İstikamet En Büyük Keramettir / Şenel İlhan Beyefendi

 

Aslında tüm Müslümanları, şu üç şıktaki Müslümanlar gibi değerlendirebiliriz. Birinci tür Müslümanlar nefsini tezkiye, kalbini tasfiye mücadelesinde başarılı olmuş Allah dostlarının, velilerin ve hakiki alimlerin Müslümanlığıdır. İkinci grup ya da ikinci tür dediğimiz Müslümanlar ise nefsiyle mücadele eden, harama helale dikkat edip, nefsinin hevasına sahip çıkmaya çalışan, nefsinin her türlü günah arzusuna rağmen nefsiyle mücadele içine girip yaşayan Müslümanlardır. Üçüncü grup Müslümanlar diyebileceğimiz kişiler ise, yukarıdaki saydığımız Müslümanlara hiç benzemeyen; fasıklar, günahkârlar ve tövbesiz veya yalama tövbeli ve fütursuz yaşayan yığınlardır.

Öyleyse normal Müslüman demek; nefsini ve marazlarını önce tespit edip, daha sonra nefsiyle mücahede içine girip yaşayan, hatalara düştüğünde derhal tövbe edip, istikamet üzere nefsine göz açtırmama eyleminde devam eden kişi demektir.

Yani günah işleyip tövbe edip, sanki kalbi yalama olmuş gibi, aynı veya benzer günahları tekrar tekrar işleyip, bir türlü tövbesinde sebat edemeyen hafif meşrep Müslümanların, normal Müslüman olmadıkları ortada değil midir?

Ayrıca, dağlar gibi ilmi bile olsa, nefsi marazlarını fark edememiş, kendini tanımayan bir alim bozuntusunun bile Müslümanlığı, sizce normal Müslümanlık mıdır? “Ben ne kadar riyakârım, kibrim, ucbum, hasedim var mı? Varsa bunlardan nasıl kurtulurum”un hesabını yapamayacak kadar kendini bilmez, kendinden habersiz insanların normal Müslüman olması mümkün mü? Örnekleri çoğaltmanın anlamı yok. Şöyle etrafına bakabilen her insan camilerin, dergâhların normal olmayan bu heriflerle dolup taştığını görür...

Evet, akıllı, dengeli ve gerçek Müslüman gibi yaşamaya konsantre bir zihne sahip mü’min o kadar az ki, nerdeyse yok hükmünde diyebileceğimiz kadar ender ve tek tük...

Hâlbuki Müslümanlar çok fazla, sayıya vurduğunuz zaman milyarı aşıyor; ama maalesef İslami ölçülere göre sıradan Müslüman veya hiç bir manevi makam sahibi olmayan ve sadece normal mü’min diyebileceğimiz mü’min sayısı bile, zaten bizim ender dediğimiz, tek tük dediğimiz Müslümanlardır. Gerisi yığınlardır, kalabalıklardır. Ve bizim şefkatle yöneldiğimiz hizmet vesilelerimizdirler o kadar...

O halde sıradan Müslüman olan veya alim, şeyh, veli gibi, hiç bir manevi makam ve unvan hak etmeyen ve sadece işin başında ve en sığ normal bir Müslümanın, nasıl olması gerektiğini, ispat ve izah edelim. Hem de çürütülemez ölçülerle, açık ve net olarak...

Bir kere her Müslüman tevhid ve iman noktasında surete iman da olsa, tam ve kesin inanç sahibi olacak, bu kesin... Daha sonra sırf imtihan gayesiyle gönderildiği bu dünyada, İslami anlamda vazifelerini belirleyecek ve öylece de yaşama gayreti içine girecektir... Nedir bu vazifeleri?.. Nefsini ıslah etmek veya en azından nefsin dizginlerini elinde tutma gayreti içine girip, bu biçimde de yaşamak, sonra da İslam’ın yüce emirlerini her muhtaç sineye ulaştırma gayreti içine girip, insanlığı İslam’ın nuruyla aydınlatmak... Evet, işte bütün vazifeler bundan ibaret...

O halde işe kendinden başlamak ve bu anlamda, nefsini tezkiye, kalbini tasfiye noktasında yapması gerekenleri yapmak için hemen harekete geçmek, hem şart hem de her Müslüman için son derece normal ve doğal bir durumdur...

Evet, her yarım yamalak Müslümanın yapması gereken ilk iş bu... Çünkü, nefs Allah’ın düşmanıdır ve her insanda vardır. Ve fokur fokur kaynayan volkanlar gibi, devamlı kötülükler üretir, şerre taliptir...

İşte nefsinin bu kötülüklerini algılayabilmek ve onu düşman bilip onunla savaşa tutuşmak İslam’da çok ehemmiyetli görülüp “büyük cihad” ismi verilmiş ve bu anlamda nefs mücahedesi denen olay, gerçek Allah adamlarının ve hatta tarih boyu en avam Müslümanların bile terk edemedikleri ve ciddiye aldıkları bir önemli misyon ve görev olmuştur...

Çünkü İslam’da nefs tezkiyesi ve kalp tasfiyesinin gerekliği noktasında kesinlikle açıklık ve netlik, her avamın görebileceği kadar net ve açıktır. Sırf bu yüzden nefsle veya İslam’ın düşman olun dediği “insanın kötülük tarafıyla mücadele,” İslam’ı yaşamanın tek adı olduğu konusunda sapık mezheplerde bile bir itiraz olmamış, tüm İslam alemi bu konuda hemfikir olup, birleşmişlerdir...

Çünkü başka türlü tevili imkânsız olan açık ayetler ve yüzlerce hadis-i şerif, buna kesin delildir...

Zaten bizim nefs-i emmare dediğimiz bu potansiyel kötülük kaynağı gücün, modern psikiyatrinin de kabul ettiği, bazen “bilinçaltı”, bazen “alt ben” veya “tepkisel zihin” anlamında “engram” ismini verdikleri bir menfi güçtür... O da ayrı bir konu...

Demek ki nefs-i emmaremiz var ve bu tüm insanlar için de geçerli. Ve yüce İslam dini de sırf bu adi nefsi, tezkiye ve bu manada kalbi tasfiye yollarını insanlara gösteren ve yine toplumları hayvani güçlerine hâkim insanlardan oluşan toplumlara çevirip; güler yüzlü, tevazu sahibi, harama helale dikkat eden ve Allah’a hakiki kul olmaya çalışan insanların yaşadığı topluluklar haline getirmek için gönderilmiştir...

Öyleyse nefsi olduğu gibi tanımak ve bu manada kendimizi tüm değerlerimizle belirlememizde yine olmazsa asla olmaz diyebileceğimiz kadar önemli ve şarttır...

Daha sonra, kendini tanımaya çalışırken de, kendini ve nefsini tanıyıp, nefsiyle savaşırken de, kendine karşı dürüst ve adaletli olmak çok çok önemli ve yine olmazsa olmaz denecek kadar önemli ve şarttır...

Demek ki önce insan dürüst bakışlarla aklını ve ilmini kullanarak nefsini adaletli bir şekilde görecek ve tanıyacak...

Sonra da nefsinin onca adiliklerini tanıyan her insanda mecburen meydana gelen nefsini kerih görme duygusu ortaya çıkacaktır...

İş buraya gelince de, hem kendine karşı dürüst olma duygusu, hem de dürüstçe kabul ettiği nefsi adiliklerini yakinen gördüğü için kapıldığı aşağılık duygusu, artık onun en önemli can yoldaşı olacak ve yaşadığı müddetçe asla ama asla bu iki duyguyu kesinlikle terk etmemesi ve koruması gerekecektir. Ta ki nefs-i emmareden kurtuluncaya, kalbi tasfiye, nefsi tezkiye bitinceye kadar...

Öyleyse nefsle mücadelede ve İslam’ı doğru dürüst yaşama gayreti içindeki her mü’minin yitirmemesi gereken iki duygusu vardır. Kendine karşı dürüst olmak ve nefsi devamlı hor ve hakir görme anlamında “kompleksli” olmak...

Evet, bu iki duygunun yitirilmesi demek, davayı baştan kaybetmek ve bundan sonra Allah adına ne yapılırsa yapılsın, aslında kesinlikle nefis ve şeytana çalışmak demektir. İş bu kadar önemli olduğu için nefs ve şeytan, altetmek istediği her mü’mini kesinlikle ama mutlaka bu iki duyguyu zaafa veya saptırmaya yönlendirerek altetmiş ve böylece, her aklı azı, rahatça pençelerinin arasına alabilmiştir. O halde, bu iki duygu korunduğu, zaafa uğramadığı zaman insan, hem doğru dürüst İslam’ı yaşayabilecek, hem de en yüksek manevi makamlar onun için erişilmesi imkânsız olamayacaktır...

Ve yine bu iki duygunun korunması demek bi bakıma, maddi ve manevi geleceğimizin koruması ve bi nevi garanti altına alınması demek olduğu son derece açık değil midir?

Evet, insanın kendine karşı dürüst olması çok çok önemli ve bu dürüstlüğünü korunması ise, ondan daha da zor; ama ondan da daha fazla önemli ve olmazsa olmaz denecek kadar şarttır...

İnanın zerre kadar mübalağa yapmıyorum. Bu mesele o kadar önemlidir ki, doğru dürüst Müslüman olmak ta, Müslüman kalmak ta, hayatta başarılı olmak da, kendine karşı dürüst ve adaletli olmaya bağlı diyebileceğimiz kadar önemli, önemli, çok önemlidir...

Kendine karşı dürüst olmak bu kadar önemli olunca, böyle büyük bir meziyetin çok büyük bir manevi makam olması bir yana, iman eden her avam mü’minde bile fıtraten az ya da çok var olduğu kesin olan önemli bir değerdir. Ama daha çok Allah’ın kendisi için yarattığı zekâsı üstün, aklı dengeli, basireti güçlü, ağrına gitse bile doğruları rahatça kabul edebilecek kadar hakikat aşığı, çok kalite ruha sahip yüce şahsiyetlerin kesinlikle değişmez meziyetleri ve ahlaklarıdır...

O halde bu iki duygunun korunması için nelere dikkat etmeliyiz ve bu noktada hangi ölçüleri, olmazsa olmaz mantığıyla kabul etmeliyiz, ona gelelim...

Dediğimiz gibi, bu iki duygunun hem olması, hem de yaşadığımız müddetçe bizimle kalması, olmazsa olmaz anlamında şarttır. Ve bu iki duygunun korunmasının İslam literatüründeki adı kesinlikle “istikamet” olduğu için, korunması hem zor, hem de “istikamet en büyük keramettir” denecek kadar da gereklidir. O yüzden imanının, yakîninin, aklının itmesiyle kendini dürüst tahlil edebilen her insanda meydana gelmesi zaruri olan “nefsi kerih görme” duygusu dediğimiz kompleksin, olması ve kalması da çok önemlidir.

Evet, nefsi kerih görme duygusu dediğimiz kompleks makamında durmak ve karar kılmak, öyle kolay bir iş değildir. İnsan sabır ve sebat etmeyince, ya ümitsizlik teraneleriyle zillet çukuruna yuvarlanır; ya da nefsinin onca marazına rağmen onları görmez de kibir batağına çakılır. Evet, zillete düşmesi de akıl azlığı, kibre batması da mide bulandıracak kadar aptalca. Ve maalesef günümüz toplumunda, sağımız solumuz, aklı az yarı delilerle ve midemizi bulandıran kibirli, sahte âlim ve velilerle dolup taşıyor. Çünkü arşın, yerin göğün, her şeyin sahibi unutulmuş, imanlar matematik denklemler gibi, ameller soğuk, mekanik ve ruhsuz, bilgiler teorik, akıl ve kalpler huzursuzdur...

Konuyu saptırmadan devam edelim. Bu iki duygunun korunması çok zor demiştik... Neden zor, nasıl zor? Ona gelelim. Bi kere kendini dürüst gözlerle tahlil ettikten sonra, günahlarını ve nefsi pisliklerini rahatça görüp bundan ötürü de “nefsini kerih görme” duygusunu yakalayıp, “benim nefsim ne kadar adi!..” psikolojisine giren her insan, müthiş bir can sıkıntısı, moral bozukluğuna kapılacaktır. Neden? Çünkü nefsini kendisinin sorumluluk alanı veya düşmanı değil de, nefsini kendi sanan insan için bu mutsuzluk kaçınılmazdır. Öyleyse, yine olmazsa olmaz anlamında kabul etmemiz gereken bir ölçü de, nefsimizin kendimiz olmadığı, tam tersi bizim baş düşmanımız olduğunun bilincine varmaktır. Yoksa sonsuz pisliklerle donatılmış nefs-i emmaresini kendisi sanan insanın büyük bunalımlara girmesi kaçınılmaz olacaktır. O halde nefsini kerih görme duygusu, bizim tek itici güç ve istikamet üzere gitmemizin sebebi olması gerekirken, bozuk bir ölçü yüzünden helak olmamızın sebebi olabilecektir. Çünkü, dürüst ve adaletle kendi nefsini görmüş, sonra da bu anlamda komplekse düşmüş her insan, buraya kadar doğru yolda olduğu halde, bozuk bir ölçünün kurbanı olarak; nefsini kendi sanma düşüncesinin verdiği aşırı mutsuzluktan kaçış arayışı onu, ya ümitsizlik teraneleriyle zillete düşürecek, ya da yeteri kadar dürüst değilse, onca nefsi adilik ve günahlarına rağmen, nefsi pisliklerini görmemezlikten gelip, kibre yuvarlanacaktır. Hem zaten başka çaresi de yoktur. Çünkü, devamlı kınanan, zikirle, fikirle baskı altına alınan nefs, tabiatı gereği buna şiddetle karşı koyacak, ve kişinin nefsini kendisi sanmasından kaynaklanan aşın mutsuzluğundan kurtulma çabasına katkıda bulunup, onu zillet veya enaniyet uçurumlarından herhangi birine çekerek, soluk almaya çalışacaktır. Çünkü, başıboş bırakılırsa her türlü adiliği rahatça yapabilecek kadar adiliklerle dolu bu şer varlık, işi tanrılığını ilana götürebilecek kadar çılgın ve gözü dönmüş olduğu için, yeterli dürüstlüğe ve yeterli nefsini bilme anlamında ilme ve onu hor ve hakir görmeye yarayacak ve ayrıca da, nefsini kendisi sanmayacak kadar akla ve iradeye sahip olmayan her insanı, kolayca uşağı ve kölesi yapabilecektir...

Kabiliyetsiz ve aklı az, bazı Hakk’a talip olduğu iddiasında boy gösteren tiplerin en önemli açmazları, yukarıda anlatmaya çalıştığımız dengeyi kuramamak, ya aşırı aşağılık kompleksi dediğimiz zillete düşmek, ya da tam tersi olan kibre yuvarlanmaktır. Onlar asla istikamet üzere karar kılamazlar. Acırsınız, “belki de bunlar kurtulabilirler bu zilletten” diye yardım etmeye kalkarsınız. Bu sefer de onları, nefsinden kurtulmuş ve bütün marazlarını halletmiş, âlim ve veliler gibi davranan insanlar gibi görüp, hayretten donakalırsınız.

Sonra, bir ümit daha yüzünüzü bunlara dönersiniz ve tek itici güçleri olan “nefsi kerih görme duygusu” dediğimiz müsbet komplekslerini, ne zillet denen aşırı komplekse, yani kendini işe yaramaz hissettiren zillet seviyesine düşmeden, ne de nefsinin marazlarını değişik sublimasyon ve değişik tevillerle inkar edip, “sahte varlık yalancılığı” denen kibre düşmeden, dengede ve bir kararda durmaları mümkün değildir.

Bu adamlar ne ifrattan kurtulabilirler, ne de tefritten. Gerçekten uç adamlardır. Ve ne yaparsanız yapın ya zillete düşer, ya da kibre yuvarlanıp, ahmaklığını ve ahlaksızlığını aklîleştirerek Allah’ın gazabını çekerler. Bunlar gerçek cahillerdir. Ve Kur’an açıkça bu adamlarla uğraşmayıp, onlardan yüz çevirmemizi emretmiştir. O yüzden bu tür ahmakları hemen terk edip, onları hiç incitmeden, üzmeden zekâ özürlü gibi görerek uzak olmak veya fazlaca samimi olmamak koşuluyla hoş geçinmek gerektiği de açıktır.

Haşa, siz nefis olsanız ne yaparsınız? Adam sizi inceden inceye tahlil etmiş, tüm marazlarınızı anlamış; sonra da dönüp tüm pisliğinizi yüzünüze haykırıyor ve size savaş ilan ediyor. Şimdi siz nefs-i emmare olarak ne yapacaksınız? Çok iyi biliyorsunuz ki bunun iki yolu var. Birinci yolu; bu adamın gözünü korkutup, asla sizle baş edemeyeceğine ikna edip, onu “marazi kompleks” dediğimiz “zillete” çekip, sonsuz pisliklerinizle gününüzü gün edeceksiniz. Yok, bunu başaramadınız; adam kendine karşı çok dürüst. Siz nefs olarak ne yaptıysanız, ne kadar kendinizi onun gözünde temize çıkarmaya çalışsanız da, size teslim olmuyor, illa da sizi kötü görüyor. Ve ısrarlı bir şekilde sizi kötü görme duygusu dediğimiz “müsbet kompleksini” hala size karşı itici güç olarak koruyor... Şimdi siz nefs-i emmare olarak ne yapacaksınız? Anlı şanlı nefssiniz; öyle kolay kolay teslim olmayıp, savaşacaksınız bu adamla. Ne zamana kadar. Bi şekilde onun dürüstlüğünü sekteye uğratıp, kibre yuvarlayarak, ya da gözünü korkutup, ümitsizlik denen zillete çekip, sonra da ya aşağıların aşağısı insana benzeyen bir hayvan, ya da kendini beğenmiş, ahmak bir şeytan yapıncaya dek...

Evet, aslında zeki, akıllı ve kendine karşı dürüst olan insanlara, nefs ve şeytan genellikle “aşırı aşağılık kompleksi” dediğimiz, ümitsizliğe çekerek karşı koyabilir. Bu zeki ve duyarlı insanların kendilerini nefisleri sanmaları neticesindeki aşırı mutsuzluk duygusundan veya bazen sadece iman zayıflığından ötürü zillete düşürüp yan gelip yatılabilir. Amma, nefs-i emmare, hiçbir yüksek zekâ sahibi insanı kibre yuvarlamayı başaramamıştır. Ve kibir çölleri her zaman orta zekâlı ve bedevi ruhlu aklı azların mekânı olmuştur. Neden? Üstün zekâlı ve kendine karşı dürüst ve adil olan hiçbir insanın, nefsi pisliklerini görmeme ve hiçbir zaman o adilikleri üstün aklıyla yok sayamama, bu kişilerin tabiatı olunca, sadece zeki insanların yeri, iman zayıflığından veya nefsini kendisi görme cahilliğinden ötürü zillet bataklığıdır.

O halde açıkça anlaşıldığına göre insanlar, ya zillete düşerek tamamen nefsleşip helak oluyor; ya da kibre yuvarlanıp şeytaniyet vasfıyla rezil oluyorlar. Aslında biz, zillete nasıl düşülür, ya da “kibir” hangi mantalitede iğrençtir, anlatmaya kalksak, değil bir makale, ya da birkaç sayfalık yazı, rahatça on ciltlik bir eser vermemiz gerekir. Ama, nasıl doğru dürüst Müslüman olunurun mantığını ortaya koymak için, birkaç kelimeyle izaha çalıştığımız bu konunun zorluğuna rağmen, anlatmayıp ihmal etmemiz de imkânsızdır.

Bakın ben size İhlasın ne kadar gerekli olduğundan veya tevekkülün, cömertliğin, merhametin ve İslam’da diğer başka yüce emir ve güzelliklerin faziletlerinden bahsetmiyorum. Çünkü İslam bir derya ve her emri de elbette çok önemli. Ama maalesef, pratikte uygulanma noktasında öncelik tanınması olmazsa olmaz anlamında ehemmiyetli olan bazı konular, günümüz toplumunda ya bilerek, ya da bilmeyerek ihmal ediliyor. Veya bin bir güzel emrin, kalplerde meydana getirmesi gereken güzel atmosferin yerine, maalesef yeteneksiz ruhlarda ve bilgisiz toplumlarda, her boyutta kaos oluşmaya devam ediyor...

Oysa Müslümanın vazifeleri bellidir... Ve İslam’da açıklanmamış gizli ve bilinmeyen hiç bir konu bırakılmamış, yazılmış, anlatılmış, belirlenmiştir...

Ama ne yazık ki nasıl doğru dürüst bir Müslüman olunabileceğinin pratiği, sistematize edilememiş ve insanlar, deryalar gibi engin İslam denizinden en azından nereden başlaması gerektiği konusunun, doğru dürüst netleştirilemediği için, hakkıyla istifade edemez durumundan kurtulamamıştır...

Evet, aslında her insanın kendine acımaması, kendi maddi ve manevi menfaatlerini iyi hesaplayıp ona göre yaşamını ayarlamaya çalışmaması kesinlikle tam bi ahmaklıktır; yani normal ve aklı başında her insan, kârım zararını bilen ve bu anlamda alması gereken tedbirleri alarak yaşamasını bilen insandır...

Böyle olunca da kendini bazı zor durumlara sokacak söz ve fiillerden kaçmak veya konuşmalarında ve davranışlarında dengeli, tutarlı olmak akıllı ve tedbirli insanların son derece doğal olan huylarındandır... Öyleyse kendine karşı dürüst olmak için yeterli akıl, şu kısacık sohbetimizdeki kadar bile olsa, yeterli ilim ve aklının bu ilmiyle beraber meydana getirdiği tedbir alma duygusu ve bu manadaki müsbet korku ve doğal adalet duygusu, ister istemez her sıradan insan veya en büyük âlim de olsa her mü’mini kuşatacak ve tedbirsizlik, akılsızlık gibi gördüğü kendine karşı dürüst olmamanın, kendisi için imkânı olamayacaktır. Çünkü nefs adidir. Her türlü kötülüğü rahatça ve bıkmadan insana devamlı telkin eder. Kendi nefsinin bu özelliklerini gören, hatta adeta her an yaşayan insan, onun rezilliğini bilmesi ve ona göre tedbir alıp yaşamasından daha normal ne olabilir...

Her gün aklına gelen bin bir vesvese, günah arzusu, bir türlü kurtulamadığı yalanları, cimriliği, merhametsizliği veya diğer yığınla pisliklerini her gün yaşamasına, tövbe edip tekrar tekrar yeniden başlamasına rağmen bir türlü nefsini kerih, hor ve hakir göremeyen ve bu manada kompleks içinde olamayan insan sizce akıllı, normal veya dürüst bir insan mıdır?

Hayır, kesinlikle bu tür insanlar zavallı birer ahmaktan başka bir şey değildirler... Ne akılları akıl gibidir, ne de ilimleri ilim. Akılları ölçüsüz, tedbirsiz ve dundur. İlimleri ise teori, faraziye, hayal ve bin bir çeşit tevillerin istif edilmiş halidir...

Evet, yukarda da anlatmaya çalıştığımız gibi kendine karşı dürüst olmak çok önemlidir. Hem de olmazsa olmaz denecek kadar... Çünkü, kendi nefsini kerih görme dediğimiz kompleksin olması da, kalması ve korunması da bu dürüstlük özelliğine bağlıdır... Yani insan dürüstlüğünü korumayı başardığı müddetçe nefsi adiliklerini adilce tahlil edebilecek ve “nefsini kerih görme duygusu” dediğimiz fazilete ulaşabilecektir.

Mesela; her türlü vahşi hayvanların olduğu bir yerden geçmek zorunda olan bir yolcu, kesinlikle o yoldan geçmek zorunda olduğu için, ne tedbirde kusur eder, ne de onca vahşi hayvanın cirit attığı yerde oyalanır... Ya ne yapar? Bir an önce o tehlikeli bölgeden çıkmak ve canını kurtarmak için her türlü tedbiri alacağı gibi, bir dakika bile kendini oyalamadan, oradan süratle uzaklaşır...

Evet, yılanların, aslanların, kurtların kendini ısıracağını ve parça parça edeceğini bilen ve buna kesin inanan bir insan, o tehlikeli yerlerde hiç tedbirsiz, korkusuz ve fütursuz olabilir mi? Elbette, bu aklı başında hiç bir insan için mümkün değildir. Ama o vahşi hayvanları evcil kedi sanacak kadar ahmak bir insan veya o tehlikeli bölgede birazcık nefsinin rahat edeceği yerlerde keyif edebilmek için o hayvanları tehlikesiz sanacak kadar zevkinin, idraksizliğinin ve böyle bir mantığı kendine yakıştırabilme yalancılığı ve hayâsızlığının sonu malumdur...

Müspet ve itici güç etkisi yapan ve görünürde aşağılık kompleksi gibi de görünen nefsi marazlarını fark etme duygusu dediğimiz kompleksin, nefse en büyük hakaret, şeytana en korkunç karşı koyma olduğunu akıllı olan adam rahatça anlar... Çünkü nefse “sen yalancısın, sende riya vardır; sadece kendi menfaatini düşünen egoist bir hayvansın” dendiği zaman, otomatikman nefse savaş ilan edilmiş ve doğru yola girilmiş olunduğu için nefs ve şeytan, normal ve olması gereken kompleks duygunuzu, daha aşırısı olan, zillet çukuruna çekerek, ümitsizlik ve beceremiyorum teraneleriyle sizi sefa sürme batağına çekmek istemeleri doğal olacaktır.

Evet, nefse savaş açmış zeki ve dürüst adamın kaybettiği tek yol budur; zillete düşmek... Yani, marazi kompleks veya nefsin tüm marazlarının kapsamı alanına girmek... İlacı da şu: Bir kere nefsi kerih ve adi gördükten sonra bizde meydana gelen aşağılık kompleksinin bizi mutsuz, huzursuz etmesine izin vermememiz gerekiyor. Yani kişi nefsinin pisliklerinin bizzat kendi pislikleri olmadığını kesinlikle anlaması gerektiği gibi, tam tersi nefsinin ve adiliklerinin bizzat mü’minin kendisinin baş düşmanı olduğunu bilmesi ve bu anlamda son derece şuurlu ve ölçülü olması gerekiyor...

Yani, nefsinin başka, kendinin başka olduğunu anlayacak ve bilecek, bu şart ve yine olmazsa olmaz denecek kadar da önemli...

Yoksa, “vay benim cimriliğim, merhametsizliğim, azgın şehvetim, ne olacak benim halim” gibi üzüntülerin, fiiliyata dökülmeden üzüntü sebebi olamayacağını anlayamayan her insan, zaten bu yoğun üzüntü ve bunalımlara dayanamayacak ve neticede kesin kez ümitsizlik ile zillete, ya da soluk alabilmek için kibre yuvarlanacaktır... Ve kesinlikle nefsi kötü görme duygusunu dengesizce algılayan her süper kabiliyet insan bile o acı duruma düşmekten kurtulamayacak, neticede perişan olup, nefsin oyuncağı, hatta nefsin kendisi olup çıkacaktır.

Evet, insan, kendi nefsinin hor, hakir ve adi özelliklerini tanıdıktan sonra, kendinde meydana gelmesi zaruri olan aşağılık kompleksinin çok özel ve güzel bir meziyet olduğu da sanıyorum anlaşıldı...

O halde olayı böyle sağlıklı bir şekilde değerlendirdikten sonra insanın nefsinin pisliklerini görünce kendisinde meydana gelen aşağılık kompleksinin, mü’min için mutsuzluk sebebi değil de, tam tersi itici güç olan bir sorumluluk gayreti duygusu olduğu daha net anlaşılmış olacaktır...

Yani mü’min şöyle düşünecektir: Nefsim ben değilim. Tam tersi benim düşmanım ve temizlemem gereken kötülükler ve pislikler kaynağı diyecek ve nefsimin pislikleri, şayet onlara uyarsam, kendi adiliklerim gibi olabilirler, o yüzden nefsimin potansiyel bir pislik gibi durması benim suçum değil, üzüntü sebebim de olamaz, diyecek ve bu çizgide de huzurlu, mutlu ve manevi gelecekten umutlu yaşayıp gidecektir.

O halde zillet seviyesine düşmeden, maddi ve manevi eksikliklerinden ötürü aşağılık kompleksine düşüp, sonra da büyük bir iştiyak ve arzuyla nefsi pisliklerinden kurtulma yoluna girmek, akıllı ve idrakli olmanın en doğru ve çürütülemez delilidir...

İşte bu durum, şeytanı en çok rahatsız eden, nefsi en çok ezen ve üzen, manevi bir güzel derece olduğu için olmazsa olmaz denecek kadar gerekli ve şarttır...

Yani bu duygunun hem olması, hem de yaşam boyu kişiyle beraber kalması ve dürüstçe korunması gerekli, gerekli, çok gereklidir... Ve sırf bu yüzden Sadat-ı Kiram ve diğer tüm tasavvuf büyükleri bizim nefsi kerih görme duygusu dediğimiz kompleks makamını sofilerine devamlı telkinle ısrar etmişler ve kendi nefislerini, firavunun nefsine veya yeryüzünün en adi zındıklarının nefsine benzetme anlamında sözler söyleyerek bizim söylemek istediklerimizi, kendi üsluplarınca söylemeye çalışmışlar ve bunda da son derece ısrarcı olmuşlardır...

Evet, bu böyledir. Ve doğruluğu en kesin bir ölçü, tartışılması bile ahmaklık olan hakikatin kendisidir... Öyleyse Allah Rasulü’nün (s.a.v.) “Hud Sûresi beni kocattı” diye inlemesinin temelindeki hakikat “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” emri ilahisinin işaret ettiği, istikamet üzere gitmenin ehemmiyeti ve bir o kadar da zorluğuna delil değil midir?..

Evet, istikamet üzere gitmenin ve sağa sola, yani zillete ve kibre sapmadan dosdoğru ilerlemenin tek yolu, anlatmaya çalıştığımız gibi olmak ve öylece de kalmak ve yaşamaktır.

Evet, insan ruhu, bir tarafta nefsaniyet bataklığının giriş kapısı diyebileceğimiz zillet çukuru, diğer tarafta ise şeytaniyet vasıflarının giriş kapısı diyebileceğimiz kibir çölleri arasında bocalayıp duruyor... Dediğimiz gibi insan dürüst, akıllı, ama cahil. Ve ölçüsüzce nefs dağı karşısında paniğe kapılıp zillet çukuruna yuvarlanarak tamamen hayvanlaşıp adeta nefs oluyor. Veya orta zekâlı ve bu anlamda dürüst olamayacak kadar idraksiz ve fütursuz ise, kibre yuvarlanıp, şeytanın ve nefsinin uşağı zavallı bir yaratık olup çıkıyor...

Çünkü, nefs ve şeytan, kesinlikle zeki, akıllı ve kendine karşı dürüstlüğü huy edinmiş bir Müslümana asla nefsinin adiliklerini yok saydırma anlamında kibre düşüremiyor. Yani kibir, kesinlikle orta zekalı ve avami kalitede ruha sahip kişilerde olması mümkün olan, akıllı, zeki ve kendine karşı dürüst kişilerde ise olması imkansız olan bir hastalıktır. Ama kendine karşı yeterli dürüstlüğe sahip olamayacak kadar aklı az ve basireti dun kişilerde, kendi nefislerini kerih görme duygusu olamayacağı için de zaten nefs onları eline geçirmiş demektir... Neden? Çünkü nefsini yeterli derecede kerih göremeyen insan aslında onu seviyor ve onun için yaşıyor demektir. Artık bu tür Müslümanın cihadı da, namazı da, ilmi de kesinlikle nefsini veya kendini ululamak için, büyüklüğünü delillendirme çabalarından başka hiçbir şey değildir. Ve bu da iblis şeytanın kapsama alanına girip, insaniyet vasfını şeytaniyet vasfına çevirip kibir batağında kendini evliya ve erişilmesi imkânsız ulu kişi gibi görerek sürünecek ve rezilce yaşayacak ve sonunda soluğu ancak cehennemde alacaktır.

Sözün özü her aklı başında Müslüman bu anlattıklarımızı anlar ve rahatça istikamet üzere normal bir Müslüman gibi yaşayabilir; ama “Ben bu adi nefsimden kurtulup salihlerden, velilerden olmak istiyorum” diyen mü’minler içinse olmazsa olmaz diyebileceğimize yakın bir ehemmiyet içinde bir veli, bir mürşid ve gerçek bir âlime talebe olmak şarttır...

Evet, madem kendi nefsini dürüst gözlerle tahlil etmek olmazsa olmaz denecek kadar önemli ve yine bu manada aşağılık kompleksinin olması ve yaşam boyu da kalması aynı mantalitede şart ise o halde, gerçek mürşid ve âlimlerde bu manada çok önemli ve gereklidir...

Neden? Çünkü gerçek mürşid, tam ve kusursuza yakın kâmil insan demektir ve bu da sizin öyle bir insanın yanında erim erim erimeniz ve nefsi bazda ezilmeniz demektir... Yani ölçüsü sağlam her talebe için bu pozisyon çok çok büyük bir nimet ve kurtuluş vesilesi demektir.

Ama, ahmak bir orta zekalı ve adalet özürlü bir düşünce fukarası iseniz, işte o zaman bu Allah (cc) adamları sizin için sadece kendinizi kişiliksiz bir aptal veya ahlaksız bir adi hissetmenize sebep olan bir düşmanınız veya rakibiniz olacaktır. Düşünün bir kere dağlar gibi heybetli, ilim, irfan sahibi bir hocanız veya Allah Dostu bir veli olan İslami bir lideriniz var; ve siz mümkün olan her durumda onunla görüşüyor, ona derdinizi döküyor ve ondan her boyutta faydalanıyorsunuz... Buraya kadar güzel, ama şunu hiç unutmamak gerekiyor ki o âlimin veya velinin sizin hocanız olması ve sadece başınızda durup yanınızda var olması bile size en büyük makam ve en büyük saadet kaynağıdır... Neden? Çünkü, gerçek Allah Dostları öyle parlak ve öyle pürüzsüz aynadırlar ki onlara bakan her dürüst bakış kesinlikle rahatça kendi nefsini kerih görme dediğimiz duyguyu yani, kompleksi ekmek-peynir yeme kolaylığında yakalarda farkında bile olmadan istikamet seyrine giriverir...

Şayet kendine karşı dürüst ve adaletli tam bir talebe ise, kesinlikle bir daha ne kibre yuvarlanabilir, ne de zillete düşer...

Çünkü çıplak gözleriyle bile gördüğü, ilmini, ahlakını ve diğer bütün özelliklerini adeta an an yaşayarak müşahede ettiği üstadını ne terk edebilecek ne de kibre yuvarlanacak yol bulabilir, ne de zillete günah batağına düşebilir...

Artık bu mürid ya da talebe için kendi nefsini kerih görmek çocuk oyuncağı kadar kolay ve müşkilatsızdır... Ama dengesiz ve aklı az talebe ve mürid taslakları için ise bu büyüklerin varlığına bile katlanabilmek zor, zor, hatta imkânsızdır... Ve maalesef bu adamların orta zekâlı ve kendi gözünde dürüst olamayanları ise kaçınılmaz olarak kibre düşerek münkirleşir de helak olup giderler... Ve yine zeki ve dürüstleri ise, ya sabır ve sebat edip istikamet üzere yaşar ya da şayet kendilerini nefsleri sanma hastalığı veya tembellik ve iman zayıflığı gibi sebeplerin yüzünden ümitsizlik teraneleriyle zillete yani nefslerinin kapsamı alanına girip nefsleşir, hayvanlaşır ve perme perişan olurlar...

Ve neticede Peygamberimizin (s.a.v.) “Siz İslami öyle yaşayın ki, münafıklar yanınızda barınamasın, sizi terk etsinler” Hadis-i Şerifi tahakkuk etmiş olur...

Yani daha açığı, benim hocam veya mürşidim diye dizinin dibine çöküp, sonra da kusursuzca teslim olduğunuz bir kişi, aslında sizi, kendisi teslim alması gereken kişidir... Ve siz, o âlimi veya veliyi gördüğünüz zaman, kompleksten gözünüzü açamayacak hale gelmezseniz, o zaman, kanaatimce, ya o âlimin veya velinin sorgulanması gerekecek, ya da sizin aklınız ve dürüstlüğünüz... Daha açığı mürşit dediğin, alim dediğin kişi, oturuşuyla bakışıyla, yürüyüşü ve her şeyiyle, hem de özel bir gayrete girmeden, doğal haliyle, sizi aşağılık kompleksine sokmalı ve sizi hep orada tutmalıdır!..

Zaten sırf bu yüzden böyle vakarlı, heybetli bir âlim ve evliya dediğimiz kişiliklerle karşılaşınca, çoğu zaman verilen ilk tepki, ne kadar kibirli ve kendini beğenmiş bir insan bu, böyle kibirli evliya mı olurmuş, vesvesesidir...

Yani, üstün bir şahsiyet karşısında, komplekse düşen, ölçüsüz ve cahil bir insanın, ilk tepkisi bu olacaktır!.. Tabii neticede, nasibi olan kalacak ve istikamet üzere, gerçek bir Müslüman gibi yaşayacak, nasibi olmayan, orta zekâlı veya ölçüsü bozuk, zavallı adalet özürlü insan ise aslandan kaçar gibi kaçacak ve münkirat batağına çakılacaktır.

Öyleyse artık misalleri çoğaltmanın anlamı kalmamıştır. Gerçekler apaçık ortada ve zahirdir... Yeter ki anlaşılsın ve itiraz kapısı sonuna kadar kapatılıp, adalete ve dürüstlüğe sarılınsın...

Bu anlamda bu büyük zatların, size hiçbir faydaları olmasa bile, hatta görüşebilmeniz az, birlikteliğiniz sınırlı ve ilişkiniz son derece kısıtlı bile olsa, fark etmez; çünkü o büyük zatın, sadece başınızda var olması bile sizin için, belki de faydaların en büyüğü, bir kâr ve istikamet sebebidir!..

Ama, yazı boyunca da sık sık tekrarladığımız gibi, insan, nefsini kendisi sanacak kadar cahil ve akılsızsa, işte o zaman, üstün kişilikli, evliya ve âlimlerin yanında durabilmek zor, zor hatta imkansız olacaktır... Neden? O büyük zatın yanında, aşağılık kompleksine düşmemek, nasıl imkânsızsa ve kanlı canlı, karşınızda, yanınızda ve her zaman gözünüzün önünde duran, o olağanüstü kişilik, sizi, yani, kendisini nefsi sanan, zavallı sizi, ahmakça kıyas vartalarına sokacak. Ve neticede, size, daha bu dünyada cehennemi yaşatacaktır...

Evet... İşte sırf bu yüzden adam gibi adamların yanında durabilmek, hakikaten adam olmayı gerektirdiği gibi, onların yanında nefsi kerih görme anlamındaki kompleks duygusunun meydana getirdiği edep ve saygı duygusu da kişinin bedavaya yakın kolay kazandığı, feyzlerin ve nurların kaynağıdır...

Allah (c.c.) yar ve yardımcınız olsun...