Tam bir zevkçilik ve sahil şehri olan Antakya'da 1969'da doğdum. İmanlı ve dinine sadık bir ailem vardı. Ama Antakya gibi bir yerde dejenere olmuşlar, hani derler ya "üzüm üzüme baka baka kararır" Dinimize göre buna zulmet derler. İşte ben o zulmet denizinin içinde yetiştim. İlk dini bilgiyi beni çok seven dedemin yanında aldım. Dedem Nakşibendi Şeyhlerinden Şeyh Mehmet Cemil Efendidir. Dedem bir gün Seyda Cizrevi Hz.'ni rüyasında görüyor. Üç gün arka arkaya yanına çağırıyor. Dedem, "kimdi, niye çağırıyor bu insan?" diye meraklanıyor. Bu rüyadan çok etkilenerek Cizre'ye gidiyor. Cizre'deki şeyhin bulunduğu caminin içinde kalabalığın içine karışarak oturmuş. Seyda El Cizrevi Hz. kalabalığın içinde dedemin yanına gelip "Hoşgeldin ya Mehmed Cemil Efendi. Aramızda bir kişi eksikti. Sen gelince tamamlandı" diyor. Dedem bu kerametten etkilenip ellerine yapışıyor. Bir ay kadar orada kalmış, bu süre zarfında şeyhi ile kabirleri gezerek kabirlerin sırlarına vakıf olmuş ve aynı zamanda da icazetini alarak geri gelmiş. Artık tek işi insanlara bu kapıyı tanıtmak oluyor.
Birgün aniden şiddetli bir şekilde başım ağrımaya başladı. Bu diğer baş ağrılarına hiç benzemiyor, ovalamalar kafi gelmiyordu. Sanki başım çatlayacaktı. Bu hal annem tarafından dedeme bildirildi. Dedem beni yanına çağırdı. Tebessüm edip, elini başıma koyarak dua etti. Ağrı aniden kesildi. Çok rahatlamıştım. Bu dedemin bir kerametiydi. Bunu niçin yaptı bilmiyorum fakat benim evliyalara ve kerametlere olan inancım kuvvetlenmişti. Dedelerim çok takva oldukları halde ailem öyle değildi. Bunun en büyük nedeni hedonist ve fasık olan Antakya halkı idi. Babam Antakya'da memurdu.
Dolayısıyla hayatımız orada geçiyordu. Babam bu durumun farkında olduğundan kendine ait bazı kuralları da vardı ve bizim bu kurallara uymamız zorunlu idi. Bu prensipçi tutumu bizim hayatımızı sınırlamaktan ve baskıdan başka bir şey değildi. Babam dışardaki halkın büyük çoğunluğunun kötü davranışlarından etkileneceğimizden korkuyordu. Onun için herşeyime karışıyor, ama bunun dozunu ayarlayamıyordu. Bu durum ise benim okuldan soğumama, babamla olan ilişkilerimin zayıflamasına ve benim içine kapanık biri olmama sebep oluyordu. Bende okuma isteği hiç kalmamıştı. Bununla beraber derslerimde başarısızlıklarım devam ediyordu.
Artık okumak benim için birşey ifade etmiyordu. Babam ise okumamda ısrar ediyordu. Liseden sonra beni 3 yıl arka arkaya dersaneye gönderdi. Ben ise dersleri doğru dürüst takip etmezdim. Artık iş hayatına atılmak istiyordum. Babam beni hala okutmak için çareler arıyordu. O da şaşırmış, bana olmadık ithamlarda bulunuyordu. Bana o kadar baskı yapıyordu ki artık işimde de çalışmak istemiyordum. En sonunda bu gürültülü ve sıkıcı ortamdan üniversite imtahanını kazanırsam kurtulacağıma inandım ve tekrar üniversite imtihanlarına hazırlanmaya başladım.
Bu sıralarda babam bir arkadaşı vesilesiyle Seyda Hz. olarak bilinen büyük bir Allah dostunun yanına gitti. Yanına Seyyidlik şeceresini de almıştı. Bu şecerede Hz. Hüseyin'den bu zamana kadar olan ceddimiz yazılıydı. Hatta soyadımızın Rifai tarikatının kurucusu ve büyük piri olan Seyyid Ahmed-er Rifai Hz.'nin isminden geldiğini biliyorduk.
Babam da bu şecere hakkında daha çok bilgi edinmek ve Seyyid Muhammed Raşid Hz.'ne tastik ettirmek için Menzil'e götürdü. Seyda Hz.'ni ziyaret ettikten ve şecereyi verdikten sonra Seyda Hz. ile konuşmuş ve konuşma esnasında benden de bahsederek "Efendim, benim bir oğlum var. Namazlarını aksatıyor, üniversite sınavlarına giriyor ve kazanamıyor" diyor ve Seyda Hz. babamın sırtını sıvazlayarak "Allah razı olsun" diye dua ediyor. Babam akşam tövbe aldıktan sonra bir gece orada yatıyor.
Ertesi gün geri dönmeden önce şecereyi de geri almak istiyor. Beraber gittiği arkadaşları ise "Sen hiç merak etme Seyda Hz. (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) evine kadar gönderir" demişler fakat babam yine de içinden "Ben şecereyi almadan gitmem' diye telaşlanıyor. Tam bu esnada Seyda Hz. yakınlarından bir sofiyi yanına çağırarak dışarıya gönderiyor. Biraz sonra döndüğünde ise elinde şecere ile Seyda Hz.'nin yanında geliyor. O sofi Seyda Hz.'nin yanından babama şecereyi vermek için sesleniyor fakat babam utancından almaya gidemiyor. Çok kalabalık olan caminin diğer tarafında babamla beraber giden amcamın yanından, hiç tanımadığı bir sofi ayağa kalkıp şecereyi amcama veriyor. Seyda Hz.'nin bu kerameti onları çok etkiliyor. Babamda güvensizliği ve telaşı yüzünden bu olaydan sonra çok mahcup oluyor.
Antakya'ya geri döndüğünde oradaki -Sahabenin hayatına benzeyen- İslami hayatı gözünde canladırarak gözyaşlarını tutamıyordu. Bu sırada ben de sınavlara çalışmaktaydım ve sınav tarihleri de çok yaklaşmıştı. Birinci sınavı yüksek bir puanla kazandım. Namazlarımı da düzene sokmuştum. Ama her an aksatabilirdim. Çünkü İslam şuuruyla şuurlanmamıştım. İkinci sınava da çok iyi hazırlanmıştım. Sınava Türkçe- Matematik ağırlıklı giriyordum. İkinci basamak sınavı günü gelmişti ve sınavda öyle bir hal oldu ki matematik sorularının bir kısmını çözdükten sonra her zaman çok kolay çözdüğüm soruları çözemiyor ve çözüm yolları aklıma gelmiyordu. Sınavdan çıktıktan sonra pazartesi günü gazetede sınavda çözemediğim soruları hemen çözdüm.
Bir süre sonra televizyonda sınav sonuçlarının gazetelerde açıklanacağı bildirilmişti. Ben çok merak etmeğe başladım. Sabah erken saatlerde gazeteciye giderek bir gazete aldım ve gazetede Tokat Ziraat Fakültesini kazandığımı gördüm. Hem çok şaşırdım hem de çok kızmıştım. Bu gazetedeki sonuç belki hatalıdır diye bir başka gazeteye baktım, ama oradada aynısı yazıyordu. Ben bunu hiç beklemiyordum. Çok çalışmıştım ve tercihlerimde yüksekti.
Daha sonra dairede babam da sonucu öğrenmişti ve eve geldiğinde tartışmaya başladık. Ben babama orada okumayacağımı söylüyordum. Babam ve annem de benim okumamı istiyorlar ve ikna etmeğe çalışıyorlardı. Ben de sonuçta kabul ettim.
Okulların açılmasına iki hafta kala ben de bilemediğim bir hal oldu. Göğsüm de özellikle kalbimde yanmalar ve şiddetli ağrılar oluyordu. Doktorlar ise bende önemli birşey olmadığını söylediler ve tedavi için iğneler verdiler. Bu iğnelerin hiç faydası olmadığı halde ağrılarım da arttı. Bu haldeyken Tokat'a geldim. Ağrılar devam ediyordu.
Bir gün yurtta arkadaşlarla masa tenisi oynarken sofilerden biri sınıf arkadaşlarımdan birine sohbet etmiş, dışarıya çıkmaya karar vermişler. O da bensiz bir yere gitmezdi. Gelip beni de aldılar. Bana çay ocağına gitmeye, sohbet etmeye gideceklerini söylediler. Ben de kabul ettim. Altımda eşofman ve ayağımda terlik olmasına rağmen hiç itiraz etmeden o sofinin anlattıklarını dinliyordum.
Çay ocağına geldik. Orası değişik bir yerdi. Yapılan sohbetleri ilk defa duyuyordum ve çok hoşuma gitmişti. Sohbetten sonra bize tövbe almamızı teklif ettiler. Ben hemen kabul ettim ve tövbe aldım. Arkadaş önce tövbe etmek istememişti fakat benim ısrarımla o da tövbe aldı.
Tövbe aldıktan sonra yurda döndük. O gece sekiz şartı yaptık. Ertesi gün kuş gibi hafiflemiştim. Bende bir ferahlık ve muhabbet hali oluşuvermişti. Sanki özümü bulmuştum. Benim tövbe almama vesile olan arkadaşla beraber bir iki defa beraber çay ocağına gitmiştim. Oradaki sofiler bana; "Sen Arap mısın?" dediler. Ben de "Arabım" dedim. "Sizde seyyidlik var mı?" dediler. Ben "seyyidmişiz" dedim. Bundan sonra o güzel ve doyurucu sohbetler devam ediyordu.
Bir gün okuldan bir arkadaşla beraber yurda doğru giderken yolda bana tövbe veren vekil ile birlikte Şenel İlhan'la karşılaştık. Beni çay ocağında görmüştü. Bana "Sen seyyidmişsin öyle mi Mehmet" dedi. Ben de "evet abi" dedim. Akşama çay ocağına gelmemi ve benimle konuşmak istediğini söyledi. Ben de inşallah gelirim dedim ve ayrıldık. Akşam olmadan oraya gittim. Her gittiğimde yeni yeni, kültürlü ve ilim sahibi sofilerle tanışıyordum. Şenel Abiyi de çok sevmiştim. Artık onun yanından hiç ayrılmak istemiyordum. Tanıdıkça hayranlığım artıyordu. Onun kadar fedakar ve güzel ahlaklı birini ilk defa tanıyordum.
Sultan'ın büyüklüğünü onun yanında anladım. Kısa bir süre sonra ilk kafileyle Menzil'e gittik. Oraya vardığımızda orada bizim gibi Türkiye'nin ve dünyanın her yerinden gelen yüzlerce kafilenin daha olduğunu gördüm. Onlar da oraya büyük Allah Dostu Seyda Hz.'nin vesilesiyle tövbe etmeğe ve O'nun şifalı nazarlarıyla hidayete ermeğe gitmişlerdi. Ben şimdi hatırlıyorum da Sultanım'ın duasıyla Tokat'a gelmiştim. Okul da bir bahaneymiş. Bende meydana gelen ağrıların ve yanmaların manevi bir hal olduğunu da öğrenmiştim. Şimdi ise herkesin o büyük Allah Dostuna gitmesi için, mutluluğa ermeleri için dua ediyorum.
İnşallah herkese nasip olur.