Molla Abdullah'ı İlahi

İstanbul Zeyrek Medresesi'nde tahsile başlayan Molla İlahî'nin, Alâaddîn Tûsî (887/1491) ile birlikte, Ubeydullah Ahrar'a intisab niyyeti ile Horasan'a kadar gittiği rivayet edilmektedir. Ahrar Hazretlerine intisab ettikten sonra, bir müddet Kasr-ı Arifanda Şah-ı Nakşibend'in mezarında halvete devamla, bu zatın ruhaniyetinden feyz alan Molla İlâhî, bu yönü ile "Üveysi" bir meşrebe de sahipti. Horasan'dan Anadolu'ya Ahrar'ın halifesi ve Nakşibendiliğin bir temsilcisi olarak dönen İlâhî'ye, Seyyid Ahmed el-Buhârî (922/1516)'de refakat etmişti.

Dönüşünü müteakib doğruca memleketi olan Kütahya Simav'a giden ve orada yerleşen İlâhî, bu havalide kendi çevresinde şekillenen kuvvetli bir nakşiyye muhiti te'sis etmiş ve ismi etrafında oldukça geniş bir menakıb halesi vücuda getirilmişti. Öyle ki, feyzi Horasan menşe'li olan bu meşhur sûfi ile, halifesi Ahmed Buhârî'nin şöhreti İstanbul sufiyye muhitine kadar ulaşmıştı. İstanbul'a gelmesi için yapılan ısrarlı da'vetlere rağmen, İlâhî, kendisi gitmeyerek, yerine halifesi Seyyid Ahmed Buhârî'yi göndermiştir. İstanbul'a gelerek, Şeyh Vefa Zâviyesi'ne inen ve burada misafir kalan Buhârî ise, Şeyh'ine Simav'da kalmasını ima eden, bir mektupla durumu O'na bildirmişti.

Çeşitli mülahazalarla Simav'dan bir türlü ayrılmak istemeyen İlâhî, nihayet Fatih'in vuku bulan vefatı ve II. Bayezid döneminde zuhur eden Şah Kulu fitnesi üzerine, ve Kazasker Manisalı Çelebi'nin, ısrarlarına dayanamayarak İstanbul'a gelmiştir.

Fatih'in, Horasan ve Semerkant havalisinin Nakşibendi mutasavvıflarına duyduğu muhabbet ve gösterdiği yakın alaka ma'lum iken, Ubeydullah Ahrar ve Cami ile görüşmüş, üveysî meşreb bir zata karşı ilgisiz kalması ve İlâhî'nin İstanbul'a gelmek için Padişah'ın vefatını beklemiş olması üzerinde durulması gereken bir husustur. Bu te'hirde zamanın İstanbul'undaki sûfi ahvalinin rolü, ihtimal olarak düşünülebileceği gibi, Şiilik tehlikesini sezen Molla İlâhî'nin, Şah-Kulu vak'asının zuhuru üzerine, kendisine irşad fırsatı verecek bir zemini doğduğunu düşünerek, bizzat kendisinin böyle bir fırsatı kollamak için bu te'hiri yapmış olduğu da ileri sürülebilir.

İstanbul'a gelir gelmez Zeyrek Medresesi'ne yerleşen İlâhî, mezkur kazasker'in, mürid ve bağlıları için yaptırdığı hücreleri kabul etmekten imtina ederek, irşad hizmetlerini burada yürüttüğü görülür. İlâhî'nin, tasavvufi mes'elelere ait sözü ve sohbetleri, kısa zamanda İstanbul'da duyulmaya ve devlet ricalini te'siri altına almaya, Ayasofya Camii'nde, zamanın en ilgi çekici konusu olan "Vahdet-i Vücud"un esrarına dair sözleri, efkar-ı umumiyyede kuvvetli akisler uyandırmaya başlar. O'nun bu verimli ve te'sirli çalışmaları ile, Nakşilik, İstanbul'da, tam bir tarikat hüviyeti içerisinde te'sis ve teşkil edilmiş olur.

Zâviyesi, devrin ileri gelenlerinin devam ettiği bir yer olan ve kendisine, Mansur'un "Ene'l-Hakk" deyişinin sebebi soruldugunda: "Ene'l-Batıl mı? diyeydi." şeklinde nükteli bir cevap veren Şeyh Muslihu'd-Din Vefa (896/1491) ile ünsiyyet peyda eden Molla İlâhî'nin müridleri arasında, Şeyh Muslihu'd-Din-i Tavil, Lütfullah Üskübi ile Mevlânâ neslinden Abid Çelebi gibi, zamanın en mümtaz uleması yer almıştı. Mazhar olduğu fazla rağbet, devamlı artan şöhret ve gittikçe çoğalan müridlerinden bîzar olan İlâhî, yerine halifesi Ahmed el-Buhârî'yi nasbederek, Rumeli Sancakbeylerinden Evrenoszade Gazi Ahmed Bey'in da'veti üzerine Vardar Yenice'sine nakl'i mekan etmiş ve vefat tarihi olan (896/1490-91) senesine kadar bu bölgede irşad ve te'lif ile ömür geçirmişlerdir.

Zeyrek Medresesi'nde temerküz eden bu nakşiyye meşvesi, İlâhî'nin halifelerinden, Şeyh Muslihu'd-Din Tavil'in gayretleri ile genişleyerek devam ettirilmiştir. Kastamonu'nun Bakırkaresi kazasından olan bu zat, uzleti ihtiyar etmesiyle meşhur olmuştur. II.Bayezid Han'a: "Doğduğu bölge halkının zulme ma'ruz kaldığını" beyan eden bir mektub yazması üzerine arzusu derhal yerine getirilecek derecede, Saray nezdinde nüfuz sahibi olduğu anlaşılan bu zat, İlâhî'nin vefatını müteakib Bursa'ya çekilmiş ve orada vefat etmiştir.

Zeyrek Camii İmamı Nureddin Halveti ile Şeyh Muslıhu'd-Din Ta'vil, Anadolu evliyasının büyüklerinden. Şah-ı Nakşibend Behaeddin-i Buhârî hazretlerinin yo-lunu Buhara'da Ubeydullah-i Ahrar'dan alarak Anadolu'ya ilk olarak getirip yayan alim. Germi-yanoğluları beyliğinin sınırları dahilinde olan Kütahya'nın Simav kasabısı civarında bir köyde doğdu. 1491(H.897) yılında Rume-li'nde Vardar Yenicesi'nde vefat ederek oraya defnedildi.

İlk tahsilini Simav'da tamamladıktan sonra İstanbul'a gitti. Zeyrek Medresesinde büyük alim Alaaddin Tûsî'nin talebesi oldu. Zahiri ilimlerde ilerledi. Hocası Alaaddin Tûsî, Hocazade ile yaptığı münazara neticesinde İran'da Kirman taraflarına gitti. En çok sevip takdir ettiği talebesi Abdullah-i İlâhî'yi de yanında götürdü. Abdullah-i İlâhî, Kirman'da da bir müddet ilim tahsil etti. Fakat bir türlü tatmin olmadı. Zahiri ilimleri bırakıp batıni ilimlerle uğraşmayı arzu etti. Hatta bütün kitaplarını yakmak veya suya atmak gibi bir düşünceyle karşı karşıya kaldı. Yanına gelen evliyadan bir zatın tavsiyesi ile ihtiyacı olmayan kitap-ları satıp parasını fakirlere dağıttı. Bilahere Semerkant'a gitti. Bu sırada Semerkant'ta Yakub-ı Çerhi hazretlerinin talebesi ve halifesi Hace ubeydullah-ı Ahrar, Hace Nakşibendi Behaeddin-i Buhârî'nin yolunu yaymak ve insanlara İslam ahlakını anlatmakla meşguldü. Binlerce talebe etrafında feyz almak, Allah-ü Tealanın razı olduğu yolu öğrenmek için çırpınıyordu. Abdullah-ı İlâhî de, bu seçilmişlerin halkasına dahil oldu.

Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerinin talebelerinin Ehl-i sünnet itikadına bağlılığını, Resûlullah salallahü aleyhi ve sellemin sünnet-i şerifine uymaktaki gayretini görüp hayran kaldı. Yıllarca Semerkant'ta kalıp Ubeydullah-i Ahrar hazretlerinin hizmetinde bulundu. Feyzlerinden istifade etti. Hocasının emriyle Buhara'ya gidip Bahaeddin-i Buhârî hazretlerinin kabrini ziyaret etti. Orada bir yıl insanlardan uzak kalarak yalnız ibadetle meşgul oldu. Bahaeddin-i Buhârî hazretlerinin ruhaniyetinden feyz aldı. Çok zaman Bahaeddin-i Buhârî'nin kabri yarılarak dışarı çıkar, rüyalarını yorumlar, çeşitli iltifatlarda bulunurdu. Zahirde hocası Ubeydullah-ı Ahrar olmasına rağmen, hakikatte tasavvuf yolunu Hace Bahaeddin-i Buhârî hz.'den üveysi olarak tahsil etti. Daha sonra tekrar Semerkant'a döndü. Bir müddet daha Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerinin hizmetinde bulunup tasavvufta yüksek derecelere kavuşarak icazet aldı. Sonra Seyyid Ahmed Buhârî ile birlikte Anadolu'ya geldi. Gelirken Herat'ta Mevlânâ Abdurrahman Cami (v.1492) ve diğer büyükler ile görüşüp sohbet etti. Anadolu'ya gelip memleketi olan Simav'da yerleşti. Hak aşıkları, kısa zamanda onun büyüklüğünü anlayarak etrafına toplandılar. Sohbetinde bulunmayı cana minnet bildiler.

Abdullah-ı İlâhî hazretleri de, hocasından öğrendiklerini Anadolu'da yaymayı kendisine vazife edinip, insanların huzur ve saadete kavuşmaları için gece gündüz çalıştı. Muhammed Bahaeddin-i Buhârî hazretlerinin dergahından aldığı feyzleri Anadolu'da ilk yayan veli oldu. Bir müddet sonra Anadolu kadıaskeri Manisalızade Muhyiddin Mehmet Çelebi (v.1483)'nin daveti üzerine Fatih Sultan Mehmed Han'ın vefat ettiği günlerde İstanbul'a geldi (1481). Kadıasker Mehmed Çelebi'nin gösterdiği odaları ve teklifleri kabul etmeyip, daha önce ilim tahsil ettiği Zeyrek Camiî etrafındaki virâne haline gelmiş boş medrese odalarını tercih etti. Orada yerleşti. Şeyh Ebü'l-Vefa Konevî gibi Allah dostları ile sohbet etti. İstanbullular onun gelişini rahmet bilip, sohbetine koştular. Az zamanda halktan ve devlet adamlarından birçok kimse, Abdullah-ı İlâhî'nin talebeleri arasında yer aldı.

Bunlardan biri de Mevlana Celaleddin-i Rumi hazretlerinin torunlarından Abid Çelebi idi. Kadılık hizmetini bırakarak Abdullah-ı İlâhî'ye talebe olmuştu. Birgün Zeyrek Camiînde Abid Çelebiye sadece onun fark edebileceği bir keramet göstererek iltifatlarda bulundu. Bunun sebebini soran talebesi Uzun Musluhiddin'e; "İnsanların meşrebleri ayrı ayrıdır. Avamın çocukları dayaktan, büyüklerin çocukları lütuftan anlar, ona iltifat etmesem, beni ve bu büyüklerin yolunu bırakır." buyurdu.

Yine Abid Çelebi, Abdullah-ı İlâhî'nin dergahına uzun bir müddet devam ettikten sonra kalbinin açılmadığını fark edip Muhyiddin İskilibi (Şeyh Yavsi) hazretlerine talebe olmayı kalbinden geçirdi. Kafası bu düşüncelerle dolu olarak Zeyrek Camiinde namaz kıldı. Namazda sonra hocası Abullah-ı İlâhî kendisine dönüp: "Seni namaz kılarken Muhyiddin İskilibi'nin şeklinde gördüm." buyurdu. Bunun üzerine Abid Çelebi, özür dileyip hocasının elini öptü ve hizmetine devam etti. Gün geçtikçe gönlü açılıp ard arda gelen feyzlere kavuştu.

Halkın ve devlet erkanının iltifatları, Abdullah-ı İlâhî hazretlerini İstanbul'dan uzaklara gitmeye zorladı. Zaten meşhur Osmanlı kumandanı Evrenos Beyin oglu Ahmed Bey, sancakbeyi olduğu Vardar Yenicesi (Selanik yakınlarında)'ne davet edip duruyordu. Abdullah-ı İlâhî hazretleri çok sevdiği Ahmed Beyin arzusuna uyup Vardar Yenicesi'ne gitti. Seyyid Ahmed Buhârî hazretlerini İstanbul'da yerine halife bıraktı. Teşrifi ile Vardar Yenicesi şenlendi. Şehir onun hürmetine imar edildi. Camiler, hanlar, medreseler, darü'l-hadis, tekke ve türbeler inşa edildi. İnsanlar bu Allah dostunun sohbetinden istifade etmek, meclisinde bulunmak için yarış ettiler.

Bir gün ihtiyar bir kadın Abdullah-ı İlâhî'nin meclisine gelip bir müşkülü olduğunu arzetti. O gece rüyasında kendisini kurbağa şeklinde gördüğünü söyledi. Abdullah-ı İlâhî; "Hayırdır inşaallah korkacak bir şey yok." buyurup, kendi haliyle meşgul oldu. Ama bu cevap kadını tatmin etmemişti. Bir kenarda bekledi. Biraz sonra başını kaldıran Abdullah-i İlâhî, "Anacığım! Sen dervişleri evine davet etmek istemiş, sonra da vazgeçmişsin. Bu rüya ona alamettir. Git huzurla işine bak." buyurdu. İhtiyar kadın bu söz-leri tasdik edip; "Evet, aynen öyle oldu. Evim dar olduğu için davetten vazgeçtim."dedi.

Abdullah-ı İlâhî hazretleri, Vardar Yenicesi'nden uzun yıllar insanlara Allah-ü Teala'nın dinini anlattı. İnsanlara rehberlik, zevk erbabına pirlik, şevk, istek sahiplerine şeyhlik yaptı. Sırların kaynağı, doğruların dayanağı, İlâhî sırların açıklayıcısı oldu. 1491 yılında burada vefat edip, şehir içinde yüksek bir yerde, Evranosoğlu Ahmed Beyin yaptırdığı mescid, medrese, tekke, darül-hadis ve türbeden müteşekkil külliyesinin türbesine defnedildi. Ahmed Bey Murad Baba, Şeyh Feyzullah Efendi, Yazıcızade Mehmed Efendi oglu Mehmed Çelebi (Yazıcı Çelebi Efendi) de daha sonra burada defnedildiler. Bunlar büyük ihtimalle Abdullah-ı İlâhî'nin Vardar Yenicesi'ndeki belli başlı talebeleri idiler. Türbe, Osmanlıların son zamanlarına kadar ayakta kalmış, ziyaret edilmiş, fakat daha sonra ortadan kaldırılmıştır.

Abdullah-ı İlâhî hazretleri, on beşinci asır Türk edebiyatı nesri içinde mühim yer tutan kitaplar yazdı. "Keşfü'l-Varidat li-Talibil'l Kemalat ve Gayeti'd-Derecat" adıyla Şeyh Bedreddin Simavi'nin "Varidat"ını şerh ederek yanlış-lıklarını ortaya koydu. Tasavvufi hayatın âdâb ve erkanını anlattığı "Meslekü't-Talibin vel-Vasilin" adlı eserini Türkçe olarak kaleme aldı (1483). "Zadü'l-Müştakin" kitabında yüzden fazla tasavvufî terimi Türkçe olarak açıkladı. Tasavvufi ahlakla ilgili olarak yine Türkçe "Esrarnâme" kitabını kaleme aldı. Vahdet-i vucüdla ilgili bilgileri, "Risale-i Vücud" adlı eserinde Arapça olarak açıkladı. "Risale-i Ahadiyye" adlı ese-rinde bazı terimleri Farsça olarak açıkladı. Ruzbehan-Bakli'nin Risale-i Kuds adlı eserini Menazilü'l-Kulub adıyla Farsça şerh etti. "İlâhî" mahlası ile şiirler yazdı. Kendisine nisbet edilen bir Divan varsa da, bu eserin, çağdaşı ve yine "İlâhî" mahlası ile yazan Ahmed-i İlâhî'ye aid olması kuvvetle muh-temeldir.

Abdullah-ı İlâhî, eserlerinden başka, birçok talebe yetiştirerek vefatından sonra da hizmetlerinin devam etmesini sağladı. Muslihuddin Ta'vil ve Abid Çelebi, talebelerinin meşhurlarındandır. En meşhur talebesi ise Seyyid Emir Ahmed Buhârî'dir. Tarikat silsilesi de onun vasıtasıyla, Ubeydullah-ı Ahrâr, Molla Abdudllah-ı İlâhî, Ahmed Buhârî, Hakim Çelebi, Nakşibendzade Mustafa, İlâhîzâde Yakub, Ahmed Tirevi, Ömer Bâkî ve Şeyh Nasrullah şeklinde devam etmiştir. Ancak Nakşibendiliğin müceddiyiye kolu, Murad Münzevî ve Mehmed Emin Tokadî (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) vasıtasıyla Anadolu'ya gelince Anadolu'da Nakşibendiyye silsilesi değişmiştir.

Kaynak: Evliyâlar Ansiklopedisi Sayfa: 123-130