Korkunç bir cinayettir cahillik. İnsanı insan olmaktan, insanca yaşamaktan, insan gibi ölmekten alıkoyan hastalıktır cahillik. Sözlük manası "örten, gizleyen" demek.Varolma ve yaşama sebebimiz olan iman noktasından baktığımızda -Allah korusun- imansızlığın sebebi oluyor cahillik. Bu işin en şedid temsilcisi malum Ebu Cehil. Peygamberimize neseben çok yakın, amcası, ancak bu yakınlığın hiç bir semeresi yok. Zira onun şahsında kemal bulan ve sonradan geleceklerde de hak ve hakikati inkar sebebi olacak nefse teslim olma, böylece delillere sırt çevirme, hastalıkların en büyüğü.. Bazen nefsin heva ve hevesinden kaynaklanan şiddetli arzulara teslim olmanın sonucu hiçbir delile ihtiyaç duymadan inkar etmek söz konusu olabildiği gibi bazen de konuyla ilgili yetersiz bilgi, anlama, kavrama, yorumlama ve hazmedebilme kabiliyetindeki yetersizlik insanları inkara götürebiliyor.
İslam'ın iman ve ibadet ilkelerini en üst seviyede hem zahir hem de batın olarak anlama, kavrama ve yaşama noktasında şüphesiz en güzel numune Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimizin önderliğinde Sahabe-i Güzin (R.anhüm) hazeratı idi. Bu işin talibi olanlar içinde bu yol hep açık kalmış, bu yaşantıya ait en sıhhatli dış disiplinize şartlarını vaaz edenler ehl-i sünnet vel cemaat âlimleri olmuş ve yine onların yaşantılarında bu ilahi nizamın batıni hakikatleri ahlak güzelliği şeklinde en güzel örneğini bulmuştur. Maalesef Kur'an ve Sünnetten gereği gibi nasiplenemeyen bazı fikir fakirleri İslam savunuculuğu adına tasavvuf ve tarikat büyüklerini, biraz daha ileriye giderek ehl-i sünnet âlimlerini inkar ve temel akideleri reddetmişlerdir. Elhamdülillah şimdiye kadar Rabbim pek çok âlimin kalemiyle bu inkarcı dilleri susturmayı, hadlerini bildirmeyi nasip etmiş ve hala da ettirmekte.
Böylesine önemli bir zamanda iman kurtarma ve tüm insanlara İslam'ın müjdeci, birleştirici ve topyekün felaha erdirici mesajını bildirmekte vesile olan, zatında kâmil, beşeriyette mükemmil Allah dostlarının tellallığını yapmak, onların aynasında insanların bizlere hastalıklarını görerek tedavi için gayrete gelmelerine vesile olmak şerefini bizlere nasib eden Rabbime sonsuz şükürler ediyoruz.
Zahir ve batının imamı, içinde bulunduğumuz hicri ikinci binin yenileyicisi olduğu tüm ehl-i sünnet âlimlerince kabul edilen, fütuhatı, cihadı bu yolun düşmanlarınca bile inkar edilemeyen İmam-ı Rabbine (KS) Hz.leri Seyyid Hüseyin Mankpuri'ye yazdığı, Tarikat-ı Nakşibendiyye'nin üstünlüğünü, ince bilgileri ve yüksek marifetlerini anlatan mektubunun girişinde "Evet, bu ince bilgilerin ve yüksek ma'rifetlerin işitmekle anlaşılmayacağını biliyorum. Fakat bu ma'rifetleri iki düşünce ile açıklıyorum: Biri, yazılan kimse bu işlerden uzak ise de, yaradılışta istidadı (kabiliyeti) vardır. İkincisi, mektup görünüşte belli bir kişiye yazılmış ise de gerçekte bu işe yakın olan herkese yazılmış demektir. "Kılıç, kullanan içindir" sözü meşhurdur" buyurduğu gibi, inşallah bizim de amacımız bu...
"Şeker dudaklarınla, o kudsi lisanınla nur eşiğinin köpekçiği bile olamayan laşeye" "hoş geldin" de cümlesinde Rumeysa kardeşimiz nefsini bir laşeye benzetmiştir ve bu konuda ifrat yoktur. Zira Cenab-ı Rabbül alemin Tin suresi 4. ve 5. ayetlerde "Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik" buyurmaktadır. Müfessirler" aşağıların aşağısına çevirmeyi" insana nefsin verilmesi olarak açıklamışlarıdır. Dolayısıyla nefsimiz yani nefs-i emmare her türlü yermeye, her türlü hakarete layıktır. Tabii bu onunla ciddi olarak ilgilenip, Allah yolunda ona ait engelleri yok etmeye azmetmiş, samimi mücahitlerin işidir ve mutlaka bu işlerin ehli olan terbiye edicilerin manevi himmet ve tasarrufları sayesinde gerçekleşme imkânı bulur.
Nitekim Reşahat'ta bildirildiği üzere; Şah-ı Nakşibend Hazretleri müritleriyle giderken, yolda kendisinin büyüklüğüne dair laflar oluyor. Büyük veli, bir köpeğin ayağını bastığı kirli su birikintisine yanağını sürerek "Ben bu sudan da adiyim! ..." diyor. Burada kastedilenin nefs olduğu ortadadır.
"Sen benim değil, ben senin mülkünüm.."sözü aslında tasavvuf konusuna biraz aşina olan kimselerin kolayca anlayabileceği bir husustur. Malum olduğu üzere, "Mülk", üzerinde sahibinin tasarruf hakkına sahip olduğu şeydir. Bir mürid, intisap etiği mürşidin manevi tasarrufu altında onun talim ve terbiyesi ile Allah'a kulluğun hakikatlerini öğrenir. Nitekim bu tasarrufun hem yaşayan hem de ölü veli kullar için mümkün olduğunu Hamevi (Rh.A.) Hz., Nefahatü'l Kurb kitabında "Allah'ın veli kulları, bedenlerinde, ilahi nefha olarak bulunan ruhlarını hakim kıldıklarından muhtelif şekil ve suretlerde gözükebilirler. Onların hayatlarında ve ölümlerinden sonra keramet göstermesi ve tasarrufta bulunması mümkündür" buyurarak izah etmektedir.
Özellikle mürşidi taltif ve tavsifi konusunda ifrat olarak gösterilen cümleleri ayrı ayrı irdelemek yerine İmam-ı Rabbani (KS) Hz.'nin, oğlu Şeyh Muhammed Sadık'a yazdığı mektubunun son bölümünü nakletmek yerinde olacak kanaatindeyim.
İmam-ı Rabbani Hz., bu mektubunda; "Ey oğlum! Kutb-i İrşadın feyz vermesi ve ondan feyz almakla ilgili marifetler, (Mebde ve Me'ad) risalesinde (ifade ve istifade) babında yazılmıştı. Sırası gelmiş iken faideli olan bu marifeti de buraya yazıyorum. Orada yazılı olan ile karşılaştırınız.
"Kutb-i İrşad kemalat-ı ferdiyyeye de maliktir. Çok az bulunur. Asırlardan çok uzun zaman sonra böyle bir cevher dünyaya gelir. Kararmış olan alem, onun gelmesiyle aydınlanır. Onun irşadının ve hidayetinin nurları bütün dünyaya yayılır. Yer küresinin ortasından ta arşa kadar herkese rüşd, hidayet, iman ve marifet onun yolu ile gelir herkes ondan feyz alır. Arada o olmadan, kimse bu nimete kavuşamaz. Onun hidayetinin nurları, bir okyanus gibi bütün dünyayı sarmıştır. O derya, sanki buz tutmuştur, hiç dalgalanmaz. O büyük zatı tanıyan ve seven bir kimse onu düşünürse, yahut o bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlasına göre, o deryadan kalbi feyz alır. Bunun gibi bir kimse, Allah-u Teala'yı zikir ederse ve bu zatı hiç düşünmezse, mesela onu tanımazsa, yine ondan feyz alır.
Fakat birinci feyz daha fazla olur. Bir kimse, o büyük zatı inkar eder, beğenmezse, yahut o büyük zat bu kimseye incinmiş ise, Allahu Teala'yı zikretse bile, rüşd ve hidayete kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması feyz yolunu kapatır. O zat bunun istifadesini istememiş olmasa bile, onun zararını istemese bile, hidayete kavuşamaz. Rüşd ve hidayet var görünür ise de yoktur. Faidesi çok azdır. O zata inanan ve sevenler, onu düşünmeseler de ve Allahu Teala'yı zikretmeseler de, yalnız sevdikleri için rüşd ve hidayet nuruna kavuşurlar" buyurmaktadır. Tasavvufta müridin mürşidi kamilden istifadesi için en önemli konu teslimiyettir. Saadat-ı Kiram Hazeratı bunu "Ölünün yıkayıcısına teslim olduğu gibi" şeklinde tarif etmişlerdir.
İmamı Rabbani (K.S) Hz. konuyla ilgili olarak Şeyh Abdulhamid-i Bilgali'ye yazdığı mektubunda: "Allahu Teala'nın lütfu ve ihsanı ile böyle olgun ve oldurabilen bir pir ele geçerse, onun şerefli vücudunun kıymetini bilmelidir. Kendini ona tam teslim etmelidir. Kendi saadetini onun rızasına kavuşmakta aramalıdır. Onun rızası olmadığı şeyleri kendi için felaket bilmelidir. Kısaca, bütün istekleri onun rızasına kavuşmak olmalıdır" buyurmaktadır.
İçinde bulunduğumuz hicri ikinci binin yenileyicisi İmam-ı Rabbani (KS) Hz.'nin yukarda yer alan mektuplarına bakarak ve müridin diğer kâmil zatları inkâr etmemek kaydıyla mürşidini zamanının en büyük hidayet vesilesi olarak görmesinde bir beis olmadığını da aklımızda bulundurarak Rumeysa kardeşimizin mürşidine taltif ve tavsiflerinin değerlendirilmesi bizi bu konuda daha doğru, tutarlı ve özellikle insaflı kararlar vermeye sebep olacaktır. Okuduğumuz, duyduğumuz veya bizzat işittiğimiz bir cümlesinden dolayı hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığımız kişilerin, kendimize ait zanlarımızla ve bu konuda yeterli gördüğümüz şer'i bilgi kırıntılarımızla insafsızca küfürle itham etmenin çok büyük bir cürüm, çok şen'i bir fiil olduğu ortadadır. Çift taraflı bir kılıç mesabesindeki böyle bir konuda ancak "cahil cesaretli olur" mantığıyla hareket edenler için hareket serbestisi vardır. Rabbim bizi onlardan muhafaza eylesin.
Özellikle "Zannın çoğundan sakınınız" hususundaki ilahi emri göz ardı etmemeliyiz. İmam-ı Gazali (Rh.A) Hz. İhya'da Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimizin üç şey vardır ki hiç kimse onlardan kurtulamaz: Zan, uğursuz sayma ve hased. Ben size bunlardan kurtulmanın yolunu söyleyeceğim. Birisi hakkında bir zannın bulunduğu zaman onu gerçek sanıp hüküm verme! Uğursuz saymaktan vazgeç! Hased ettiğin zaman gereğini isteme!" hadis-i şerifini nakletmektedir."
Yazımıza yine İmam-ı Rabbani (KS) Hz.'nin Mevlana Bedreddin'e yazdığı mektubuyla son verelim: "Şunu da ilave edelim ki, sofiyye-i aliyyenin şeriate uymayan bazı sözleri halin kapladığı zamanda, keşf yolu ile anladıkları bilgilerdir ki o zaman akıl ve şuurları örtülü olduğundan özürlü sayılırlar ve keşifleri yanlış olmuştur. Başkalarının böyle keşiflere ve sözlere uyması caiz değildir. Böyle sözlere şeriate uyacak şekilde mana vermek, kelimelerden anlaşılan manayı bırakıp meşhur olmayan manalarını vererek, şeriata uydurmak lazımdır. Çünkü aşıkların, muhabbet sarhoşlarının sözleri çeşitli manalara gelir. Bu manalar arasında doğru ve onların büyüklüğüne yakışan manayı bulup öyle kabul etmek lazımdır."
Biz biliyoruz ki şeriat zahire hükmeder, biz biliyoruz ki şeriatten ve sünnetten kıl payı sapan yol, yol değildir, tuzaktır. Biz biliyoruz ki ehl-i sünnet ve'l cemaat yolundan ayrılan küfrün karanlıklarında kendine yer arar.