Bugün İslam âlemi üzerinde oynanan oyunların ne kadar etkili olduğu ortadadır. Bütün kan, zulüm, gözyaşı hep bu coğrafyadadır. Ve en kanlı çarpışmalar ve savaşlar da adına Müslümanım diyen gruplar arasında yaşanmaktadır. Bu savaşlar ehli küfür için her türlü sömürünün araçları ve sonuçlarıdır, bunu anlayabiliyoruz. Anlamakta zorlandığımız konu ise Müslümanların bu sömürüye, dünyalık menfaatleri karşılığında maşa olmalarıdır. İşin daha vahim tarafı ise ehl-i küfrün, fitneleri ile dünyamızı elimizden aldıkları gibi ahiretimizi de elimizden almak için yaptıkları şeytani planlardır.
Evet, gerçekten ehl-i küfrün Peygamberimiz (s.a.v.) döneminden bugüne gelene kadar İslam’ı yıkma adına yaptıkları fitneleri bitmek bilmemiştir. Bu hain sinsi simalar, değişik maskeler ve görüntülerle hep meydanlarda olmuşlardır. Bu fitnelerin çoğu da Müslümanları sözde bidat ve şirkten kurtarma adına yapılan iyilikler gibi gösterilmiştir. Son yıllarda iyice artan hadis karşıtlığı bunlardan biridir. Bu fitnenin amacı Peygamberimizin (s.a.v.) Kur’ân yorumunu devre dışı bırakarak, dini yaşamak değil de kullanmak peşinde olan kişilere, arzu ve isteklerine uygun yorumlar yapabilmesi için kapı aralamaktır.
Evet, bu ümmete Peygamber sevgisini unutturmak ve özellikle Peygamber aşkı ve sevgisiyle ünlü şairlerin, âlimlerin yurdu Anadolu coğrafyasını bu güzel değerlerinden koparmak istiyorlar. Bu yaptıklarıyla Efendimizi (s.a.v.) sadece haşâ mektup taşıyan, bir postacı konuma sokuyorlar. Yani açıkçası Efendimizin (s.a.v.) örnekliğinin önemi olmadığına, bütün kerametin sadece getirdiği Kur’ân’dan ibaret olduğuna ve Kur’ân’ın tek başına İslam’ı yaşamak için yeterli olduğuna müminleri inandırmaya çalışıyorlar.
“Hem zaten Kur’ân da böyle söylüyor.” yalan ve iftirası ile yapıyorlar.
Hazreti Peygambere görevini yapmış ve artık görevi bitmiş bir din büyüğüdür diyorlar. O’nun Allah’ın elçisi olduğunu ve aramızda ruhen ve gerekirse bedenen görevlerini yapmaya devam ettiği gerçeğini kabule şayan görmüyorlar. Rabbimizin “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rableri katında Allah’ın, lütfundan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak rızıklandırılmaktadırlar…” (Âl-i İmrân, 3/169-170) ayetinde şehitler için nasip ettiği diriliği Efendimize (s.a.v.) çok görüyor ve O’nun şanına bu gerçeği yakıştıramıyorlar.
Daha böyle ne hezeyanları var ki hepsini iyilik maskesi altında, ümmeti şirkten sapıklıktan koruma maskesi altında yapıyor ve aslında en büyük sapıklığa ümmeti kendileri sürüklüyorlar. Bu nedenle ehl-i sünnet itikadı ve inancı üzerine oynanan oyunlar karşısında çok dikkatli olmak gerekiyor.
Yine bu zümre, Peygamberimizin tüm peygamberlerden üstün olduğu gerçeğini de kabul etmek istemiyorlar, bunu hazmedemiyorlar.
“Ey Habibim, seni yaratmasaydım âlemleri yaratmazdım.” sözünü de abartıyorsunuz diyorlar. Velhasıl bu coğrafyada peygamber âşıklarının naat ve şiirlerindeki övgü ve iltifatlara takılıyorlar; ama Rabbimizin Efendimiz (s.a.v.) hakkındaki övgülerinin ümmetin övgüsünün çok daha fevkinde olduğu gerçeğini görmezden geliyorlar.
Peki, Kur’ân bu konuda bizlere neler söylüyor.
Kur’ân’a bakınca Cenab-ı Hakkın Efendimiz hakkında kullandığı ifadeler ve övgülerden açıkça anlarız ki Resulullah’ı sadece ümmetinin âşıkları değil, Cenab-ı Hakk da methetmiş, çok övmüştür.
Mesela bu âlem Efendimizin (s.a.v.) yüzü suyu hürmetine mi yaratılmıştır? Bu söz diyelim ki hadis olmasa bile söylenmesinde bir mahsur var mıdır bakalım.
Şimdi Cenab-ı Hakk bu âlemi niçin yaratmış? Bunun için Kur’ân’a bakarsak bu yaratılışın merkezinde insan olduğunu görürüz. İnsan eşrefi mahlûktur ve Allah onu kendine kulluk için yaratmıştır. Ve bu evrendeki her şeyi de onun emrine mazhar kılmıştır. Yani bu koca evren insanın imtihanı için yaratılmıştır. Mülk ve Yunus süresinde geçen şu ayetler bu meseleyi detaylıca anlatır.
“O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk, 67/2)
Hepinizin dönüşü ancak O’nadır. Allah, bunu bir gerçek olarak va’detmiştir. Şüphesiz O, başlangıçta yaratmayı yapar, sonra, iman edip salih ameller işleyenleri adaletle mükâfatlandırmak için onu (yaratmayı) tekrar eder. Kâfirlere gelince, inkâr etmekte olduklarından dolayı, onlar için kaynar sudan bir içki ve elem dolu bir azap vardır.” (Yûnus, 10/4)
“O, güneşi bir ışık (kaynağı), ayı da (geceleyin) bir aydınlık (kaynağı) kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona menziller takdir edendir. Allah, bunları (boş yere değil) ancak gerçek ile (hikmeti gereğince) yaratmıştır. O, âyetlerini, bilen bir topluma ayrı ayrı açıklamaktadır.” (Yûnus, 10/5)
“Şüphesiz gece ve gündüzün art arda değişmesinde, Allah’ın göklerde ve yeryüzünde yarattığı şeylerde, Allah’a karşı gelmekten sakınan bir toplum için pek çok deliller vardır.” (Yûnus, 10/6)
Bu ayetler ve benzerleri bu âlemin yaratılış gayesinin insanın imtihanı olduğu gerçeğini ortaya çıkarır. Hani bir de şu gerçek vardır ki insanoğlu eşref-i mahlûktur. Yani, mahlûkatın en şereflisidir. Demek ki bu âlem, en şerefli insanı konuk ediyor ve onların imtihanı için düzenlenmiş, birinci amacı budur. Peki, bu şerefli insanoğlunun en şereflisi kimdir? O da elbette Efendimizdir (s.a.v.). O zaman bu evrenin Efendimiz için yaratılmış olduğunu söylemek de yadırganacak bir durum olmasa gerektir. Yani “âlemleri senin için yarattım” şeklinde rivayetle gelen hadis-i kutsi tenkit edilse de Kur’ân da görüldüğü gibi benzerini söylemektedir.
Mesela şu ayetlere bakalım:
“Şüphesiz sen çok büyük bir ahlak üzeresin.” (Kalem, 68/4)
“Sizin için Allah’ın elçisinde alınması gereken güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 33/21)
“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.” (Âl-i İmrân, 3/31)
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Resule itaat edin. Amellerinizi boşa çıkarmayın.” (Muhammed, 47/33)
“Kim Rasul’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisâ, 4/80)
Bu ve benzeri ayetler onun yüceliğini ortaya koymaya kâfi değil midir?
Bu kadar övgüye layık Efendimizi, görevini bitirip bir kenara koyunca bu övgülerin ne anlamı kalmaktadır. Bunun izahını hangi akıllı yapabilir. Rabbimiz diyor ki: “Sen büyük bir ahlak üzeresin, insanlar için güzel bir örneksin, herkes sana uysun, sana benzemeye çalışsın ki ben o kullarımı seveyim.” Ama ortada örnek alınacak peygamberin hayatından hiçbir iz ve eser yoksa şimdi bu ayetlerle beraber bu düşünce ne kadar anlamlıdır ve gerçekçidir.
Hatta geçmiş milletlerin peygamberlerine karşı şöyle bir tavrı olmuştur. Allah (C.C.) peygamber olarak niye melek göndermedi de seni gönderdi, zira sen de bizim gibi bir insansın, insandan peygamber mi olur?
Hâlbuki doğrusu elbette insanoğluna örnek alabilmeleri için insanoğlundan bir peygamber gelmesi idi. Eğer peygamber beşer olmasa idi örnek alınamazdı, onun beşer olarak aramızda yaşaması örneklik anlamında çok önemlidir.
Allah (C.C.) Kur’ân’da Hazreti Peygambere (s.a.v.) hem itaat edin hem de ittiba edin der. İtaat emirlere uymaktır. İttiba kavramı ise çok farklıdır. Bunun anlamı ibadetlerinizi onun gibi yapınız, her yönüyle ona benzeyiniz, onu adım adım takip ediniz, ahlaken ona benzeyinizdir. Bu nedenle O içimizde bir beşer olarak yaşarken, evlat olmuş, eş olmuş, baba olmuş, dede olmuş, ticaret yapmış, hasta olmuş, aç kalmış, borcu olmuş, bir beşerin başına gelecek bütün haller O’nun (s.a.v.) başına fazlasıyla gelmiştir ve bu nedenle bize her konuda örnek ve ölçü olmuştur. Melek veya başka bir varlık olsa bu şekilde ölçü olamaz örnek olamazdı.
Bir de Resulullah’ın (s.a.v.) manen aramızda bulunduğu, rüyalara girdiği, manevi hallerde keşiflerde göründüğü de bir vakıadır. Böyle yaşanmış o kadar tecrübeler vardır ki bu meselenin inkârı mümkün değildir.
Namazlarda Resûlullah’a (s.a.v.) selam vermemiz de çok manidardır. Şöyle ki her namazda ona selam vermeyi Rabbimiz bizlere farz kılmıştır. Zira tahiyyat okumak Şafi, Hanbeli, Maliki gibi üç mezhepte farz, Hanefi’de vaciptir. Bu demektir ki bütün Müslümanlar her namazda Efendimize selam verirler. Selam vermek sünnet, almak vaciptir. Efendimize verilen bu selamların bu nedenle karşılıksız kalmadığı konusunda İslam âlimlerinin keşfen tespitleri vardır.
Mesela İmam-ı Gazalî bu meseleyi şöyle izah eder ve der ki: Her namazda tahiyyatı okurken Resulullah’a selam verince iki kaş arasında Resûlullah’a (s.a.v.) rabıta yapılmalı ve Resulullah’ı karşıda hissederek ona selam verilmelidir… Böyle yapmanın hikmetini ise şöyle izah eder: Resulullah, selam verenin selamını alır. Bunu şu ayetle açıklar. Rabbimiz Peygamberimizi bu ümmete aynı zamanda bir şahit olarak göndermiştir. Yani Mü’min, Müslüman olduklarına, namaz kılıp, oruç tuttuklarına, iman edip etmediklerine şahit olacaktır. Bu nedenle namazlarda selam veren bir mümini Efendimiz görmektedir ve selamını almaktadır. Dolayısıyla günde beş vakit namaz kılan bir kişi her tahiyyatta: Ya Resulallah (s.a.v.) namazıma sen şahit ol mesajı vermektedir.
Bu mevzular her şeyi küçük aklıyla değerlendiren ve Allah’ın kudretini hesaba katmakta zorlanan insanlar için anlaşılmaz gelebilir ama bunlar birer vakıadır.
Bu nedenle Resulullah (s.a.v.) ve hadisleri üzerine oynanan oyunlara kanmamak bugün önemli bir imtihan sebebimizdir.
Allah’a (C.C.) emanet olun.