Alim, salih bir zata ziyarete gittiğimde başından geçen olaylardan bahsederken atlattıkları trafik kazasıyla alakalı olanı beni çok etkilemişti.
Olay şöyle tezahür eder; seyahat ettikleri arabanın sürücüsü göz göre göre karşıdan gelmekte olan kamyonun altına doğru girmektedir. Kendisi hemen direksiyonu sağa kırdırır ve; Evladım, niye kamyonun üstüne üstüne gidiyorsun görmüyor musun der.
Şoför; Efendim, yol benim hakkım, onun çekilmesi gerekiyor. "Ben haklıyım" cevabını verince. İyide çocuğum, yol senin bile olsa adam anlayışsızın birisi, bak yol seninmiş değilmiş umurunda bile değil, göz göre göre bizi ölüme götürüyorsun.
Evet… "ben haklıyım" atına binip çoğu zaman ölüme gidiyoruz, cehenneme doğru yol alıyoruz, en yakın dostlarımızla ya da dost bildiklerimizle ilişkilerimizi kopartıyoruz, acı bir şekilde ailemizi bir hiç uğruna dağıtıyoruz.
Haklılık öyle bir güç veriyor ki bize, bir kere haklı olmayalım. Bu gücü, hatalı olanları ezmek, yok etmek, süper egomuzu tatmin etmek için kullanıyoruz.
"Efendim benim kaç yıllık arkadaşım ben ona ne iyilikler yapmıştım böyle de olmaz ki, eşim bana böyle davranamaz ki…" En haklı anne veya baba, evladına can yangınlığıyla beddua ederken bir anlığına içleri rahatlar fakat evladına onların diliyle gelen belayı görünce hem vicdan azaplarının en büyüğünü yaşarlar hem de o sıkıntıdan aslan payını onlar alırlar. Böyle zamanlarda öfke gözümüzü karattığından hiçbirşey görmeyiz. Artık hüküm bizdedir, istediğimizi asar keseriz. Daha sonra çok pişman olabileceğimiz kararlar alan davranışlar içerisine gireriz. Hatta haklıyken haksız duruma bile düştüğümüz olur. Hâlbuki bu durumlarda tevazuyu ve sakin kanlı olmayı elden bırakmayıp karşımızdaki insana biraz anlayış gösterip, "haklılık sopasıyla" adamı dövmesek, hatasını fark edecek, belki içinde zaten bin pişmanlık yaşayan biriyse, biz üzerine gittikçe kendisini savunma ihtiyacı hissedip olur olmaz yollara sapacak.
Büyüklerin çok güzel bir sözü var; "kötüye karşı kötülük yılanın ahlakı, iyiye karşı iyilik merkebin ahlakı, kötülüğe karşı iyilik meleklerin ahlakıdır". Affedici olmanın büyüklüğünü yaşamak "ben haklıyım sopasıyla" insanların başına vurmaktan bizi daha fazla toplum içinde büyütür. Asıl büyüklük haklıyken ve karşılığını verebilecekken affetmek, tevazu gösterebilmektir. Yoksa adama istesen de yapabileceğin bir şey yok. Mecburen affetmek zorundasın, bu içten gelen büyüklük değil şartların zorlamasıyla oluşan bir durumdur. Ve de Peygamberi Zişan efendimizin de hayatlarında bu konuyla alakalı sayılamayacak kadar örnek davranışları vardır. Dağların taş olup Taif'lilerin üstüne indirilmesini istemek O'nun o gün hak olarak en büyük hakkıydı. Fakat O merhametini devreye soktu. Neticesinde bize insanlık dersi verirken, Taiflilerin sonraki nesillerini İslam'a kazandırdı.
Bazen sizin haklılığınızı karşı taraf bildiği halde bunu size söyleyemez ya da hak ettiğiniz davranışı gösteremez. Çünkü size karşı hiç de iyi hisler beslememektedir. Mesela hased, kıskançlık gibi duyguların esiridir. Bu sebeple için için çok iyi bildiği hakikati söylemekten acizdir. Hatta en olmadık iftiralara maruz kalırsınız da sizi en çok şaşırtan iftira konusu değil, onun kaynağı olur. Hayretlere düşersiniz. Pirincin taşını ayıklamaya sizin gücünüz de yetmez. İmtihan gereği hayatta başka mecralara sürüklenirsiniz. Âşık Yunus Emre Hz. gibi. Kendisi samimi olarak hizmet ettiği halde en yakın arkadaşlarının iftirasına uğrayıp dergâhtan uzaklaştırıldı. Bu O'na dışı karanlık arkası rahmet dolu kapıların açılmasına vesile oldu. Emir başım üzere diyerek içindeki aşk ateşini adım adım dolaşıp Anadolu'ya saçtı. İsmi gönüllerde ve dillerde yer etti. Aradan geçen onca zamana karşı yine hayır duaları ve saygıyla ismi anılmakta. Belki o iftiralar olmasa ya da ben haklıyım diyerek dergâhta kalsaydı yine salih bir insan olarak dünyasını değiştirirdi. O zamanda Yunus Emre'yi kaç kişi bilir, tanır, ilminden istifade ederdi. Bu sebeple bazen uğradığımız haksızlıklar bizim günahlarımıza keffaret olurken, Rabb'ül Âlemin bizim bilmediğimiz fakat daha hayırlı olan yerlerden daha hayırlı ameller, rızıklar bizlere nasip edebilir. Hikmet gözüyle görerek yaşanan olayları bakıp değerlendirmekte fayda vardır.
Bazan kendimizi ululamak, yanlış fikrimizi doğru göstermek için bazı eksikleri veya nakıs görünen hallerden kendimize haklılık payı çıkardığımız olur. Tarih bu yanlışı yapan insanlarla doludur. En bariz göze çarpan misalde Ebu Cehildir. O kendince şöyle diyordu: "Evet Allah bir, peygamberlik hak. Fakat benim gibi Mekke'nin zengini, nüfuslu adamı dururken bu işler bir fakire, yetime mi kaldı, olur mu böyle şey?" diyerek. Kendisine bir haklılık payı bulup cennet hakkını kaybediyordu. Bazen gerçeği, eksiği fark etmek yetmez, onu doğru bir şekilde yorumlamak oradaki hakikati anlamak gerekir. Eğer bunu yapamıyorsak işi bir bilene sormaktan çekinmemeliyiz. İmtihan gereği bu çok karşılaşılan bir durumdur. Allah (Celle Celalühü) insanların kalplerindeki fitne tohumlarını bazen haklı sebepleri kullanarak ortaya çıkartır.
Bir çok dost meclislerinde, "yalan değil, olaylar tam da bu anlattığım gibi oldu" diyerek başlayan veya biten konuşmalarla varılan sonuçlar maalesef uçuruma yuvarlanmak hatta başkalarını da beraberinde götürmekle sonuçlanmaktadır. Haklılık tarlasında içimizdeki fitne tohumlarının filizlenmesine izin vermeyelim. Bu kardeşi kardeşe, ana-babayı evladına bile kırdıran, insanı köklerine, vatanı ve Allah'a bile düşman edebilecek kadar tehlikeli bir durumdur.
Mutlaka haklı olduğumuz mevzularda hakkımızı almaya çalışacağız. "Başına vur ağzından ekmeğini al" şeklindeki bir hilkat garibesi olalım demiyorum. Fakat Hakkımızı haklı ve güzel bir yolla ispatlamamız gerekir. Durum bu cihetle olmaz ise bizde zalimlerden oluruz. Unutmamak gerekir ki mazlumun yardımcısı Allah (Celle Celalühü)'tır. Biz kimi yanımızda istediğimize bir bakalım. Allah'ı mı yoksa şeytanı mı? Meşhur olaydır; Bir gün adamın birisi gelip Hz. Ebu Bekir efendimize hakaretler eder. Hz. Ebu Bekir cevap verip kendisini savunmaz. Bu durumu gören Resulullah efendimiz tebessüm buyurmaktadır. Ancak, olay uzayınca en sonunda dayanamayan Hz. Ebu Bekir kendisini savunmaya başlar. Fakat bir de bakar ki, Resulullah Efendimizin yüzündeki o tebessüm kaybolmuş halde o meclisten hızla uzaklaşmaktadır. Koşarak yetişir ve; Ya Resulullah, adam bana haksız yere hakaret ederken tebessüm buyurdunuz, ben kendimi savununca yüzünüzdeki tebessüm gitti ve oradan ayrıldınız diye sorunca; Ya Ebu Bekir, sen haklı olduğun halde kendini müdafaa etmediğin zaman senin adına melekler seni savunuyordu, ben bu duruma tebessüm ediyordum. Ne zaman adama karşılık vermeye başladın oraya şeytan geldi. Şeytanın olduğu yerde ben bulunamam. Oradan uzaklaştım.
Haklılığımız bizi şeytana maskara etmesin. Haklılığımız Hakk'a götüren bir vasıta olsun.