1948 yılı Urfa doğumluyum. Din ilimleri ile hukuk bilgisini bütünleştirmiş bir hukukçunun kızıyım. Burada uzun uzun ibret verici hayatımı anlatmaya zamanım ve zeminim müsait değil. Ancak çok önemli bir sayfasını bütün genç kızlara ve hanım kardeşlerime "İBRET" olması gayesiyle anlatacağım. Allah rızasını talep ederek. Tahsil yıllarımdaki dönemde uzun bir görev ile "yobaz" olarak akrabalarımızın isimlendirdiği babam, ailemizin başında bulunamıyordu. Otoriter ve disiplinli babamın aileden çok uzaklarda görevlendirilmesi en çok benim işime yaradı. Adeta tasmasından kurtulmuş, meydanı boş bulmuş... gibiydim.
Dolayısıyla anacığımın feryatlarına kulak asmadan istenmeyen bir evlilik yaptım. Bizlere "İslamda Küfüv" meselesi anlatılmamış, öğretilmemişti. Annem "Küfüv yok mes'ud olamazsın" diye çırpınıyordu. Uzak şehirden dönen babacığım, uzağı gören gözleriyle bu evliliğe zoraki "evet" dedi. Çılgınlık yapmamdan korkuyorlardı. Böylece yeşilçam filmlerindeki gibi, zengin ve asil kız, çobanın oğluna vardı. Elbette kızı gönlüne verirseniz ya davulcuya varır, ya da zurnacıya.
Yalnız bir farkla ki biz fakülte öğrencileri daha aydın, görgülü insanlardık. Küfüv bahsinde ısrarla kadının sosyal statüsünü korumak; kadının kendi ayarında hatta daha üstün seviyeden birisiyle evlenmesini kadının zevcine rahatça itaati ve yuvanın huzur dengesi açısından şart görülmektedir. Ben bu maddi ve soy dengesizliğini "ilim üstünlüğü kapatır" diye düşünüyordum. Ne varki kitaplarda anlatılan fıkıh bahsindeki gibi ilim üstünlüğü, "sosyal dengesizliğimizi" kapatamadı. Kapatamıyor.
Kocam çabuk yoldan zengin olarak, aileme, hiç değilse maddi yönden eşit seviyeye gelmek için çalışıyordu. Fakat istediği seviyeye gelir gelmez içmeye başladı. "Arpa suyudur" diye başladığı bira, yerini Avrupa etiketli votkalara, viskilere bıraktı. Oysa ikimizde 1973 yılında İskenderpaşa Cami İmam ve Hatibi büyük alim Mehmet Zahit Kotku Hz.'nden ders almıştık. Senelerce cahiliyye alışkanlıklarımızdan kurtulmak için bize çok emek verdi. Bize yepyeni bir kimlik ve kişilik vermişti.
Alkol, M. Zahit Kotku Hz.'nin vefatından sonra ailemi sarsmağa başladı. Öyle bir sarsıntı ki, eşi ve benzeri yoktu. İyice sırat-ı müstakimden sapmış, beni de içmeye zorluyordu.
Zorla tehditle içirdiği içkinin üzerinden yirmi dört saat geçmeden ben ismini Kur'an kursunda duyduğum bir zata doğru yola çıktım. Dönüşümde gerçekten yuvam kurtulmuş durumdaydı. Ancak ne varki kocamı evden ve elden kaçırmamak için ev sınırları içinde her arzusunu emir olarak yerine getirmeye başladım. Dolayısıyla fani sevgiliye ve dünyaya hizmet ederken biz, gün gün Allah'tan uzaklaşıyorduk. Hakk dostlarını anmağa ise mecalim yoktu, "yüzüm yoktu". İşte böylelikle biz farkına bile varmadan sapıtanların sınıfına yavaş yavaş dahil olduk. Ayağımız kayıyordu. Hidayetten delalete düşüyorduk.
"Başını açacaksın, benimle içeceksin, arkadaş gruplaşmalarımıza katılacaksın" diye kesin emir vermesi ve zorlaması sabrımı taşırdı. Hayır bunu kabul edemezdim! Annemi telefonla aradığımda cevabı aynen şöyleydi: "Kendi düşen ağlamaz! Ne halin varsa gör. Ne istiyorsa onu yap. Onu kendin sevip evlendin. Sakın buraya döneyim deme!". Öfke ve hışımla ekledi: "İki kadehçik içersen gebermezsin ya! Vebali günahı kocana aittir." İstemeden söylediğinden emindim.
Senelerce kız Kur'an kurslarında kültür dersi hocalığı yapan, tesettür, ilim ve Allah sevgisini talebelerine işleyen ben, o çok kınadığım insanlar gibi "Kocam açtırıyor, bana ne, günahı kocama aittir!" demek cahilliğini hiç gösteremezdim. Çünkü biliyordum ki, Kur'an'ın çeşitli yerlerinde belirtildiği gibi "Hiç kimse başka bir kimsenin günahını yüklenemez. İNSANA KENDİ ÇALIŞMASINDAN BAŞKA BİR ŞEY YOKTUR" (Necm, 39-40) Hele bir ayet vardır ki, o tüylerimi ürpertiyordu: "Her nefis kazandığı şey mukabilinde bir rehindir". Evet insanoğlu, hesaplı hesapsız attığın her adımdan, düşünerek düşünmeyerek konuştuğun her sözden mesulsün ve bu fiillerin karşısında sen-ben birer rehiniz. Ayrıca atalarımız ne güzel anlatmışlar "her koyun kendi bacağından asılır". Bu kadar açık ve net bir gerçek yani "günahı kocama aittir" demenin beni asla cehennemden kurtaramayacağı kesin bir gerçekti. Uzun süre direndim.
Buna rağmen anacığımın ısrarlarına dayanamayarak bana "uyumsuz" adını takan kocama uyumlu olmaya çalıştım. Yavaş yavaş yoldan çıktığımı farkettim. Ama gördüm ki, yuvamı kurtarmak için de olsa Allah (Celle Celalühu) rızasına uymayan hareketlerle, politikayla asla evliliğimi kurtaramayacağım! Sonra ben Allah'ın emirlerini zorla da olsun çiğnerken nasıl Allah'tan yardım ve yuvamı kurtarmasını bekleyebilirdim? Bu nasıl gafletti Ya Rabbim? Birden gafletten uyandım: Ben ne yapıyorum? Eyvah ben uçuruma gidiyorum. Uzunca bir süre manevi sofralardan, Hakk meclislerinden "yuvamı evliliğimi kurtaracağım" derken kopmuş ve ayrı düşmüştüm. İşte şimdi büyük bir afete, felakete düşmüştüm. Ne sığınacak bir mercii, ne tutunacak bir el veya tutunacak bir dalım bile yok, gidecek bir kapım yok. Benden garip, benden çaresizi yoktu.
Yine Allah'ıma ellerimi açtım: "Ey Allah'ım'Ey günahta haddi aşan kullarım, Rahmetimden umudunuzu kesmeyiniz' buyuruyorsun; beni de affeyle, beni ancak sen kurtarırsın. Kendim acizeyi, masum üç yavrumu ve istikballerimizi sen kurtar, sana emanetiz. Bütün kapılar kapansa senin kapın kapanmaz. Senden başka Rabbım yok. Bana Rab ol. Rab adın ile terbiye et, kurtar beni yavrularımla" diye yalvardım.
İşte bu sırada rüyamda "sen acele, uzak bir menzile yolcusun" dediler. Sevinçle uyandım. Telefona sarıldım Günlerdir bizi aramayan kendisine uymadığım için bizi parasız bırakan eşim "Çocuklarını da al, babanın evine git, ayrılalım" dedi. Babama telefon açtım. ‘"Kendin seçimini yaptın. Otur evinde, bize, buraya gelme. Gemisini kurtaran kaptandır" dedi. Böylelikle izin alacağım hiçkimse kalmamış, yolum açılmıştı. Artık uçurumdan kurtaracak büyük bir el arıyordum.
Gönül ikliminin sevgi ve edep üstadları etraflarına ısı ve ışık saçarken, en kötü şaşırmış ve sapıtmışlara dahi hoşgörü ve anlayış gözlüğünün ardından bakarak, deryalar misali sabırlı göğüslerine hasta gönüllü şaşırmışları (bağırlarına) basıyorlar: Devayı dert içinde; rahmeti zahmet içinde, nimeti külfet içinde, şükrü bela içinde görerek Rablerinden gelen herşeye şükürle sabrediyorlar. Mürşidsiz kalmış da şeytanı, akıl hocası olup ‘Mürşidi kesilmiş' yoldan çıkmışlara kucak açıyorlar.
Tıpkı Hazreti Mevlana gibi'Dergahımız ümitsizlik dergahı değil, yüz kere tövbeni bozmuş olsan de yine gel!' diyorlar. İşte bu "... yine gel" çağrısına gözyaşları ile mahzun, mahçup icabet ettim. Yaramazlık yapan evladını terketmeyen baba misali kapımız her an açıktır, diyorlardı. Anasız, babasız, evsiz kaldığım bir anda yüzüme kapanan kapılar ardında sinir krizleri geçirirken çok sevgili Allah dostunun kapısı bana da açılmıştı aniden... Artık benim de gidecek bir evim var diye ne çok sevindim. Yalnızca "Allah şifanızı versin, selametler versin" duasıyla reçetesiz, ilaçsız, yazılı hiçbir şey verilmeksizin o çılgın feryadı krizlerimden "soğuk duş" banyosuyla kurtulmuştum. Oturup düşündüm: Gittiğim psikoterapistlerin başaramadığı ayların tedavisi, üç günde burada bitivermişti. Sadece bir tek dua ile: Hayretten hayrete düşüyordum. Kesinlikle inandım ki babamın (mürşidimin) evi "ruh, insan, iman, kuvvet, sağlık ocağı idi". Çünkü ben deliliğin eşiğinden ilaçsız ruh ve iman sağlığına kavuşmuştum. Rabbime sayısız hamdler olsun.
İstanbul'a döndüğümde işlerim rast gitti, aldığım dua gibi. Ancak ilahi kader İslam dışı evliliğe son vermeyi yazmıştı, çare yoktu. Fakat bana iman-haya zırhı giydiren çocuklarımla istikbalimizi ve namusumu, şerefimi, dünyamı... imanımı kurtaran, o uzak menzilin şahıdır.