâfatını alacağını umut eder. Dinî inancın ölüm sonrası hayat ile ilgili çizmiş olduğu bu olumlu tablo içerisinde birey için ölümün anlamı değişir. Bu tabloda ölüm yok edici, ürkütücü ve korkutucu bir olgu olmaktan çıkar; huzurun, iyiliklerin ve adaletin hâkim olduğu sonsuz bir hayata geçişi ifade eden manevi bir köprü kimliğine bürünür.
Kındi, “Def’u-l Ahzan” adlı eserinde “Ölüm olmasaydı insan da olmazdı.” der. Ölümün yok oluş şeklinde değil; sürekli ve daha yüksek bir hayata geçiş formunda değerlendirilmesi gerektiğine dair şu fantaziye başvurur. “Eğer sperma akıllı ve konuşabilen bir varlık olsaydı, gelişiminin hiçbir aşamasında bir sonraki merhaleye geçmeyi ve sonunda dünyaya gelmeyi istemezdi. İşte insanın ölümden sonraki hayata geçişi spermanın gelişim süreçlerini tamamlayarak dünyanın genişlik ve ferahlığına çıkmasına benzer. Yani ölüm bir yok oluş değil, daha yüksek bir doğuma geçiştir.” Kındi’ye göre bireyin ölümden korkmasının temelinde kontrolsüz şehvet ve öfke duygularından kaynaklanan tutkular yatar.
Bu dünyada karşılaşılan travmatik olaylar, bela ve musibetler, haksızlık ve mağduriyetlere rağmen ruh sağlığını kaybetmeden ayakta kalma ve bunlarla başa çıkmada en önemli teselli ve telafi kaynağı, gerçek adaletin, güzelliğin ve ölümsüzlüğün hüküm sürdüğü bir öteki dünya inancıdır. Ahiret inancı yalnızca kişinin kendi ölüm korkusuna karşı değil aynı zamanda sevdiği yakınlarını kaybetmesinin doğurduğu yıkıcı fantezi ve yanılsamalardan da koruyucu bir rol oynar. Ölümlü dünyanın dert ve sıkıntıları içerisinde sabır ve tevekkülle Rabbine yönelen müminin dilinden dökülen “Allah’tan geldik ve Allah’a döneceğiz.” (Bakara 2/156) ifadesinin dışa vurduğu sonsuz güven duygusu ve ruh selametinin, inancın gücü dışında başka hiçbir yolla elde edilemeyecek eşsiz bir koruyucu değere sahip olduğunu görebiliriz.
İnsana zor gelen şeylerden biri de engellenme, yoksunluk ve adalet duygusunun zedelenmesidir. Bireyin bir ihtiyacına, istek ya da arzusuna kavuşmak üzere harekete geçtiği sırada gerek kendi içinden, gerekse dış dünyadan kaynaklanan çeşitli sebeplerden dolayı hedefine ulaşamaması durumuna “engellenme” adı verilir. Engellenme halinde bireyde gerginlik artarak öfke, korku, kaygı, sıkıntı ve çaresizlik gibi duygular ortaya çıkar. Ayrıca bir toplumda davranış kalıplarının ve değer yargılarının kargaşası ve kaybolması (anomie), bireyin kendisini boşlukta kalmış gibi hissetmesine sebep olur. Bu durumda birey doğru-yanlış, güzel-çirkin, iyi-kötü, olumlu-olumsuz ayrımını yapamayabilir. Zira amacını, beklentisini ve değer yargılarını yitirme noktasına gelebilir. Öyle ki birey kendine, içinde bulunduğu topluma, geleceğe yönelik güvenini kaybeder. İster gerçekten bir engellenme yaşasın isterse yaşamasın insanlar kendilerini başkalarıyla kıyaslayarak yetersizlik ve yoksunluk duyguları yaşayabilirler. Örneğin bir kişi ekonomik açıdan, fiziksel bakımdan, sosyal ilişki ve statü yönünden kendini başkalarından daha dezavantajlı görebilir. Bu durum onda yetersizlik ve yoksunluk duygularını harekete geçirir. Bu duygulara kızgınlık, öfke, içe kapanma ya da daha fazla mücadele etme davranışları eşlik edebilir.
İnsan biyo-psiko-sosyal bir varlıktır. Bu özelliğiyle o, bireyler arası iletişim ve etkileşim süreciyle hem kendisini hem de çevresini geliştirir. Bununla birlikte insan zaman zaman birlikte yaşama kültürünün ve özgürlük-sorumluluk bilincinin aksine davranışlar sergileyebilir. Her gün gerek sosyal çevreden gerekse gazete, TV ve internet başta olmak üzere medya ve sosyal medyadan edinilen bilgilerle geçim sıkıntısı, kıskançlık krizleri, ego tatmini, nefsî arzular, öfke patlamaları vb. sebeplerle ölen/öldüren, yaralayan/yaralanan insanların dramatik öykülerine şahit olmaktayız. İnsanlığın var oluşundan bu yana yaşanan bu olaylardan bazıları bireysel veya kolektif şuurumuza bir saldırı niteliğindedir. Örneğin doğal hayatın akışı içinde gerçekleşen ve her canlının mutlaka tecrübe edeceği ölüm hadisesinde olaya etki eden faktörler hesaba katıldığında iyilik ve kötülüğün neliği üzerine düşünen insan zaman zaman adalet duygusunda karamsarlık yaşayabilir. Bu durum bilişsel düzenin (denge) kaosa (dengesizliğe) dönüşmesini, bu da bilincin yaralanmasını ve duygu durumunun bozulmasını beraberinde getirebilir.
İslamî inanç bağlamında “hayat” denilen sistem dünyada yapıp etmelerden ibaret olmayıp, “mead” denilen ahiret hayatı ile birlikte bir bütünlük oluşturur. Kur’ân’da çoğu ayet başından sonuna kadar hayatta insanın başına birtakım istenmeyen, arzu edilmeyen hallerin gelebileceğini söyler. Diğer bir deyişle insanoğluna dünya hayatında bir elim yağda diğer elim balda şeklinde, dikensiz bir gül bahçesi vaat edilmez. Adalet ve merhamet değerleriyle temelleri atılan dünya sisteminde bir Müslüman iman eder ki sınırlı süreli hayat güzergâhında zulüm varsa zalime zulmünün hesabı sorulacak; mağdur, mağduriyetinin mükâfatını alacaktır. Salih amel işleyebilmek için, salih olmayan amelin de işlenebilir olması gerektiği bilincinden hareketle “Başa neden geldi bu hal?” sorusu bu minvalde cevaplanması gerekir. İslamî kültürde bir müminden tevekkül halinde olması, fiillerini iradi ve ihtiyari olarak yapması, fiil kötüyse ve gücü yetiyorsa o kötülüğe engel olması, engelleyemediği bir zulüm varsa bunun da hesabının mutlaka görüleceğine inanması istenir.
İslamî inanç sisteminde Allah’ın insanoğlunu dünyaya göndermekteki amacı onu imtihana tabi tutmaktır. Ayrıca bu imtihan öyle bir düzenektir ki, network ağı gibi birbirine geçmiş insan davranışlarından ve ilişkilerinden meydana gelmekte, bu ağdaki kablolardan biri etkilendiğinde sistem gereği diğer bütün kablolar etkilenebilmektedir. Diğer bir deyişle, bir insanın yaşadığı kendi imtihanıyken, çevresinin o imtihan sürecinde, o insana nasıl davrandığı da çevresinin imtihanı haline gelmektedir. İmtihan, sınanmayı gerektiren ve sınananın da canını yakan bir tecrübedir. Bu imtihanın, insanın sınırlı süreli hayatında kendi iradesiyle yapıp etmelerine bağlı olarak değerlendirileceği, sonucunda da insanın cezai müeyyide veya mükâfat ile karşılaşacağı Kur’ân’da sık sık tekrarlanır, Hz. Peygamber de bunu sözlerinde çokça hatırlatır.
Bireyin zulmü engellemek ve adaleti tesis etmek gayesiyle çıktığı yolda zorluklara karşı nasıl tavır alması, nasıl harekete geçmesi gerektiğine dair İslamî kültür müntesiplerinden bazı şeyler talep eder. İslam peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.), bir zulüm veya adaletsizlikle karşılaşıldığı vakit bireyin öncelikle o zulmü ortadan kaldırmak için bizzat harekete geçmesi, buna gücü yetmediği takdirde bu davranışın zulüm olduğunu dillendirmesi, buna da güç yetiremediği vakit en azından zalimin/adaletsizliğin tarafında olmaması gerektiğini söyler. İşte burada dinî inancın bireye dayanma gücü verdiğini görmekteyiz. İnsan, dinî inancıyla yaşadığı her türlü acı, felaket, yoksulluk, yoksunluk, engellenme ve ölüm gibi olumsuzlukların üstesinden gelmeye çalışır. Hayatına inançları doğrultusunda bir anlam yükler. Bu durumda yaşadığı olayların katlanılması güç acı ve ızdırabını daha az hissetmeye başlar. Kuşkusuz bu süreçte dinî öğretiler, kutsal kitaplarda geçen kıssalar, rol modeller ve iyi insan olmanın övülmesi merkezî öneme sahiptir.
İnsanda zorlanmaya sebep olan durumlardan biri de suçluluğun getirdiği pişmanlık ve bunun sonucunda oluşan masumiyete dönüş arzusudur. Dinî inanç sistemlerinin bütünü ahlakî değerlere özel bir önem vererek müntesiplerinden bunlara riayet etmelerini ister. Dinî her emir ve tavsiyede, ahlakî ilkelere bağlılığı teşvik varken, her yasağın ve sakındırmanın özünde de mutlaka bir ahlakî ilkeyi koruma söz konusudur. Bu yapısıyla din, ahlakî ilkelere uyanlara dünya ve ahirete yönelik ödüller vaad ederken, karşıt durumlarda da onları ceza müeyyidesiyle uyarır.
İnanan insan, hayatın imtihanlarla dolu olduğunun ve sabretmesi gerektiğinin farkındadır. Birtakım dinî akımların marjinal bazı öğretileri istisna kabul edildiğinde hemen hemen bütün dinlerin “irade eğitimi”ne çok önem verdiğini söylemek mümkündür. Sözgelimi, İslamî öğretide Allah’a ve ahiret gününe iman; bireyin zorluklar karşısında sığınacağı manevî bir liman haline gelir. Bu iman bireyin sıkıntı, meşakkat ve bunalımlara karşı sabırlı ve dayanıklı, iradi açıdan da daha dayanıklı olmasını sağlar. Bu duruma da psikolojik sağlamlık diyebiliriz.