Sevgi, insana zor olan şeye dayanma gücü veren duygudur. Hayat bizi sabra zorlayan cilveler yaparken, sevgiyle katlanılır acılara zorluklara ve sevilenin de dertlerle muzdarip olması istenilmez. Sevilen, sevenin nazarında iyi olduğu için hep iyiyi hak eder, saraylara layık bir insandır onun için. Fakat hikmetlerle dolu dünyanın imtihan süreci, iyiler de dâhil olmak üzere her müslümanın, hayatın zorlu sınavlarından muaf olmadığını gösterir bizlere. İyilerin kapısını, her daim olumlu şeyler çalmaz.
Sevgi bağının, insanlar arasındaki işleyişi bile, kişiyi candan da, maldan da geçebilecek kadar duygularında derinleştirebilirken, Allah'ın kullarına olan sevgisinin ve merhametinin derecesinin, bizlerin algı ekseninden teğet geçecek kadar yüce boyutlarda olacağını düşünmek lazım ki Rabbimiz, müminlere cennet nimetleriyle dolu sonsuz bir hayat vaat etmiştir. Hatta bu dünyada Rahman ve Rahim sıfatıyla tecelli ettiği için, kâfirleri bile rızıklandırmaktadır.
İzzet ve kerem sahibi olan Allah'ın, ufacık değişimlerimizde bile bizlere büyük lütuflarda bulunacağına dair şu hadis-i kudsi, buna apaçık delildir. "Allah ‘ey âdemoğlu bana ibadet ve taate kalk, sana rahmet ve lütfumla yöneleyim. Bana yürüyerek yaklaş, sana koşarak geleyim" buyuruyor. Zaten insanoğlunun özüne de, kendi rızasını kazanabilecek potansiyel kemalatı gizlemiştir. İnsan ruhunun, bilimin kurallarını alt üst edecek yapısı, dünya saraylarından ziyade ahiret saraylarına layıktır. Çünkü insan eşrefi mahlûkattır. Her kim, ruhuna ait bu özel cevherleri açığa çıkarıp, işlemeyi başararak ne kadar onurlu ve erdemli olabilirse, buna mukabil cennetteki makamı da amellerine ve ahlakına uygun bir hal alır. İmamı Gazali Hz., dünyadayken murakabe yani Allah'a yakınlık hangi derecedeyse, ahirette de o nispette müşahede olacaktır. Cennetten Allah'ın görülmesi, O'na murakabe ölçüsünde gerçekleşecektir buyuruyor.
İstikamet üzere bir yaşantı için nefsin baskın duruşundan kurtulmak, bunun için de ruha söz hakkı vererek ona fırsat tanımak gerekir. Çok zeki olduğu halde çalışmayan öğrenciler, istenilen başarıyı elde edemezler. Başarı için zekânın tek başına etkin bir fonksiyonu olamaz. Böyle bir durumda başarının beklenmesi, göle yoğurt mayalamak gibi yersiz bir durumdur. İnsan manevi olarak terakki etmek yerine, gölün kenarında yoğurt mayalamayla uğraşırsa, ahiretini tehlikeye sürükleyeceği gibi, yaşam kalitesi de huzursuz hallerinden olumsuz yönde etkilenecektir. Kişinin, teşhisini koyamadığı ya da kendi kendisini kandırarak oralı olmadığı huzursuzluğunun sebebi budur. Yani ruhun kabiliyetlerinin sınırlanması.
Nefsin üzerine temellendirilirmiş bir yaşam, manevi gelişime set çekerek benliğe zulmetmekten başka bir şey değildir. Hâlbuki ruh sınırsızdır, sonsuzluğu, boyut ötelerini sever. Geçici şeylerle değil iyilik yaptıkça, nefsinden ödün verdikçe, tekâmül ettiğini gördükçe zevk alır, huzura kavuşur. Ezilmiş, doyurulmamış bir ruh ise, içerden devamlı sinyal vererek, insanı rahatsız eder. Çünkü onun arzularıyla, kişinin emelleri örtüşmez. Bu hal, üstün zekâlı bir çocuğa, sınıf atlatmadan okutmaya benzer. Sonuç olarak da gelişimi perdeleyen engeller artınca, ahiret adına, maneviyat adına sahip olunacak şeyler, sınırlanır ister istemez. Necip Fazıl'ın dediği gibi "Allah'tan mahrum olan neye maliktir. Allah'a malik olan neden mahrumdur."
Yani insanın manevi dünyasında karşı konulamaz bir daralmanın meydana gelmesi, fasık bir yaşantıyı seçmekten ileri gelir. Sahip olunan şeyler maddi yönden artış gösterse bile, manevi açıdan tutulan her dal kırılacaktır. Bu çıkmazdan çıkış yolu ise, farz ibadetleri hiç aksatmamak ve nafile ibadetleri de es geçmemekle mümkündür. Nafile ibadetler içerisinde de, zikrin apayrı bir yeri vardır. Rabbi Teâlâ " Kalpler ancak ve ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur" (Rad;28) buyuruyor. Kalp doyunca, insan kendisini bile tanıyamaz hale gelir ki belalara karşı sabrı, kendisini kötü ahlakların şerrinden koruması, tevekkülü ve ihlâsı gelişerek, her şeyi istikamet yoluna girer. Vesveselerden korunmamız, günaha düştüğümüz zaman tövbeden sonra, sanki hiç günah işlememiş gibi özgüvenimizin tazelenmesi zikirle sağlanır. Rabbi Teala, "Allah'ın zikri elbette en büyük ibadettir"(Ankebut 45) buyuruyor. Toplumumuzda belli bir manevi seviyeye gelindikten sonra, ya da sosyal hayattan daha fazla uzaklaşıldığı emeklilik dönemlerinde, yapılacak şeylermiş gibi algılanır nafile ibadetler. Fakat nafile ibadetler de olmak üzere, ibadetlerin tamamı ruhun tekâmülü açısından bir bütünlük içerir. Vücut için gerekli olan besinler gibi, her birinin ayrı ayrı merkezlere dokunuşları vardır.
Zikrin en önemli faydası da farzları yerine getirirken nefse gelen zorluğu gidererek, istikrarın oluşmasına büyük katkı sağlamasıdır. Düzenli olarak çekilen zikir, insanı nefis ve şeytanın aldatmacalarına karşı muhkem bir kaleye sokacağı için, daha çok eşref saatinde olunur. İbadetlerinde son derece hassas olan yaşlıların, ne kadar sağlıklı ve dinamik olduğuna dair çok örnek vardır çevremizde. İbadet dirisi denilir böylelerine. İnsan fıtratına uygun davranarak ruhunun ilacını verince, hem beden sağlığı hem de iç huzuru korunuyor. Tasavvuf ehlinin günlük -vird- haline getirdiği zikirler, günaha karşı sabrı kolaylaştıran kuvvet, farz ve nafile ibadetleri kolaylaştıran bir güçtür. Dolayısıyla günahlardan korunarak, ahlakımızı geliştirebileceğimiz için nafile ibadetlerden olan zikrin, ne kadar büyük önemi olduğu ortaya çıkar. Bu sebeple zikir, bir angarya ya da yaparsan sevap var, yapmazsan bir şey yok gibi avamın bakış açısıyla değerlendirilemez. Allah (Celle Celalühü) "Öyle ise siz beni anın ki ben de sizi anayım" (Bakara 152) buyuruyor. Allah, bir kulunu anarsa o insan öyle üstün bir makama erişir ki bunu şu hadisi şerifte anlıyoruz: "Kim benim dostlarımdan birine düşmanlık ederse, ona mutlaka savaş açarım. Kulumu bana yaklaştıran şeylerin benim katımda en sevimli olanı, farz kıldığım ibadetlerdir. Kulum nafile ibadetlerle devamlı bana yaklaşır, nihayet ben onu severim. Onu sevdiğim vakit de işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Bana sığınırsa, muhakkak onu korurum." Takva insan Allah'tan hakkıyla korkan O'nun emirleri dışına çıkmaktan kaçınan, günahı kendisine yakıştırmadığı için emir ve yasakları hatırından çıkarmamaya çalışan kişi olduğuna göre, takva olmanın yolu da zikirden geçer ki insan Allah'ı ne kadar çok zikrederse, O'nu o kadar çok hatırına getirir ve giderek biz onu görmesek de o bizi görüyormuş gibi bir algılama içselleştirilerek İhlâs gelişir. Yani zikir her şeyin anahtarı… Her ne kadar Allah'ı hatırlatan her ibadet zikir olsa da, maksat masivaya her an meyletmek için tetikte bekleyen nefsin frenlenmesiyse, işte o zaman Allah lafzının dille ya da kalple söylenmesi manasındaki zikre evet demek gerekir. Hanımlar temizlik yapınca daha bir dikkatli olurlar etraf çabucak kirlenmesin diye. Zikir çeken insanlar da gün be gün tövbelerinde daha çok sebat etmeyi başararak, her gün zikir ve nafile ibadetlerle yaptıkları arınmayı kirletmemeye çalışırlar. Günahlara karşı farklı bir hassasiyet, bâtıla karşı alerji gelişir.
İbadetlerini harfiyen yerine getirmesine rağmen, bazı günahlardan kaçamayanlar da yok değil çevremizde. Gözlemlenilen bu yanlışlar, ibadetlerin ahlaka bir tesiri olmadığına dair bir yanılgıya düşürüyor bazılarını. Filanca, nafile ibadetler bile yaptığı halde ahlakında değişen bir şey yok sözleriyle, karşı tarafın günahlarını kendi fikirlerine malzeme yapıyorlar. Oysa ki asr-ı saadet döneminde de böyle kişilerle karşılaşılmış ve Resulullah Efendimize o kimsenin günahları anlatılınca, Nebi (as) namaz kılıyorsa, kıldığı namaz onu değiştirir buyurmuştur. Demek ki ibadetlerin ahlaka bir etkisi olmadığını savunmak, büyük bir yanılgı olduğu gibi ibadetler noktasında gevşek davrananların, ben çok abid değilim ama ahlaklıyım dercesine kendi düşüncelerine nefsanî kılıf da olabilmekte. Tabii ibadetlerin ahlaka tesirinin olabilmesi için, ihlasa bürünmesi şart. Ahlak, insanın fıtratındaki güzellikleri açığa çıkarmak olduğuna göre, eğitim ve çevre şartlarının kalitesiyle de iyi bir insan portresi için uygun şartlar hazırlanmakla birlikte, insanın ruhi kabiliyetlerini bütünüyle açığa çıkarmak için nafile ibadetlerden de destek almak gerekir. İnsan ancak bu güçle nefsiyle başa çıkabilir. Aksini iddia etmek, İslam dininin birbirine bağlı ve faydalı itikat, ibadet ve muamelat esaslarının birbirinden bağımsız olduğunu düşünmek gibidir.
Duvarı nem, insanı gam çürütür derler. İnsan bir şeye üzüldüğü zaman eli kolu kalkmaz, yediği yemeğin lezzetini alamaz. Farz ibadetlerin yanında yapılan nafile ibadetler de, ruhun eli kolu gibidir. Ruhun azaları çalıştığı zaman, nelere kadir olmaz ki Allah'ın izniyle.
Bu yakınlık için ise, öncelikle kalp evini saray haline getirerek kirden ve pastan arındırmak gerekir. Kalp saray gibi olunca, yaşanılan mekânların niteliği fazla bir şey ifade etmez. Bilakis aydınlanmış bir kalp, içinde bulunduğu mekânı aydınlatır, güzelleştirir. Kamil insanlar, her şeye sahip oldukları halde hiçbir şeye sahip değilmiş gibi mutsuz olanların aksine, gelir düzeyleri sınırlı da olsa her şeye sahip olduklarını ve doyuma ulaştıklarını her halleriyle ispat ederler. Çünkü onlar, bulmak istediklerini bulmuştur.
Yunus'un dediği gibi, ‘canlar canını buldum, bu canım yağma olsun. Assı ziyandan geçtim, dükkânım yağma olsun…