Ben Fatih Turgut, Sivas'ın Kangal ilçesine bağlı Alacahan nahiyesinde bir kış günü dünyaya geldim. Bana isim konurken çok ilginç olaylar yaşanmış; ben doğmadan önce dedem, rüyasında bir Allah dostunu görüyor ve o Allah dostu, dedeme "Senin bir erkek torunun olacak, onun adı Hacı Osman olsun" diyor. Ve iki ay sonra da ben dünyaya geliyorum. Dedem adımın Hacı Osman olmasını istiyor. İlahiyat Fakültesinde okuyan dayım ise "Fatih" olmasını teklif ediyor. Ancak dedem rüyasında gördüğü üzere "Hacı Osman" olmasında ısrar ediyor. Daha sonra dedem; "Oğul, Fatih de mübarek bir zat, bunu da koyalım onu da, ismi Hacı Osman Fatih olsun" diyor ve böylece ismimi koyuyorlar. Babam ise nüfusa gittiğinde sadece Fatih olarak yazdırıyor.
Küçüklüğüm çok hareketli geçti. İlkokulu ve Ortaokulu Alacahan'da okudum. Bu yıllarda, kuzuları ve danaları otlatmaya götürdüğümüzde, dedemin ve annemin anlattığı evliya menkıbelerini, kerametlerini dinler, "Acaba ben de olabilir miyim?" diye düşünürdüm.
On iki yaşıma kadar dini bilgileri bizlere hep dedem öğretmişti. Çünkü babam Almanya'da çalışıyordu ve sadece senenin bir ayı bizimle beraber oluyordu. O da evin ihtiyaçlarını karşılamakla geçerdi.
1984 yılının son cumartesi günü ikindi ezanı vakti, dedem vefat etmişti. Gözlerimin önünde yatakta hasta yatarken, iki kez doğrulup iki üç defa irkilir gibi nefes verdikten sonra bu fani dünyadan ayrılmıştı. Cenaze işlemleri bitmiş ve bende bir durgunluk başlamıştı. İç dünyam yıkılmıştı sânki. Ortaokul son sınıfta meslek liseleri imtihanına girdim ve ağaç işleri bölümünü kazandım. Daha önce de Ankara yatılı İmam Hatip Lisesini kazanmış, fakat yaşım küçük diye gönderilmemiştim. Nihayetinde beni liseye verdiler. Ve Sivas Lisesine kaydımı yaptırdım. Bu sırada benim içe kapanık halim gitgide artıyordu. Sıkıntılarımı bilek güreşlerinde arkadaşlarımı yenip tatmin olmakla atmaya çalışırdım. Babam ise ara sıra pısırıklığıma kızar ve çok kızdığı zaman da tokatlardı.
Bir müddet sonra babam sağlık durumu nedeniyle Türkiye'ye kesin dönüş yaptı. Bir ev satın alıp Mersin'e yerleşmişti. Lise yıllarımda çevremde yaşadığım olaylar bazen bana olabildiğine garip geliyordu. Kültürlü diye bildiğim insanlar, özellikle öğrenciler birbirlerine çok argolu bir dille hitap ediyorlardı. Bir gün dayanamadım ve arkadaşlarıma "Ben sizleri kültürlü biliyordum, fakat dağdaki ayıdan da aşağısınız" dedim. Tabii ki içlerinde az da olsa iyi arkadaşlarım da vardı. Çok büyük bir acizlik ki, kötü çoğunluğa kendimi kabul ettirmek için elimden geleni yapsam da nafile, onlar gibi olamıyordum. Mesela hemen hemen hepsinin kız arkadaşı vardı. Ben ise asla o havaya giremiyordum. Derken lise ikiyi, üç zayıfla da olsa bitirmiştim. Ve bu arada traktör kazası geçirdim.
Lise üçüncü sınıfım, bunalım ve komplekslerimin en çok arttığı yıllardı. O yıllarda ateist bir arkadaşım vardı; onunla biraz tartıştım, çok üzüldüm. O ana kadar hiç böyle bir şey duymamıştım. O kendi kafasındaki saçma sapan vesveselerini bana sanki hakikatmış gibi aktarıyordu. Bendeki etkisi ise vesveseli bir insan haline gelmeme yol açtı. Nihayetinde bende bir,uyku hastalığı başladı. Durmaksızın uyumak istiyordum.
Anlattığım bu badirelerden sonra ben, vesveselerimi araştırmak istedim. Ve bu amaçla inancıma ilmi deliller bulmak için okumaya başladım. Bu arada Risale-i Nur cemaatinden iki arkadaşla tanıştım. Birlikte okuduğumuz kitaplar sayesinde kafamdaki sorulara güzel cevaplar vererek, içimdeki o saçma sesleri susturma konusunda az da olsa mesafeler aldım. Ancak kalbim tüm bu delillere rağmen mutmain olmayıp vesveseler devam ediyordu. Nitekim İmam-ı Rabbani Hz.'de Mektubat'da; "Allah-u Teala şöyle buyurdu: ‘Haberiniz olsun, kalpler Allah'ın zikriyle itminana kavuşur' (Rad, 28) üstteki ayet-i kerimenin ifade ettiği mana gibi kalbin itminan yolu Allah-u Teala'nın zikridir, nazar ve istidlal değildir.
Bir şiir;
Hüccet ehlinin tutunduğu şeyler çubuktur;
Çubuğa dayanılmaz, zira temkini yoktur."
demiyor mu?
Kompleksli halim ise alabildiğine devam ediyordu. Yaz tatilinde liseden tanıdığım bir arkadaşın fırınında çalışmaya başladım ve onunla çok samimi olduk. Bu arada ÖYS'yi kaybettiğimi öğrendim.
1991-92 Öğretim yılında ÖYS'ye yine hazırlandım. Sene sonu geldiğinde Mersin Işık Dersanesi'ne gittim. Dersanede Risale-i Nur cemaatinden değerli bir abiyle tanıştım. Ve "Abi, ben hareketlerimi düzenlemekte zorluk çekiyorum, davranış bozukluğu var bende, siz bunun tedavisini biliyor musunuz?" diye sormuştum ve o da "Ben bilmiyorum, böyle bir tecrübem de yok. Ancak bir cemaate gider ve o insanlarla beraber olursan belki düzelirsin" demişti. Allah'ın (Celle Celalühu) takdiri konuşmamdan kısa bir süre sonradır ki; bir arkadaşın evine giderken "Sofi" bir arkadaşım bana Güneydoğu'daki O büyük Allah Dostundan bahsetti. Bu zatların, peygamberlere varis olan gerçek alimler olduğunu ve İslam'ın doğru ölçülerinin böyle zatlardan öğrenilebileceğini anlattı.
O günden sonra bende Güneydoğu'daki O büyük Allah Dostuna karşı bir muhabbet doğmuştu. Öyleki, henüz yanına gitmeden, onu görmeden, onu anlatmaya başlamıştım. Yaz tatilinde yine fırında çalışmaya devam ettim. Sınavlara hazırlanmak için ise bu seferde Ankara Üniversitesinde okuyan abimin yanında sınava hazırlanmaya karar verdim. Bir gün abimle birlikte Feyz Dergisi'nde çalışan Seyyid İsmail Açıkgöz isimli arkadaşla tanışmaya gittik. Kendisini evde bulamayıp orada bulunan sofilerle sohbet ettik. Ve bende bu vesileyle Feyz Dergisi'yle tanışmış oldum. Yurtta Feyz'i okurken "Tövbesinde gecikenler helak oldu" ayet-i kerimesini okuyunca çok ama çok etkilendim. Ve hemen "tövbe" almak istedim. O iştiyakla, o hafta sonunda, o mübareğin bir vekiline gittik ve tövbe aldım. Akşam da adabı yerine getirdim. Yurda geldiğimizde o kadar sevinçliydim ki, bu değişikliği farketmeyen yok gibiydi. O şevkle sofiliğin gereklerini de yerine getirmeye başladım. Ve yaklaşık yirmi gün sonra da O büyük zat Ankara'ya geldi. Bu, Rabbimin büyük bir lütfuydu. Geldiği yere 3-4 saat içinde binlerce insan toplanmış ve "tövbe" edeceklerdi, tıpkı benim gibi. Yatsı namazının yaklaştığı bir anda içeri girdik ve herkes bir an önce tövbe etmek için yarışıyordu sanki. Sıra bana gelmişti. O zatın eli öyle güzel ve öyle yumuşaktı ki anlatamam. Ancak o eli tutan bilir. Ben O mübareğin eline bakarken O'nun "Ya Rabbi, ben pişmanım... " sözlerini tekrar ediyordum. Gayri ihtiyari; başımı kaldırıp baktığımda hayretler içindeydim. Çünkü orada o zatın yerinde sadece ve sadece bembeyaz bir görüntü vardı. Tövbe bittiğinde ise O zat tıpkı önceki gibi bulunduğu yerde oturuyordu. Bir de O zat'ın sesi oldukça değişikti. Halen o sesi hatırladığımda, içim yanıyor. Verilen dersleri yaptıkça, içimde pek çok değişiklikler yaşıyordum; hergün iyi, daha iyi oluyordum. Kendimi daha iyi, daha iyi, daha da iyi hissediyordum. Daha sonra O büyük Allah Dostunu Güneydoğu'da da ziyaret ettim. O zatı bir kaç kez ziyaret etmekle kalbime Allah'a ibadet etme arzusu ve peygamber sevgisi işlendi. Allah (Celle Celalühu)'a hamdolsun. O manevi ortamdan ayrılırken, içimden rabıta ile söylediğim şeylere; elini öptüğüm anda, "İnşaallah olur" diyerek dua buyurmuştular. İçim neşeyle dolmuştu. Dönüş yolu da hiç eziyetsiz ve pek çabuk geçmişti.
Daha sonra O Mübarek Zatı, rüyalarımda gördüm ve bana o anki yaşantımla ilgili uyarılarda bulunmuştu. Rüyaları görürken, bedenimde de enteresan olaylar, anlatamadığım farklılıklar hissediyordum.
Bir gün de, sofiliğimi pekiştirmeme vesile olan Feyz Dergisi mensuplarıyla daha samimi olmak için Tokat'a gittim. Doğru ölçülerle ölçülendim. Ve dergide çalışmak da çok hoşuma gitti. Çalışırkende vücudumda anlatamayacağım manevi haller yaşadım.
Şu an, Allah'ın izni, O Mübarek Zat'ın himmetiyle daha önceki komplekslerim yavaş yavaş ortadan kalktı, vesveselerim yavaş yavaş ortadan kalktı, vesveselerim hiç denecek kadar azaldı. İbadetlerine devam eden, nefsini az da olsa tanıyan biri oldum.
Ve tarih 22 Ekim 1993... Bu hale gelmeme vesile olan O zat vefat ediyor. Dünyam bir anda yıkıldı sanki. Ne yapacağımı şaşırmış vaziyette iken O zat'ın halifelerinden birinin tövbe verdiğini ve posta oturduğunu duydum. Hemen yeni mürşidime biat ettim. Şenel İlhan beyefendi de Feyz Dergisi'nin 28. sayısının başyazısında; "Seyda'nın gece gündüz üstüne titreyerek yetiştirdiği ve neticede "Tamam' deyip icazetini verdiği kişilere sırtını dönmek, ne kadar mantıklı olurdu... Bu, Seyda'ya olan muhabbetimi ahmakça kötüye kullanma ve şimdiye kadar beni Allah'a yaklaştıran bu sevgiyi, bundan sonra da Allah'tan uzaklaştıran bir itici güç durumuna düşürmem olmaz mıydı?
Her neyse, sözün özü şunu demek istiyorum: Bizim yolumuzda yani Tarikat-ı Nakşibendiyye yolunda yetişmiş bir mürşid, eğer kamil-i mükemmil bir Allah dostuysa kesinlikle en az kendi makamında, hatta bazen manen kendinden daha da üstün bir halife bırakmadan, asla ve asla gitmez... Bu, tarih boyunca böyle olmuştur ve bundan sonra da böyle olacaktır. Ama bir mürşidi kamil, kendinden sonra halife bırakmadan ahirete göçerse, o tarikat-ı aliyyede artık irşad görevi sona ermiş ve bir daha asla ne mürşid ne de aşık yetiştirme yetkisi olmayan ve bir zamanlar varolan tarikat durumuna düşmüştür. Ve yine hiç kimsenin şüphesi olmasın ki, kıyamete kadar da bu yol yolcularını mütemadiyen Allah'a ve Resulüne taşıyacak ve daha nice veliler, Allah dostları ve gözü yaşlı aşıklar yetişecektir. Ne mutlu nasiplenenlere ve müjdeler olsun, bu yolun büyüklerini büyük bilip onların izinde yürüyenlere... Ne mutlu" demiyor mu?
Rabbim herkese bu büyük yoldan nasiplenmeyi ve O büyük zatların eteğinde nefsini farketmeyi, kendini tanımayı ihsan buyursun. Amin.