Cinselliği Yok Saymak Namus mu?

FEYZ: İslâmî tebliğ noktasında, her tebliğcinin, ilmi anlamda cinsel bilgileri öğrenmesi ve öğretmesinin zaruretini ve günümüz toplumunun bu konuya bakışını ve toplumumuzun bu konudaki genel durumunu izah eder misiniz? 

ŞENEL İLHAN BEYEFENDİ:  Bugün, herkesin malumudur ki, bazı televizyon ve gazeteler, sanki telekız ajanslarına dönmüş ve maalesef; asil ruhlu nice kadınların kişilikleri, dişilikleriyle eş değer görülüp, kadın milleti, adeta sudan ucuz hale getirilmiştir. Ve yine, zina veya her türlü cinsel sapıklıklar; kadın ve erkek tüm insanımıza en ideal yaşam biçimi gibi lanse edilmiş; ve her türlü cinsi sapıklığa, kesinlikle psikolojik baskı türü, önceden hesaplanmış, ince ayarlamalarla, adeta zorlanarak itilmişlerdir…
En uç cinsel adilikler, en büyük sanat diye kabul görüp; en hayasız homoseksüel sanatçılar, eşi bulunmaz sanat güneşi veya erişilmesi imkansız dehalar diye dayatılmış; ve halâ, bu hayasız ve bilinçli eylemlerin sürüp gittiği de, yine ortadadır, açıktır…

Yani, günümüz toplumunda; çeşitli yayınlarla, insanımıza dayatılan; ilimden ve hakikatlerden uzak, cinsel hayat biçiminin, maksimum makamda adilik boyutlarına ulaştığı; ve insanımızın, adeta sapıklık anaforunda bocalamaya terk edildiği; gerçeğin kendisi…

O halde, iyi bir müslümanın, İslâmi anlamda cinsel yaşamı tüm boyutlarıyla; yani biyolojik ve psikolojik anlamda bilmemesi; hele bu zamanda, cinsel meseleleri konuşmaktan bile haya ve terbiye adına imtina etmesi; hem İslami anlamda büyük bir günah, hem de insanlık adına sorumluluğu ağır olması gereken bir vebal değil midir?...
Evet, her müslümanın, hem kendi cinsel yaşamını, İslami anlamda dizayn etmek; hem de yoğun psikolojik baskılar neticesinde, adeta cinsi sapıklığa mahkum edilmeye terk edilen, tertemiz ruhlu insanımıza da, yardım edebilmek için; kusursuz bir cinsellik profesörü gibi, ‘İslam'da cinsellik nedir?, nasıl olmalıdır?'ı, detaylı bir şekilde öğrenip, öğretmek zorunluluğu vardır.

Ben bu sohbetimde, ancak karşılıklı özel konuşarak veya, bi nevi cinsel psikoterapi usulüyle halledilmesi gereken bazı problemleri ve çözüm yollarını anlatacak değilim. Hem, zaten, bu mümkün de değil… Benim amacım; insanımızın hem cinsel hayatında, hem de hayatının tüm alanlarında, adeta fantezi kişilikleri yaşamaya mahkum edilmelerinin, nedenlerini ortaya dökmek ve bu yolla, yani birkaç sayfalık sohbetle, mümkün mertebe verilebilecek en zaruri bilgileri ve ölçüleri, en iyi ve en anlaşılır bir şekilde, okuyucumuza vermektir…

Evet, insanoğlu; hem cinsel anlamda, hem diğer alanlarda, değişmesi asla mümkün olmayan değerlerini, kesinlikle kabul edip; hatta, bu değerlerini sevip ve sadece, her insanı, kendisi kadar kendi olabileceğini unutmadan; hayatını sürdürmesinin en azından mecburi bir zorunluluk olduğunu, kabul etmesi gerekiyor.
Televizyonda sıska bir manken görüp, "illa da kendimi ona benzeteceğim" diye büyük bir mücadele içine girip; yemeden içmeden kesilen ve kendini, adeta yaşam boyu sürecek şeytani bir oruca mahkum edip; sonra da kolay kolay ulaşamayacağı, hatta bazen asla ulaşamayacağı, fantezi güzelliğinin peşinde koşan zavallı milyonlara; acımaktan öte, gerçek yapılacak hiçbir şey yok mudur?...

Kenar mahalle kültürüyle, bi şekilde kafasının içini, asla erişmesinin mümkün olmadığı, cinsel fantezilerle doldurmuş, genç delikanlılarımız; gerçek cinsel kimlikleriyle, hakikatten uzak ve bilim dışı fantezi cinselliklerinin arasında sıkışmış idraklerini, karışıklık ve kaostan, kendi kendilerini kurtarıp; sonra da sağlıklı bir şekilde cinsel yaşamı öğrenmelerini beklemek; onları bi şekilde sapıklığa itenlere yardım etmek veya en azından bu yardıma muhtaç gençlerimize hiç ama hiç acımamak değil midir?…
"Ah günahlarım, günahlarım" diye inleyen ve mübarek gecelerde "Ya Rabbi, beni affet!" diye ruhları adeta feryat eden en sıkı Müslümanların bile, günahlarının en büyüğünün yüzde doksanının cinsel günahlar olduğunu kim inkar edebilir ki…

Öyleyse, kesinlikle, insanları İslam'a davet eden her mümin ve her ehl-i tebliğin kusursuz bir şekilde ve hakkıyla İslam'ı tebliğ etmeleri için, gençlerimize hatta tüm insanımıza, sağlıklı bir Müslümana yakışır cinsel hayat sürmelerini sağlamak ve onları her türlü cinsel sapıklık ve tuzaklardan kurtarmak için, zaruri olarak İslami anlamda cinsel bilgileri bütün ehl-i tebliğin öğrenmelerinin ve öğretmelerinin artık zamanı gelmiştir, geçiyor…

Ayrıca, bu konuya ayıp, günah veya yakışıksız bir konu gibi bakmak ise, bana göre, tartışmasız, hem ayıbın ve fasıklığın kendisi ve hem de tam ve katışıksız saf ahmaklıktır…
Sözün özü: Şu kesin bir hakikattir ki; insanların kendi maddi manevi marazlarını ve tüm değerlerini hakkıyla tanımaya çalışıp, sonra da eksiklik ve hatalarını değiştirmeye yönelik, İslam'da nefs mücahedesi ismi verilen eyleme ciddi bir şekilde girmeleri zaruridir, şarttır…

Bu, hem cinsel psikolojik marazlarının, hem kibir, riya, ucup, yalan gibi diğer tüm kalbi marazlarının hepsini kapsar… 


FEYZ: Efendim, tebliğcinin bilmesi gereken, ilmi anlamda cinsel bilgilerden ve bunun zaruretinden bahsettiniz; toplumun bu hususta genel durumunu izah ettiniz. Bu problemlerin oluşmasında manevi eksikliklerin rolü nedir? Bu ihmalin derinliği ve boyutlarının cinsel problemlere yansıması nasıldır? Maddi ve manevi eksikliklerimizi değerlendirirken "ölçümüz" ne olmalıdır? 

ŞENEL İLHAN BEYEFENDİ: Aklı başında her insanın, kendine dönük, nefsinin kritiğini yapınca; binbir eksiğini ve binbir yanlışını görmemesi imkansızdır… Bu eksiklikler, hem maddi alanının, hem de manevi boyutunun eksikleri ve kusurları olabilir. Bu, elbette doğaldır, hatta her insanın yapması gereken önemli, hatta olmazsa olmaz diyeceğimiz kadar mühim bir olaydır… Çünkü, maddi ve manevi eksiklik ve yanlışlıklarını en ince ayrıntılarına kadar didik didik araştırıp, neticede kendini mükemmele taşıma yoluna sürmeyen insan, gerçekte bir zavallıdır…

Aslında, insanoğlunun, kendini sorgulamadan yaşaması imkansızdır. Biz, çok iyi biliyoruz ki; her insan, yaşam felsefesi noktasında neye inanıyorsa, hayatını ona göre ayarlamak istediği için, kendini tanımaya çalışırken de elbette kafasındaki ölçülere göre kendini değerlendirecek ve tabi ona göre de yaşayacaktır…

Mesela; manevi boyutunun kendisi için hiç önemi olmadığına inanan ve öylece de yaşamaya çalışan biri; hiç şüphesiz, manevi ve psikolojik yapısından daha çok fizik bedenine kafasını takacak, eksiklik ya da mükemmellik ona göre, sadece bedende ve kalıpta aranacaktır. Ama, normal insan diyebileceğimiz aklı başında her insan, kendini tanımaya çalışırken; doğal olarak, her şeyi yerli yerine koyacak ve hem fizik beninin, hem ruhsal yapısını tanımaya çalışıp; toplumdaki rolünü daha sağlıklı belirleyebilecektir…

O halde, insan kendini ve değerlerini tanımlarken ve kendinin kim olduğunu, ayarının hem maddi hem manevi anlamda kaç ayar olduğunu anlamaya çalışırken; hangi ölçüyü baz alacak veya kendini değerlendirirken neye göre ve nasıl değerlendirecektir?… Hiç şüphesiz, Müslüman için, hem kendini, toplumları hatta her şeyi değerlendirirken baz alacağı ölçü; elbette ki Kur'an ve Sünnet olacaktır… Ama, kendisini ve olayları değerlendirirken adeta ölçüsüzlüğü; bi takım uyduruk ve doğru bir ölçü olduğu ispatlanması asla mümkün olmayan, garip felsefi hezeyanları veya ahmak kıyaslamalar yoluyla, kendini ve değerlerini tanımaya çalışan insan için, işte problemin en korkuncu başlamış demektir… 
Bu zavallı adam, gerçek anlamda en güzel değerlerini bile çok kötü değerler görebilecek, hatta güzel ahlakını, ahlaksızlık veya zaaf; güzel yüzünü ve fiziğini ise Kevin Costner veya Brooke Shields'e benzemediği için çirkin görüp, kaos içinde, kompleks içinde kendinin en büyük zalimi olarak sürünüp gidecektir…

Ve maalesef; bu tür ölçüsüz diyebileceğimiz insanlar çoğunlukta olmakla beraber ve ne garip ve ne tuhaf ki; Mümin ve Müslüman olduğu halde, maddi ve manevi değerlerini tahlil edebilmekten bile aciz, cinselliğe hatta kendi cinsel kimliğine bile edep ve haya adına düşman olacak kadar zırcahil insanlar da çoğunluktadırlar…

Evet, kendini tanımaktan aciz insanımız, envai çeşit yollarla tatmin olmaya çalışırken; kendinden habersiz insanların doğru dürüst yaşayamayacağının canlı delilleri gibi sürünüp gidiyorlar… Durum böyle olunca; doğal olarak maddi ve manevi cihazlarını doğru dürüst tanıyıp; yaratıldıkları gayeye göre onları kullanma aczi içinde olan bu garip tipler; ister istemez egolarının itmesiyle, sahte ve tamamen fantezi hayatlara kendilerini mahkum ve mecbur etmiş oluyorlar, kaçınılmaz olarak mecburi…

Biz, bu fantezi hayatların fiiliyata dökülme eylemine "rol kişilik" ismini veriyoruz… Yani, kendi gerçek kişiliğini ya hiç tanımadığı veya kötü ya da yanlış tanıdığı veya iyi ve güzel değerlerini sırf ölçüsüzlüğünden ötürü yanlış değerlendirip; kötü ve kamufle edilmesi gereken menfi değerler sandığı zaman; ister istemez fantezi kişiliklerle oratya çıkması, onun rol kişiliği veya fantezilerini fiiliyata dökme deliliği oluyor…

Mesela; kendini hiç tanımadığı veya kendi maddi ve manevi değerlerinin sınırlarını da doğru dürüst tesbit edemediği, nefsinde yani egosunda var olan "en büyük olma" arzusunun itmesiyle tamamen fantezi ve erişilmesi asla mümkün olamayan hayali değerleri, ya kendinde var sanarak rol kişilikle öylece yaşıyor ya da hayali herhangi bir en büyük olma makamına ulaşabilmek için, gece gündüz hayal peşinde koşarak, sürünüp gidiyor…

Fantezilerinin gerçek olmadığını bildiği halde, o fantezileriyle yaşamak zorunda olan bazı kompleksli zevatların içinde bulundukları durumdan kurtulmaları, aslında kolay olmakla birlikte; tek başına ve yardım almadan kurtulmaları ise imkansıza yakın zordur… Ama, Allah dostu bir veliden ya da insan uzmanı gerçek bir alimden yardım almak; kesinlikle akıllıca olacaktır… Ve tek çaredir. Çünkü, bi tarafta insanın nefsinin yapısında var olan ve çok kuvvetli olan bir itmeyle, en büyük olsun da hangi alanda neyin en üstünü, en yücesi, en büyüğü olursa olsun, mükemmel olmayı sonsuz bir istekle talep eden bir ego; diğer tarafta ise kendini hiç tanımayan veya kısmen tanısa bile kendi değerlerini "en üstün, en büyük" kategorisinde göremediği için beğenmeyen zavallı, ölçüleri zanni, bilgileri hayali, bunalımlı ve çaresiz insan var…

Yani, yapısında var olan en büyük olma isteğiyle, amip gibi gördüğü kişiliğinin arasına sıkışmış insanoğlu, müthiş bir komplekse kapılıp, neticede de fantezi büyüklüklere mahkum ve mecbur olduğu gibi, kendi başına kurtulması da imkansız hale geliyor. 


FEYZ: Efendim, insanın en büyük olma isteği neden kusur oluyor veya bu istek bi bakıma insanın terakkisi için itici güç değil midir? 

ŞENEL İLHAN BEYEFENDİ: Biliyorsunuz, Firavun "Ben sizin en büyük rabbinizim" diyerek, kendini tanrı ilan etmişti. Bu, insanoğlunun nefsi emaresinin şayet sahip çıkılmayıp serbest bırakılırsa, nasıl ilahlık taslayacağının inkar edilemeyecek açık ve kesin delilidir…

İslam'da açık ayet ve sahih hadislere göre insanın, nefsi hem en büyük düşmanı, hem de alabildiğine, akla gelebilecek her türlü kötülüğü ve iğrençliği insana devamlı fısıldayan kötülük potansiyeli hayvani bir güçtür. Ve bu güç şeytanın da takviyesiyle, rahatça Firavunlaşıp tanrılığını ilan edecek kadar azgın ve terbiyeye muhtaç yaratılmıştır.
Nefs-i emmare dediğimiz bu kötülük kaynağı güç, insana hiç fark ettirmeden şeytanın da desteğiyle önceleri en en büyük boksör, en maço erkek, en güzel kadın gibi masummuş hatta, aşılması gereken en güzel ideallermiş gibi göstererek, bir "en en" hastalığını insana fısıldar…

Sonra, insanoğlu, kültürüne ve eğitim biçimine göre nefsi emaresinin itmesiyle, farkında olmadan tanrılığa soyunarak, soluğu cehennemde alır da haberi bile olmaz…
Bakınız, bir kere, en büyük herhangi bir şey olmaya çalışmak; peşinen nefs-i emarenin kapsama alanına girmektir. Bu, ister manevi en büyüklük olsun, ister maddi en büyüklük, hiç fark etmez; nefistendir, şeytandandır. Diyelim ki, artık insanlar en büyük olma isteğini kolay kolay Firavun gibi ortaya koyamaz. Ama, zaten adı üstünde en büyük olmak istemek, haşa, Firavunlaşmanın sublimasyondan geçmiş şeklinden başka bir şey değildir.

Bir kere, manevi anlamda en büyük ve tek adam olmak isteyen adamın karşısına yüz yirmi dört bin peygamber çıkacağı için, istese de istemese de aklını ve imanını yok saymadan, asla başaramayacaktır. Yetmişbeş kilo olan bir boksörün, ancak yetmişbeş kiloda, dünyanın en büyük boksörü olabileceğini unutmamak gerekir. Demek ki, insanın kendisine verilen maddi ve manevi cihazatların gücü ve sınırları içinde, kendi boyutu ve kapsama alanı içinde "en büyük, en üstün, en güzel" olmaya çalışması, başka; nefs-i emaresinin ilahlık isteğinin değişik yüzlerle kendisine görünerek en büyük olma sevdalılığı, daha başkadır; ve bu sevdalılığa bağlı hayat ise gerçek bir hayat değil, boşu boşuna telef edilmiş hastalıklı ve nefsin hamallığıyla tüketilen, fantezilerle tüketilen, israf edilmiş bir hayattır…

Düşünün bir kere; bizim değişmesi mümkün olmayan değerlerimiz var ve bu değerlerimizin her birinin de sınırları belli. Şimdi, mutluluğu en uzun boylu adam olmak ya da kendinden beş santim bile olsa daha uzun olmakla ancak mutlu olabilecek bir nefse sahip zavallı insanın, nefsini ezmesinden başka bir çaresi mi vardır?
Dediğimiz gibi, amacımız genel anlamda " en en en " olmamalıdır. "Kendi boyutumuzda ve ahlaki, manevi anlamda terakki noktasında en en olmak " ise; zaten görevimiz ve idealimizdir.

Ama, hiç şüphesiz, değiştirebileceğimiz değerler üzerinde; en büyük olmakla yükümlüyüz. Yani; en güzel ahlaklı, en takva, en alim ve en abid… ‘Nedir bu insanın değişmeyen değerleri?' denirse; açık ve belli olduğu halde anlatalım: Mesela, 1.60 cm. boyundaki bir insanın boyu, onun değişmesi mümkün olmayan değeri olduğu gibi; eli,ayağı, erkek ve kadınlığı yani tüm organlarıyla cinselliği ve burada sayıp dökmenin gereksiz olduğu ve herkesin çok iyi bildiği ve asla değişmesi ve terakkisi mümkün olmayan değerlerdir…
İşte, bu değerlerdeki zaaf ya da eksiklik, hiç bi şekilde kişiyi diğer insanların bu manadaki değerleriyle kıyas neticesi komplekse sokmaması gereken, önemi cüz'i ve kıymeti tamamen izafi değerlerdir.

Ama, bir de, değişebilen değerlerimiz vardır ki, onlar; kalp marazlarımızdan kurtulmamızdan tutun, aklımızın ve ilmimizin çoğalabileceğinden alın, var olan her türlü ruhi kabiliyetlerimizin terakkisi mümkündür ve gereklidir. Aslında, fantezilerini kişilikleri yapan zevatların, iki tür değerlerini de bu yanlış eyleme kattıkları bir hakikat olmasına rağmen, bizim bu sohbetimizdeki esas amacımız; insanların değişemeyen değerlerini "kafalarına takıp", başlarına birçok dert almalarının sebeplerini, sonuçlarını irdelemek ve bu manada okuyucuya yol göstermektir.

İnsan, kendi varlığını ortaya koyarken bazı, "kimlik" dediğimiz özellikleriyle kendini ifade eder. Bu, duruma, ortama, isteğe ve ihtiyaca göre değişir. Mesela, bir kadın düşünün; bu kadın her insan gibi fıtratı gereği ve sosyolojik motiflerimizden olan kendi varlığını ortaya koyma isteği dediğimiz fıtri iç itme neticesinde, toplumda kendini gösterme ve "işte bakın ben buyum" deme isteği ve istidadında yaratıldığı için, bu bir marazi istek olmadığı gibi, tam tersi doğal bir arzunun tatmini olduğu halde, kendi kişiliğini ortaya koyarkenki seçtiği kimlik, onun "ben buyum" demek istediği şeydir. Yani, bir kadın düşünün; fıtratında kendi varlığını ortaya koyma isteği var ve bu istek de tamamen normal bir ihtiyaç olduğu için, mecburen kendini bir şeklide ortaya koyup; ben buyum diyecek, bu kesin. Peki, bu kadının ilmi yoksa, entelektüel anlamda boş ve sığ bir kafa yapısına sahipse veya kendini ortaya koyacak doğru dürüst bir değeri yoksa ne yapacak? Hemen, gözünü aynaya dikip, güzelliğini veya dişiliğini, kimliği ve kişiliği yapıp, fazlaca da bir aklı ve ilmi olmadığı için kendine hiç yakışmadığını bile anlamadan, elini yüzün aşırı bir şekilde makyajla boyalayıp, cilaladıktan sonra sokaklara fırlaması ve kaba yerlerinin ve vücudunun diğer azalarının da yardımıyla "işte bakın bakın ben buyum işte" demek istercesine boy göstermesi zaruri değil mi şimdi?...

İnanın, dünyadaki bütün namus zafiyeti içindeki kadınların, giyimleri kuşamları, hatta makyajları bile, birbirine o kadar çok benzer ki; sanki hepsi, aynı tornadan çıkmış gibidirler. Peki sebebi ne?: Açık. Akıl ve zeka azlığı ve her insanın yapısında olan kendi varlığını ortaya koyma ihtiyacını tatmin eyleminde, ortaya koyabilecekleri başka değerlerinin olmaması; işte sebep bu…

Yani, kendisinde dişiliğinden ve güzelliğinden başka, kimlik değerinde meziyet göremeyince, mecburen can simidi gibi dişiliğine sarılıp, sokaklara yayılıyor. Yoksa hiçbir hayat kadını, "Ben şöyle yüzümü aşırı bir boyayayım, sonra da şu garip elbisemi de giyip, bütün insanlar bana hayretler içinde bakıp bakıp, işte bu kadın zevksiz ve kafasız bir hayat kadını desinler" diye hesap etmiyor… Kesinlikle, tüm bu olup bitenlerin hepsi kendiliğinden veya o kadının içinden öyle geldiği için oluyor…
O halde, insanların kişiliklerini meydana getiren, "kimlikleri" dediğimiz özelliklerini keşfedip, o özelliklerin her birini uygun ve gerekli ortamlarda ortaya koyarak, "işte ben buyum" demek, normal ve güzel olan varlık iddiasıdır…

Dediğimiz gibi, misalleri çoğaltmanın anlamı yok. Kendi varlığını ortaya koyma ihtiyacını tatmin etmek isteyen insanların bir çoğu, kendilerini ortaya koyuş biçimlerine göre akıllarını, imanlarını, ahlaklarını, kısacası kaç ayarda olduklarını göstermiş olurlar… O yüzden, insanların kendine ve topluma rezil, İslami anlamda zelil olmamaları için, kendilerini tanıma ve kişiliklerini oluşturan kimlikler dediğimiz değerlerini çok iyi tanımaları, olmazsa olmaz anlamında şarttır.

Evet, demek ki, insan kendi varlığını ortaya koymak zorunda… Bu, onun hem ihtiyacı, hem fıtratı; ama onun nefsinin en büyük olma isteği de var ve bu da nefsinin fıtratı. Şimdi ne olacak veya nefsin en büyük olma isteğiyle kişinin kendi varlığını ortaya koyma ihtiyacı omuz omuza verirse ne olur? İşte mecburi "en en büyüklük hastalıkları" ortaya çıkar ve şayet insanın ortaya koyacak değeri de yoksa veya değerlerini eksik ya da kıymetsiz görüyorsa; ister istemez fantezi değerlere mecburen sarılıp, kendini "hayali en en'lerde görerek" yaşadığını zannederek; rezil olacaktır…

Bir düşünelim, kötü bir futbol takımının fanatik mi fanatik taraftarı ve ağzından hiç düşmeyen sloganı da "en büyük bim bom başka büyük yok." Üstelik tuttuğu takımı kendiyle de eşleştirmiş; şimdi, bu takım, değil Türkiye şampiyonu, dünya şampiyonu da olsa; hırsı ve en büyük olma arzusu dinmeyecektir. İsterse, Galaksiler arası takım şampiyonu olsun; fark etmez, bu kesindir…

Şimdi, adam, kendi cinsel özelliklerine bakıyor ve bir yığın eksiğini ve zaafını görüyor. Sonra ne oluyor? Hani, nefsde en büyük olma arzusu var ya, ayrıca kendi varlığını ortaya koyma arzusu da var, üstelik bu iki arzu da fıtri ve hep beraber çalışıyorlar… O zaman ne oluyor?: O adam sırf erkek olduğu için, fıtratında var olan saldırganlık dürtüsünün maçoluk gibi yansımasıyla beraber, "en en" hastalığı, sonra kendi varlığını ortaya koyma ihtiyacıyla beraber birleşiyor ve kaçınılmaz problem başlıyor…

Yani, cinselliğini ortaya koyarken saldırganlık dürtüsünden ötürü maçoluğu ve bu anlamda "ne güçlü erkekmiş be!" dedirtme arzusuna, nefs-i emarenin en güçlü, en büyük olma arzusu da katılınca, ortadaki manzara; kendi cinselliğini beğenmeyen herhangi biri için fantezilere sığınmaya ve ancak oralarda "en en" olunabileceği için, mecbur kalınıyor…

Şimdi, bütün bunların ilacı yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi; kendi değişmez değerlerini olduğu gibi kabul edip, hatta mümkünse onları sevip, şükredip, kendi kadar kendini ortaya koyabileceğini kabul etmek değil midir?

İnsan, neden fantezi kişiliklere eğilim içinde olsun veya, nasıl ve hangi sebepten ötürü, fantezi ve hayali olarak, kendini ortaya koyma ihtiyacı hissetsin?; ona gelelim: Biliyorsunuz, insanın savunma mekanizmaları vardır; ve onlardan bi tanesi de, kendini, üstün, iyi ve güzel bulduğu değerlere benzeterek, fantezik bir şekilde, avunmak olabileceği gibi; müspet ve olumlu anlamda da, değişebilen değerlerini, değiştirme mücadelesi noktasında, kendisini üstün bulduğu kişilere veya değerlere benzetmeye gerçek anlamda çalışacak, bunu başarması sözkonusu olabilecektir…

Yani, insanın fıtrati gereği, kendini üstün bulduğu değerlere benzetmeye çalışması normal, hatta güzel ve olumludur… Sırf o yüzden, İslam; Allah Rasulüne uymamızı ve onun ahlakıyla ahlaklanmamızı emretme zeminini, "fıtrat" olarak değerlendirmiş ve bu mantelitede de; emirler ve yasaklar ortaya koymuştur…

Gerçi, bizim konumuz, insanın kendini müsbet anlamda iyi bulduğu ve gerçekten de, iyi ve güzel olduğu ilmi ve İslami anlamda, açık ve kesin olan, üstün kişi ve değerlere, insanların kendilerini benzetmeye çalışmalarının, ne kadar güzel ve ehemmiyetli bir yaşam biçimi olduğunu anlatmak değil; ama, insanların yapılarında kendini, üstün bulduğu değerlere benzetmeye çalışma isteği dediğimiz, fıtratındaki bu güçlü savunma mekanizmasının maalesef, menfi ve olmaması gereken anlamda da fiiliyata dökülebileceği gerçeğinin, kesin bir hakikat olduğudur… Ve insanların fıtratlarındaki, bu identifikasyon dediğimiz savunma mekanizmasının itmelerini, maalesef, hayali ve sahte kişiliklere ve sahte değerlere yönelterek sapıklığa düşmeleri, ancak fantezi kişiliklere ve hayali değerlere yönelmeleriyle mümkün olabilmiştir…

Mesela, insanların kendilerini, üstün buldukları kişilere ve değerlere benzetmeye çalışma istekleri, yine nefslerinde müthiş bir istekle; en büyük olmak isteğiyle bir araya gelirse, ne olur?

Eksik bulduğu, cinsel veya her boyuttaki değerlerini, mükemmel ve kusursuz olduğuna inandığı ve örnek aldığı, bazı olumsuz kişilere benzemeye çalışarak, fantezik bir şekilde kendini onlar gibi görüp hissederek, yaşamaya mecbur ve mahkum edilmiş ve artık kendi değerlerini yok saymış ve kesinlikle başka, üstelik de tamamen… Yani, müsbet anlamda ve değişmeyen değerler dediğimiz değerlerle, asla değil, sadece ve sadece değişebilen değerlerimizi, yine olması gereken insan veya değerlere benzetmeye çalışmak, insanın görevi ve ideali olması gerekirken; çarpık bir eğilime girerek, değişmesi mümkün olmayan değerlerini, kendinden daha üstün bulduğu insanların değerleri gibi var sayarak, hayali bir yaşam ve fantezik bir dünya kuran insanlar, işte bizim fantezi kişilikli dediğimiz insanların, ta kendisidir…

Mesela, bir adam düşününüz, her insan gibi onun da nefsinde en en büyük olma arzusu sonsuz, kendi varlığını ortaya koyma ihtiyacı da zaten fıtri olarak var olduğuna göre ve bu kendi varlığını ortaya koyarken, nefsinin, en en büyük olma isteği de otomatikman devreye girecek ve yine fıtratında olan, kendini üstün bulduğu kişiye ve değere benzetme isteği de, işin içine girince ne olacak?; kendinin boyu kısa, yakışıklı da değil, üstelik kavgadan da hiç anlamaz bir adamsa ve bu adam, bir kahramanlık romanı okuyor veya vurdulu kırdılı bir film seyrediyorsa, filmin veya romanın kahramanıyla kendini eşleştirecek ve ancak o filmi ve romanı; sadece zevkle, bu şekilde takip edebilecektir.

Yoksa, okuduğu romandaki adam, kel kafalı ve tipsiz, üstelik, vurduğu zaman, elli kişi birden de düşmüyorsa, o, kesinlikle, o roman kahramanını veya artisti beğenmeyecek ve o zaman da, kendini benzetmeye çalışma arzusu devreye giremediği için, o roman ve filmi sevimsiz bulup, takip edemeyecektir…

Mesela, kendi tipi bozuk, ama seyrettiği filmdeki kahraman yakışıklı, kendi zayıf ve kısa boylu, ama roman kahramanı ya da artist kuvvetli ve maço!… Şimdi, ne oluyor?: İşte, bu zavallı insan, hem kendi cılız maçoluğunun veya güçsüz kuvvetsiz kaslarının kendine hissettirdiği, eziklik duygusunu; seyrettiği filmdeki kahramanı, kendi yerine koyup, kendiyle eşleştirip, komplekslerini yok sayarak rahatlıyor.

İşte, sırf o yüzden, en yakışıklı, en güçlü ve en üstün özellikleri olmayan artistlerin ne filmlerini seyredebiliyor, ne de romanlarını okuyabiliyor!… Şimdi, bu zavallı adamın, hayatının her alanında, bazı komplekslerini yok sayarak, rahatlama ihtiyacı içine girmesi, zaruri olmuyor mu? Bir misal daha vereyim: Mesela; cinsel anlamda, kendisinde binbir kusur gören bir adam, seyrettiği pornografik bir film kahramanının, cinsel becerilerini ve diğer fiziksel üstünlüklerini, kendine var sayarak, o filmi seyredip, sonra da, pratik hayatta da gördüğü o porno kahramanının yerine kendini koymak zorunda kalıp, cinsel hayatını yaşamaya çalışması; onu, hayallerde olsa bile deyyusluğa itmeyecek mi? Sonra, sırf bazı fiziksel özelliklerini, eksik ve kusurlu bulduğu için, düştüğü aşağılık kompleksi batağından kurtulmak arzusuyla; önce hayali ve fantezi kişilikleri kendi kişiliğiymiş gibi farzederek yaşayacak ve daha sonra da, tıpkı günümüz toplumunda, her yerde gördüğümüz gibi, iş pratiğe dökülüp, her türlü namussuzluk, ortalıkta rahatça cirit atıp duracaktır.
Kendini, illa da "doksan altmış doksan" ölçülere getirmeye zorlayan, kısa boylu ve oldukça da kilolu bir kadıncağızın, kocasıyla cinsel beraberliği esnasında, hayalinde kendini Cindy Crawford gibi görmesi, hiç de masum bir istek gibi gözükmediği, artık belli olmadı mı?

Sanıyorum, gayet açık anlattık. İnsanların, değişmesi mümkün olmayan değerleri noktasında, kendilerini sevmeleri beğenmeleri ve ancak, kendi kadar kendileri olabileceklerini kabul edip, hiç kimseyi ve değerini kendinden ve değerinden üstün görmemeli; veya bazı üstünlükleri görse bile, onları anlatmaya çalıştığımız gibi değerlendirilmesi gerektiğini; sanıyorum, açık açık anlattık ve misallendirdik. Gerisi, nasip ve tercih meselesi veya meseleyi sağlıklı bir şekilde algılayabilme veya anlayamama sorunudur.

O da, elbetteki bizim sorunumuz ve derdimiz olmadığı gibi, anlayamayana ısrarcı olmak da; ne isteğimizdir ne de misyonumuzdur. 


FEYZ: Efendim, günümüz insanının, sizin özgün tabirinizle; "fantezi kişiliğe" mahkumiyeti ve ölçüsüzce "en büyük olma isteğinin" nefs-i emaresiyle olan ilgisini, "değişen ve değişmeyen değerler" kavramlarıyla derinleştirdiniz. Sizin tabirinizle; "fantezi kişiliğe" olan bu eğilim, hangi güzel ölçüyle doğru bir şekilde yönlendirilebilir? Ya da insanları bu denli gayesizliğe iten sebepler nelerdir? İnsan nasıl bu hale düşüyor? Kurtulma çareleri nelerdir? Doğru bakış açımız nasıl şekillenebilir?

ŞENEL İLHAN BEYEFENDİ: Malumunuz, dünya imtihan dünyasıdır ve imtihan gereği insanoğlu, bazı maddi ve manevi değerlerle donatılmıştır. Yaşadığı ortam içinde bulunduğu durum, sırf imtihan gayesiyle dizayn edilmiş, Yüce Yaratıcı tarafından büyük ölçüde cebrin hakim olduğu bir mantalite içerisinde, insanoğlu cüz'i iradesiyle baş başa bırakılmıştır.
İnsanlara, isteği dışında yaşama şansı verilmiş ve ‘nasıl yaşayacağı?, kendisine emanet edilen maddi ve manevi değerlerini ne ayarda kullanabileceği?' konusunda sınava tabi tutulmuştur. İşte, bu gördüğümüz koskoca dünya, sırf bu amaçla yaratılmış ve düzenlenip insanoğluna emanet edilmiştir…

Evet, hiç kimse, kendi isteğiyle doğmamış; kendi istediği için Türk, Arap, Kürt, Laz, İngiliz olmadığı gibi; yine hiç kimse kendi babasını kendi seçmemiş; kendi burnunu, boyunu, güzellik ve çirkinliğini hatta içinde doğduğu ve bulunduğu ortam diyebileceğimiz mahalle ve köyünü de kendi seçmemiş; seçememiştir. O halde, insanın yapacağı ilk iş; bakış açısını, ahireti kazanmak için yaşayan ve gayesi sadece Allah'ın rızasını kazanmak olan insanların, olaylara yaklaşımları gibi düşünmeye çevirmek; ve bu değerlerinin değişebilecek olanlarının terakkisi ve tedavisi için mücadeleye girerken; diğer taraftan ise değişmeyen değerlerine karşı şükür, sabır ve teslimiyet içerisinde, kendi olmanın ve kendi kalmanın yüceliğini yakalamaya çalışmak ilk işi olmalıdır.

Aslında, insanların değerleri iki türlüdür: Değişebilen değerleri ve değişmesi asla mümkün olmayan değerleri vardır. ‘Bunlar, nelerdir?' diye saymaya gerek olmayacak kadar da ortadadırlar ve bizim sorumlu ve yükümlü olduğumuz değerler, kesinlikle değişebilen değerler olduğu için ve dünyaya bu değerlerimizi değiştirip veya geliştirmek için gönderildiğimiz de gayet açık olduğu için; bütün enerjimizi ve gücümüzü değiştirebileceğimiz değerler noktasında geliştirmeye yöneltmeli ve ona göre de yaşamalıyız. Öyleyse, bu, şu demektir: Eğer insan çalışırsa; fakirse, zengin; cahilse, alim; ahlaksız ise güzel ahlaklı; fasıksa, takva sahibi olabileceği gibi; en düşük ayarda günahkar diyebileceğimiz kadar asi bir kişi bile olsa; inanın, şayet çalışırsa; Allah dostu bir veli bile olunabileceği çok iyi bilinmelidir. Ve anlı şanlı İslam; sırf bu gayeyle gelmiş, insanlara hedeflerini gösterip, amaçlarını belirlemiştir.

Evet, sağlıklı ve normal diyebileceğimiz her insanın, değişmeyen değerleri dediğimiz değerlerini, değiştirmeye endeksli mutluluk ve huzur arayışının; gerçek bir ruh hastalığı olduğunu çok iyi bilmelidir.

Zaten, aklıbaşında hiçbir insanın, kendisine emanet edilmiş irade ve enerjisini, boşu boşuna harcayıp; ve ne şekilde olursa olsun değişmeyen değerlerinin eksiklerine ve fazlalarına kafasını takıp; ömrünü lüzumsuz heder etmesinin imkanı yoktur, olamaz…

O halde, insanların günümüz toplumlarında olduğu gibi; boyunu posunu, burnunu kulağını veya cinselliğini beğenmeyip; sonra da aşağılık kompleksinde kıvranmaktan vazgeçip; ‘ben ne kadar ilim sahibiyim, aklımı ve ilmimi nerede kullanıyorum, göz zinasından, kibirden, riyadan, hasetten, kıskançlıktan ve yalandan nasıl kurtulurum?'un hesabını yapmalı; ve şayet, düşecekse zillet seviyesine düşmeden, bu manada aşağılık kompleksine düşmelidir ki; bu ona itici güç olsun. Amma…: Değişmeyen değerler dediğimiz değerlerini, yine diğer insanların değerleriyle kıyaslayıp; aşağılık kompleksine düşmenin; hem en büyük günah, hem de büyük bir ahlaksızlık olduğunu kavramalıdır. Aslında, insanın başına gelen olaylar, iki türlüdür: Ne kadar uğraşırsa uğraşsın değiştirmeye gücünün yetmeyeceği olaylar ve şayet mücadele ederse üstesinden gelebileceği olaylardır. İşte; insanoğlunun, şu imtihan dünyasında, cüz'i iradesini kullanarak dengeli ve Allah rızasını kazanmaya konsantre bir kafa yapısına sahip olarak, iyi bir hayat sürmesi mümkündür.

Takdir-i ilahi gereği; her bir insana, ayrı ayrı özellikler, değişik farklı güzellikler, hatta kusurlar ve çirkinlikler verilmiştir. Bu açıktır; yani, Allah, şu imtihan dünyasında herkesi kendi kişiliği ve kendi özel boyutu içinde mükemmel bir şekilde dizayn etmiş; sonra da konumunu ve imtihan pozisyonunu belirleyip; her insansı kendi konum ve pozisyonuna göre de; sınava tabi tutmuştur.

İşte, bu kulluk sınavını kazanmak isteyen hakiki mümin, ilk önce Allah'ın kendisi için cebri olarak yarattığı imtihan pozisyonlarını severek ve gönül rızasıyla kabullenerek, işe başlamalıdır.

Elbette, insanlar farklı farklı yaratılmıştır. Kimi uzun boylu, kimi kısa, kimi yakışıklı, kimi de çirkin ve sevimsizdir. Tabii ki; ahlaki yapıları, akıl ve zekaları, estetik anlayışından tutun, espri anlayışı ve ince zevklerine kadar bütün ruhsal yapıları da farklı farklı ve değişik olacaktır. Daha açığı; insanlar, parmak uçlarına varıncaya kadar hem fiziksel, hem ruhsal anlamda farklı ve değişik dizayn edilmiş ve imtihana tabi tutulmak üzere dünyaya gönderilmişlerdir.

Öyleyse, her insan, şöyle düşünmelidir: Benim boyum, yüzüm, burnum, elim, ayağım; bana verilmesi en uygun olan el, yüz, boy olduğu için verilmiştir. Öyleyse, "ben, imtihan gereği var olmak zorunda olduğum bu dünyada, kendi pozisyonumda ve sadece bana ait özel boyutumda, dünyanın en iyi fizik bedenine sahip ve en güzel en yakışıklı, en kusursuz insanıyım" diyebilmelidir. İnanın, bu düşünce, tamamen hakikat ve en sağlıklı ve doğru düşüncedir. Hem de, bu sağlıklı düşüncenin geçerliliği; kırkbeş santim boyundaki bir cüce veya ikibuçuk metre boyunda olan dev bir adam; ve yine en yakışıklı, en çirkin, en güzel bir insan için bile aynen geçerli ve en kesin doğru düşüncedir. Peki, ama, bu nasıl oluyor; veya güzellik, çirkinlik, uzun boyluluk, güçlülük, kısa boyluluk gibi değerlerin var olduğu hem açık olsun; hem de bunların varlıkları insanların imtihan edilmelerine sebep olacak kadar da önemli olsun; ve üstelik de en çirkin adam kendini en güzel, en zayıf adam kendini en güçlü görebilsin; bu mümkün müdür? Ayrıca, kesinlikle, insanların, diğer insanlarla kendilerini her alanda kıyaslayıp ve aralarındaki korkunç uçurumları, kolayca idrak etmeleri kaçınılmaz olacağı için; konuyu biraz daha açmakta yarar görüyorum: Bakın, işte, zaten, bütün sorun buradan kaynaklanıyor; yani insanların birbirleriyle kendilerini kıyaslamaları neticesinde zaruri olarak çoğu insanda, aşağılık kompleksi denen korkunç maraz doğabiliyor. Çözümü ise, gayet basit: Bakış açısını değiştirmek…

Evet, çözüm sadece bu. Yani, tabiri caizse, Allah merkezli düşünerek; işi halletmek, daha açığı; her insanın kendi imtihan pozisyonunda, kendi özel boyutu ve konumunda sadece kendini temsil ettiğini ve diğer farklı pozisyonlarda ve tüm özellik ve güzellikleriyle, değişik boyutlarda yaşamaya ve imtihana mecbur olan diğer insanların ise; ancak birbirleriyle imtihan vesilesi noktasında ilişkileri olabileceğini kavrayarak; kendi boyutunun en iyisi olduğunun kabul edilemez tarafı nerdedir!..

Öyleyse, insanın bu koca dünyada en önce kendini temsil ettiğini ve kesinlikle sadece değişmeyen değerleri noktasında da kendi boyutunun en güzeli ve kıymetlisi olduğunu ve şu imtihan dünyasında parmak uçlarına varıncaya kadar ve özel bir şekilde dizayn edildiğini ve ancak kendisi kadar kendisi olabileceğini anlamaktan daha normal ne olabilir?..

O halde, her insan kendini kendi kapsamında ve şahsi boyutunda ve Allah merkezli düşünerek değerlendirmek yerine, yamuk bir bakış açısıyla, sanki vazifesi buymuş gibi diğer insanlarla kıyasa girerek, komplekse düşüp sapıtmak; kesinlikle hem Allah'a asi olmak, hem de mutsuzluğa ve ezikliğe lüzumsuzca mahkum olmaktır.
Düşünün bir kere, kara derili bir zencinin çarpık bir bakış açısıyla, beyazlar karşısında sırf yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi düşünemediği için aşağılık kompleksine düşüp; sonra da hiçbir zaman değiştiremeyeceği karalığını değiştirmeye endeksli mutluluk arayışı sizce patoloji değil midir? Veya dünyada sayıları milyarlara ulaşan bu kara derili insanlar, mutlu olabilmeleri için kendilerini Michael Jackson gibi kırk defa deri değiştirme ameliyatlarından geçirtip ve neticede de ölü beyazı gibi tuhaf bir beyazlık elde ettikten sonra mı rahatlamalılar veya kendilerini kendi boyutlarında ve Allah merkezli düşünerek sağlıklı bir şekilde değerlendirip, kendilerini severek veya en azından kabullenerek mi yaşamalılar?.. Veya burnunu ameliyatla kırdırtıp; "düğme gibi küçücük bir burnum olacak" diye milyonlarca lira harcayarak, üstelik de Allah'a asi olmaktan hiç çekinmeyen, gözü dönmüş bir zavallının, acınacak haline mi düşülmeli! ..

O halde, sağlıklı düşünebilen bir Müslümanın, bizim değişmeyen değerler dediğimiz özellikleri noktasında, diğer insanlarla kendisini kıyaslayarak aşağılık kompleksine düşmesi ve Allah'a asi olması sözkonusu bile olamayacağı gibi; tam tersi, yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi kendini kendi boyutunda en iyi, en üstün, en güzel bulup; onur duyar, sever ve şükreder.

Çünkü, sağlıklı insan, insanın değiştirmeye gücünün yetmeyeceği değerlerini değiştirmeye endeksli mutluluk arayışının, kesinlikle, insanı her türlü psikolojik rahatsızlığa itebileceğinin farkındadır…