Kerbela konusu İslâm ve insanlık tarihinin, Hz. Peygamberin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ahirete irtihalinden sonra, hassaten bu ümmetin yaşadığı hadiselerin en korkuncu ve en mühim konusudur. Sadece üzüntü boyutunda değil, ümmet içerisindeki toplulukların mezhep, meşrep ve siyasi yapılanmalarına etki etmiş dini bir vaka olarak da etkileri devam etmektedir. Bu anlamda, hangi yönde olursa olsun, İslam ümmeti içinde, Kerbela konusuna kaygısız kalan tek bir fert bile düşünülemez. Çözümsüz, geri dönüşü olmayan, herhangi bir şekilde insanın asla açıklaya-mayacağı, şerlikte kıyas götürmez bir vakıadır Kerbela. Hz. Peygamberin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) torunlarının en vahşi bir biçimde katledilmesi hadisesidir. İslam tarihinde, şehadetle en çok özdeşleştirilen konudur. Zeynepler orada doğmuştur yeniden... Başta Hz. Hüseyin olmak üzere Şehadetin, şehadet şuurunun, Allah (Celle Celalühu) yolunda zorluklara katlanmanın adıdır Kerbela... İslamı yaşamak, İslama talip olmak nasıl bir hicretse, Kerbela da, boyut değişti-rerek şehadete hicret etmektir, aşkla Maşukuna koşmaktır. Çünkü dünyevi kıstaslara dair bir karşılığı yoktur. Ayrıca geçmişte olduğu gibi tüm İslam dünyasını büyük bir ızdıraba boğmuş ve şimdi de boğmaktadır... Kalbinin bir köşesinde zerre kadar iman, aklında İslam adına zerre kadar diyalektik olan kim varsa; kalbindeki Allah korkusu ve Resulullah sevgisi kadar ızdırap ve çile sahibidir bu konuda... Bugün her ne kadar, ehl-i sünnetin ehl-i beyt ve Kerbela hakkındaki görüşleri mutedil, dengeli ve gerektiği şekilde müşfik ise de; ehl-i sünnet çizgisinde olduğu halde ehl-i beytin hakkını ve hukukunu gerektiği şekilde gözetmeyen vicdansız, takvasız ve ihlassız insanlar yok değildir!... Hele hele "Üstünlük takvadadır" hak düsturunu ihlassız kalbine kılıf, azmış nefsine de -haşa- İslam adına fikir çerezi yapanları nadide güzellikteki İslam bahçesinde cirit atmaktadır. Göğsümüzü gere gere "Hazreti" dediğimiz Hz. Mua-viye'nin, Resulullah' tan gelen "Senin soyundan gelenlerin ehl-i beytimi katledecekleri" ihtarı üzerine doksan yaşına kadar evlenmeyen ve ancak sonra evlenen hassasiyet, samimiyet ve ihlasını da bulamazsınız asla onlarda... Onlar, bu konudaki tüm İslami ihtar ve yönlendirmelere rağmen ehl-i beyte karşı ya menfi, ya nötr, ya da münafık meşreplidirler. Onlar ne Abdülhakim El Hüseynilerin, ne Abdülhakim Arvasilerin, ne de Ahmed Arvasilerin kıymetini bilirler?.. Evet, Kerbela hadisesinin günümüze taşınması gereken ibret vesikalarını üstüste koysak, müslümanın hassasiyet çizgisinde tüm hayatını kuşatacak bir ölçü insanı çıkar ortaya... Çünkü Kerbela hadisesi, tüm müslümanların, kafasını elleri arasına alıp kara kara düşünmelerini gerektiren ibret dolu bir hadisedir. Ehl-i beyt düşmanlarının, Hz. Peygambere kadar uzanan bir düşmanlık çizgisidir Kerbela... Yüzyıllar öncesinde olmasına rağmen, o günlerin acısıyla bile insan, İslam'ı aşkla, hınçla yaşar, yaşamalı da,.. Allah'ın (Celle Celalühu) hakkını kimseye yedirmemecesine, Resulullah' ın hakkını kimseye yedirmemecesine, Kerbela Şehidlerinin hakkını kimseye yedirmemecesine... Çünkü Müslümanın hayatında, güzellikleri temsil eden ahlak adına ne varsa, ki bunun içine başlıbaşına Peygamber sevgisi girer, takva ve ihlas girer, denge girer, mücadele girer, tebliğ girer, en önemlisi de Hz. Hüse-yin'in ve Kerbela şehitlerinin şahsında, mazlumluk girer... Hepsinin sahibi olmalı Müslüman. "Gözünün önünde masum ve mazlum insanların katledildiğini görmedikçe, kişinin imanı tam olmaz" düsturunu hissetmek ve yaşamak için Kerbela yetmez mi?!.. Elbette yeter... Evet, onların şahsında, hayatı ve hayatın gerçeğini herşeyiyle omuzlamış dört başı mamur, ciddi, gerçekçi, tutarlı ve bilgili müslüman çıkmalı ortaya... Günümüzdeki ifrat ve tefrit hareketlerinden sıyrılmış, herşeyi yerli yerinde, neyi nerede nasıl yapacağını bilen insan... Çünkü Kerbela Şehitlerinin temsil ettiği mis-yon buydu... Onlar, kendi haklarını savunurken, aynı zamanda Peygamberin hakkını savunduklarının kıyasıya farkındaydılar. Kerbela mazlumları canhıraş çığlıklarla katledilir-ken, biraz sonra Hz. Peygambere ulaşmanın müjdesi vardı kalplerinde... Bağlılıkları yeni ayrılmış gibi taptazeydi... Susuzluktan kavrulan dudakları "Allah, Allah!" diyordu Hz. Peygamber gibi... Mübarek Ced-lerinin kendilerini seyrettiğini, bütün gök ehlinin olanları seyredip hüngür hüngür ağladıklarını biliyordular... Kızgın topraklar üzerinde susuzluktan kupkuru ağızları, aynı zamanda şehadete susamışlığı anlatı-yordu. Allah'ı arzulayan o mazlumların gönülleri, Resulullah aşkıyla dopdolu ve gözleri Allah aşkıyla sırılsıklamdı... Ölümle-rin en şereflisine koşuyordular. Karşılarındaki azgın güruhun taarruzlarından bedenen yorgun ve bitkin ama ruhen dinç, diri ve her şeyleriyle mutmainne ve Hakk'ın takdirine razı idiler... Karşılarındaki cahiller ise, ne yazık ki tam tersinin temsili içindeydiler... Günümüzde düşünmemiz gereken menfi yansımalar ise, ehl-i beyt kültürü dediğimiz İslami realitenin, hala doğru dürüst anlaşılamamış olmasıdır. Evet, ehl-i sünnet kaynaklarına göre, ehl-i beyti sevmek ve saymak vaciptir. Fakat bugün hala, Seyyid nedir, Şerif nedir, onlara nasıl davranılır, onlar nasıl değerlendirilir, bu konudaki ayet ve hadisler, ehl-i sünnet alimleri ve mezhep i-mamlarının tavsiyeleri ve bu konudaki davranış ve uygulamaları nasıldı, Ahir zamandaki görev ve fonksiyonları ne olacaktır şeklinde; bizi sorumluluklarla kuşatan, günümüz ve istikbalde şekillenecek bir dünya ve en kutsal değerler adına bizi zirvelere taşıyacak tefekkürlerden hala mahrum bir toplumla yüzyüze, karşı karşıyayız... Bu duyarlılık hala toplumun geniş bir kesiminde ne bilgi ne de hassasiyet düzeyinde yaşanmamaktadır... Yani Kerbela'da işlenen katliam, bir başka boyutta günümüzde de, devam etmektedir. Çünkü o günkü toplumu Kerbela'ya götüren şartlar, teneffüs edilen hava ve zemin her gün yeniden, yeni Kerbelalara, İslam'ın ayaklar altına alınmasına yol açmaktadır. Tüm nefsaniyetiyle, haksızlık ve adaletsizliğiyle... Oysa, ehl-i beyt hususunda ehl-i sünnet kaynaklarımızda ölçü, bilgi ve fetvalar alabileceğine açık ve ortadadır. Hz. Peygamber'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) sevgisiyle yoğrulmuş ehl-i beyt aşıkları bunu gayet iyi bilirler. Evet, acıların insandaki en mühim etkisi, olgunlaşmadır. Acıların en büyüğü olan, Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in vefatından sonra, Kerbela hadisesi gibi bir acı, hala bizleri olgunlaştırmadıysa, hala ehl-i beyt kültürü sinelerimizi buram buram kaplamadıysa, hala o emanetlere gereken saygı, sevgi ve ilgiyi gösteremiyorsak, bizi ancak ölüm ayıltır desek yanlış olmaz sanırım. Ehl-i beytin, ehl-i beyt olmanın ne kadar üniversal bir değer olduğu, müslümanlarca da bir kez daha kavranır ve üzerinde iyice düşünülürse, onlardan istifade etmek hususunda, önümüze Sünnete dayalı bir kapı açılmış demektir. Bu konuda yanlış duygu ve düşünceleri olanların bir kez daha gidişatlarını gözden geçirmeleri, her şeyden önce kendilerinin hayrına olacaktır. Nitekim Şûrâ Suresi 23. âyetini; Beyzavi ve Medarik tefsirinde; (Ey Resulüm, onlara de ki: Tebliğ vazifem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum. Sizden istediğim akrabaya ve ehl-i beytime karşı muhabbettir) şeklinde tefsir etmişlerdir. Evet, sonuç olarak: Hz. Ebubekir'i Hz. Ali kadar sevemeyenlerin, Hz. Muaviye'yi Hz. Peygamberin bakışıyla görme-yenlerin bizi doğru anlayacağını sanmıyoruz. Özlüyoruz; nerede öğrencilerine ders verirken, kapının önünde oynayan Seyyid'i gördükçe sık sık ayağa kalkan ve "Niye böyle yapıyorsunuz?" diyenlere, kapının önündeki Seyyidi gösteren İmam-ı Azamlar; nerede "Bütün dünya bilsin ki, Hz. Ali'yi sevmek rafızilikse, ben rafıziyim" diyen İmam-ı Şafiler, nerede!.. Nerede o mezheplere bağlı olduğunu iddia edenler... Ve; bugün ne yazık ki karşımızda, sinsi bir şekilde ehl-i beyt düşmanlığı yapanlar!... Büyüklerimiz ne güzel söylemiş: "Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste..." Allah'a emanet olunuz.