Vesvese Yok Edilemez Ama Kontrol Edilebilir / Şenel İlhan Beyefendi’nin Sohbetinden

İnsanoğlu bildiğimiz canlı varlıklar içinde bilişsel, fiziksel ve duygusal yetenekleri nedeniyle tekâmüle en açık ve en yatkın tek varlıktır. Tekâmüle açık bu özelliklerinden dolayı da hem iç dünyasından hem dış dünyadan gelen uyarıcılar ve etkiler, insanı bir hayat boyu hiç rahat bırakmaz. Hâlbuki hayvanlar ve bitkiler, doğal koşulların zorlamasıyla birtakım tekâmül süreçleri yaşamazlar; milyon seneler öncesi ne ise bugün de aynı yaşam düzeylerini bozmadan devam ettirirler. Zira onlar iradeleriyle değişimi tercih edecek ve bunun için mücadele edecek yeteneklerden mahrumdurlar. Ama insanlar öyle değildir. İnsanı tekâmüle zorlayan sadece çevresindeki doğal koşullar değil, yukarıda da zikrettiğimiz yaratılışındaki iç dinamikleridir. Hayaller kurmak, hayallerini gerçekleştirmek için azimle çalışmak, bu hayallerinin gerçekleştiğini görmek, bununla gurur duymak, başarılarla sevinip mutlu olmak, başarısızlıklardan hüzün ve mutsuzluk yaşamak, sadece insana ait olan ve onu değişime zorlayan özelliklerdir. İşte bu muhteşem varlığın tekâmülü; hayal etme, merak etme, soru sorma, araştırma, öğrenme vs. gibi yetenekleri ile direkt alakalıdır. Gelişmenin önemli bir ayağı olan öğrenme eylemini tahrik ve teşvik eden unsurlardan birisi “vesvese” veya “şüphe” adını verdiğimiz düşüncelerdir. Bu düşünceler normal seyrinde olursa zihnî ve fikrî anlamda insanı geliştirir ama dizginlenemezse kişileri boğacak kadar azgınlaşabilir. Dolayısıyla bizler vesveseyi tamamen susturur veya yok edersek aslında içimizdeki çok önemli bir dinamiği etkisiz hale getirmiş oluruz ki zaten bunu yapabilmek de insan doğası gereği mümkün değildir. Her faydalı şeyin bir noktadan sonra zararlı olduğu veya olabildiğine dair yaşamımızdan örnekler çoktur. Vesvese için de bu kural geçerlidir. Dolayısıyla vesvesenin susturulması değil, kontrol edilebilir olması içimizdeki öğrenme enerjisini ve zihnimizi diri tutacaktır. Aslında insanlar, yaşamlarında karşılaştıkları tüm güçlüklerle baş edebilecek şekilde yaratılmışlardır. Rabbimiz’in “Kimseye taşıyamayacağı yükü yüklemeyiz.” (Bakara, 2/286) demesi bundandır. İnsanları bunaltan bu kabilden sorunlar, daha çok olayın kendisinden değil, o meseleyi anlamaya çalışırken yapılan düşünme hatalarından kaynaklanır. Bu tespit, vesveselere yaklaşımımız için de geçerli olup vesveselerin tahribatından korunmak için önce doğru düşünmeyi öğrenmemiz gerekir.

Vesvese Nedir?

“Vesvese” denen düşüncelerin, insanlara verdiği ruhsal rahatsızlıklar her zaman ve devirde insanlığın çok önemli sorunları arasında yer almıştır; bugün de ciddi bir sorun olmaya devam etmektedir. Bu önemli sorunun çözümü için önce vesvesenin gerçek bir tanım ve tahlilinden işe başlamak gerekir. Vesvesenin türleri çoktur. Biz bu makalede dinî olanından yani imana, itikada ve ibadetlere yönelik olanından bahsedip vesveseyi anlamaya ve tanımaya çalışacağız. Öncelikle, “vesvese” tanım olarak, içimizden gelen gizli fısıltılara ve seslere denir. Bir bakıma insanın içinden harfsiz, sessiz kendiyle konuşmasıdır.

İnsanlar tarafından daha çok anlaşılan manasına göre de vesvese, nefsin veya şeytanın kalbe attığı inkârı ve kötülüğü çağrıştıran hatıra ve düşüncelerdir. Kur’ân’da da bu manaya işaret eden ayetleri çok görürüz. “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16) “Şeytan Adem’e vesvese verdi.” (A’raf, 7/20; Tâha, 20/120) gibi… Tabi ki kalbe gelen düşünceler ve olumsuz hatıralar sadece şeytan ve nefsin eseri değildir. Bu konuda toptancı yaklaşım, sağlıklı tahliller yapmamıza engel olur. İşte bu doğru yaklaşımı başarabilirsek vesveselerin zararlı olanlarından kolay sakınır, faydalı olanını ise bir sorun gibi algılamaktan kolay kurtuluruz.

Vesveselerin Geliş Nedenleri

Akla veya kalbe gelen olumlu veya olumsuz düşüncelerin, vesveselerin geliş nedenleri çoktur. Birincisi, Kur’ân’ın da açık uyarısıyla şeytandır. “Eğer şeytandan bir kışkırtma seni dürterse hemen Allah’a sığın. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (A’râf, 7/200)

Kalbe gelen hatıra ve düşüncelerin bir sebebi de meleklerdir. Şu hadis-i şerif de buna işaret eder: “İnsan kalbine iki yönden baskı ve telkin gelir. Birisi melektendir ki hayrı söyler, hakkı tasdik eder. Kalbinde bunu bulan kimse bilsin ki bu Allah’tandır. Ve Allahu Teâlâ’ya hamd etsin. Diğer telkin ise şeytandan gelir; şerri teşvik eder, hakkı yalanlar ve insanı hayırdan men eder. Kalbinde bunu bulan kimse, derhal şeytanın şerrinden Allah’a (c.c.) sığınsın.” (İbni Mesud)

Vesveselerin diğer sebebi insanın nefsidir. “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16)

Kalbe gelen düşüncelerin bir sebebi de insan aklının veya zihninin çalışma prensibidir, bu konu çok önemlidir. Şöyle ki; önümüze gelmiş yeni bir olay veya durumun nasılını, nedenini bilmeyi ve öğrenmeyi istemek ve bunun için şüpheci yaklaşmak, her türlü sorular sormak, olumlu olumsuz her cihetiyle meseleye vakıf olmaya çalışmak gayet normal bir durumdur. Tabiri caizse her insan doğru olanı, böyle beyin jimnastiği yaparak bulmaya çalışır. Nitekim yaratılışımızla bize verilmiş olan anlama, bilme, öğrenme sistemimizin çalışma şekli böyledir. Ama maalesef ki bu çok normal olan aklın sorgulamaları, birçok insan tarafından yanlış değerlendirilerek üzücü ve yıpratıcı şüphe ve vesveseler şeklinde algılanmaktadır. Bu önemli konuyu aşağıda inşallah açacağız.

Bizi rahatsız eden düşüncelerin bir kısmı da tedai veya çağırışım kanunu olarak ifade edilen birbiriyle ilgili veya zıt düşüncelerin birbirini çağrışımından dolayı gelebilir. Hayal ve vehmimiz de bu tür düşünceleri üretir, zira onların görevi budur; fikir ve düşünce dünyamıza katkıları böyle olur. Olumsuz düşüncelerin bir kısmı da psikolojide otomatik düşünceler olarak isimlendirilen düşünme hatalarımızdan veya bilişsel çarpıtmalarımızdan kaynaklanabilir. İşte bunların hepsine aynı düz mantıkla, yani amaçlanmış şüphe veya küfür mantığıyla yaklaşırsak bu durumda akıl ve kalpte, kaos ve bunalım kaçınılmaz olur.

Şimdi bunları ayrı ayrı değerlendirelim inşallah.

Şeytandan Gelen Vesveseler

“Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları kuruntulara sokacağım …” (Nisa, 4/119) Bu ve benzeri ayetlerin tanımlamasıyla, şeytandan gelen vesveselerin belirgin özelliği, insanın kalbine, ona hissettirmeden şüphe, kuruntu, inkâr gibi kötü düşünceleri peş peşe sokmasıdır. “Vesvese” kelimesi de yapılan fiilin tekrarını ifade eder. İnsan, bir kere kışkırtmakla kandırılamaz, onu doğru yoldan çıkarmak için tekrar tekrar kışkırtmak gerekir. İşte bu çalışmaya “vesvese”, vesveseyi verene de “vesvâs” denir. Nâs suresi, şeytandan gelen vesveseyi güzel açıklar. Bu surede “min şerri-l vesvâsil hannâs” buyrularak, vesvese veren hannâs’ın şerrinden Allah’a sığınmamız emredilir. Vesvâs, vesvese verendir; hannâs ise açığa çıktıktan sonra saklanan ve sonra tekrar ortaya çıkandır. “Vesvâsi’l hannâs”: Vesveseyi veren ve geri çekilen, bunu maksadına ulaşana kadar tekrarlayan, anlamına gelir. Bu sıfat şeytanı çağrıştırır, o sebeple bu fiil şeytanın ismi olmuştur. Eğer vesvesenin sebepleri ve kurtulma yolları bilinmezse şeytanın değersiz kuruntuları insan üzerinde etkili olur ve kalpte kötülüğe istek meydana getirip son kertede onu şerli bir duyguya inandırıp kötü birçok ameli işletebilir.

Nefsin Vesveseleri

İnsan nefsi yaratılış itibariyle devamlı şehvet ve gazap duygularının etkisi altındadır. Bu duygular asıl itibariyle kötü olmayıp aksine insanı insan yapan duygulardır. Çünkü bu duygular sayesinde yer içeriz, bu duygular sayesinde evleniriz, hayattan zevk almamız bu duygulara bağlıdır. Cennette de bu duygular bize eşlik edecek ve cennetin zevki bu duygular sayesine alınacak. Ne var ki bu duygular kontrol isteyen, sınırları olması gereken duygulardır. Yani vahşi bir at gibidirler; ehil ve evcil hale getirilmezlerse binicisini üstünden atıp öldürebilirler. İşte nefsin bu vahşi haline Kur’ân’da “nefs-i emmare” ismi verilmiştir. Ki peygamber veya evliya olmayan insanların nefs mertebesi budur. Eğer terbiye ve tezkiye ile mutmain olmamışsa yapısı itibariyle kâfirdir; dünya sevgisi doludur, bencildir, egoisttir. Dünyadaki peşin zevklerini yasakladığı veya ertelediği için, ahiret düşüncesinden hiç hoşnut değildir. İşte bu haliyle de şeytanın her türlü telkin ve desiselerine karşı gayet açık ve alıcı durumundadır. Şeytan da bunu çok iyi kullanarak vesvese, evham ve kuruntularını bu kanaldan etkili bir şekilde insanlara ulaştırır. Bu sebepten, nefsten gelen olumsuz vesveseler de şeytandan gelenler hükmündedir, itibar edilmez.

Aklın Çalışma Prensibinden Kaynaklanan Vesveseler

Yukarıda da biraz bahsettiğimiz gibi insan zihni veya aklı, doğrulara; araştırma, sorgulama, kıyaslama, cedel, şüphe vs. yöntemleriyle ulaşır. Aklın veya zihnin şüpheleri, doğru bilgiye ulaşmak gibi olumlu bir amaca hizmet edince bu çabaları bir sorun ve hastalık alameti olarak değerlendirmek elbette ki çok yanlış olur. Araştırmak, doğru olanı bulmak ve akılda ve kalpte bir tatmin duygusuyla bir dine inanarak o dini yaşamak ve yaşamayı istemek her insanın en tabi hakkıdır. Zira akıllı her insan, hayatını, kuşkulu din ve ideolojilere tâbi olarak değil, aklen ve kalben belli ölçüde bir tatmin duygusu yaşadığı fikirlere, ideolojilere veya dinlere tâbi olarak yaşamak ister, bundan da daha doğal bir durum olamaz. Nitekim ibretlik hikâyelerini dinleyip çok etkilendiğimiz, Hristiyan veya gayri müslim birçok insanın, bu tür şüpheler, sorgulamalar ve araştırmalardan sonra İslam’a ulaşmaları böyle aklî ve zihni çabaların ürünü ve emeği değil midir? Aslında Rabbimiz’in de bizden bu tür çabalar istediğine ilişkin ayetler çoktur. “Bu Kur’ân, ayetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.” (Sâd, 38/29) Bu nedenlerle insanların, inançlarını tahkik ederek taklitten kurtarma çabaları övülmüş ve istenmiştir. Taklitten kurtulmak için; Allah’ın (c.c.) varlığı, tekliği, isim ve sıfatları, Kur’ân’ın Allah (c.c.) kelamı olup olmadığı, yaratılış gerçeği gibi her dinî konu üzerinde, gerekirse olumsuz taraflarından da olayı değerlendirerek düşünülmesi insanlarda şüpheye benzeyen bir his oluşturup onu rahatsız etse de bu durum şer’an normal karşılanan ve günahı olmayan bir durumdur. Bir Müslüman’ın bu tür duygulara girerek düşünmesinin kelam âlimlerince hükmü, şüphe değil vesvesedir. Vesvese ise imanın zayıflığını değil, aksine imanın gücünü ve olgunluğunu gösterir.

Çağrışım Kanunu

Yer, zaman, neden, etki ve sonuç bakımından aralarında birlik, benzerlik ya da karşıtlık gibi ilişkiler bulunan düşüncelerin kendiliğinden birbirini hatırlatması, çağrıştırmasına tedai veya çağrışım kanunu denir. İnsan hafızasının çalışma şeklinden kaynaklanan bu yapı nedeniyle aralarında birlik, benzerlik ya da karşıtlık gibi ilişkiler bulunan nesne veya kavramlardan biri anılınca hemen diğeri insan iradesi olmadan akla hücum etmektedir. Limonu gören birinin hemen ağzının sulanması bir çağrışım olayıdır. Zıt şeylerin birbirini çağrıştırması da böyledir. Mesela birisine “gece” deseniz karşıdaki kişinin aklına ilk gelen kelime “gündüz” olur, “beyaz” deseniz hemen “siyah” diyesi gelir. İyi kötüyü, var yoku çağrıştırır. Aynı şekilde dinsel kavramlar da küfrü çağrıştırabilir. Bu münasebetle gelen hatırlamaya çağrışım denilir. Çağrışım ise, çok kere irademiz dışında olur ve mesuliyeti yoktur. İnsan bu gerçeğin farkında olmazsa; ne zaman “iman” dese hemen aklına gelen soru işaretlerinden rahatsız olup imanında bir problem olduğunu düşünebilir. Bu ve buna benzer hallere müptela olanların yapacağı iş, bunun normal olduğunu bilmek ve onun üzerinde durmamaktır. Çünkü ehemmiyet verdikçe böyle vesveseler kuvvetlenir ve bir hastalık haline dönüşür. Bunlar üzerinde endişeye mahal olmayan düşüncelerdir. Şunu iyice aklımıza yerleştirelim ki kalpte tasdik görmeyen düşüncelerin yeri hayaldir, vehimdir. Hayalin ise ne şer’î ve ne de mantıkî anlamda hiçbir değeri de günahı da sorumluluğu da yoktur.

Otomatik Düşünceler

Bilinçsizce yapılan düşünce hatalarına otomatik düşünceler denir. Çevremizde gelişen olaylarla bağlantılı olarak ortaya çıkarlar ve bir anlamda kendimizle ilgili ön yargılarımızı gösterirler. Bazı terapistlerin verdiği gözlük örneğiyle bu konuyu anlatırsak eminim daha anlaşılır olacaktır. Mesela, kırmızı gözlük takan bir insan her baktığı şeyi kırmızı görür ve onların kırmızı olduğuna inanır. Yeşil gözlük takan yeşil, mavi gözlük takan mavi, renksiz gözlük takan ise her şeyi doğal renginde görür. Bu renkli gözlükler, olaylara bakarken nasıl baktığımıza ve nasıl algıladığımıza ait benzetmelerdir. Kendi iç dünyasında “ben sevilmeyen birisiyim” diye inanan ve olaylara bu gözlükle bakan bir insan, her olaydan otomatikman sevilmediğine ilişkin kanıtlar çıkarır. Çocukluğundan itibaren yakınlarından darbe almış insanlar, güven duygularını yitirebilir, bir genelleme yaparak daha sonra bu halini bütün insanlara karşı bir güvensizliğe dönüştürebilirler. Kişilik olarak her şeye negatif yaklaşanlar da negatif gözlükle gezerler ve her olayı otomatik olarak negatif tarafından okurlar. Kendi aklına, bilgisine, becerisine karşı güven duygusunu yitiren birisi de kendisiyle ilgili her şeyinden hatta imanından bile kuşkuya düşebilir. Sosyal ilişkilerimizi, dinî hayatımızı hatta cinselliğimizi bile menfi yönde etkileyen bu “olumsuz otomatik düşünceler” toplumun kahir ekseriyetinde var olan ve boyutları ciddi olan bir hastalıktır. Bu hastalıkların ilacı İslamî bilgiler, fıkıh, hadis falan değil, ehil psikologlarla yapılacak bilişsel terapidir. Benim sohbetlerim terapi derken bunu kastederim ve tabiri caizse hiç hissettirmeden bunu hep yaparım. İşte “Arapçada, hadiste, fıkıhta üzerime yoktur diye asrın müceddidi edasında gezinen hoca efendilerin büyük çoğunluğunda ben bu düşünce hatalarını görüyorum. Şimdi hocalarımız önce kendilerini bu çarpıtmalardan kurtarmalılar ki başkalarına rehber kılavuz olsunlar. Buradan çıkarılması gereken ders; çağımızın âlimlerinin, hoca veya mürşitlerinin amaçları, Allah rızası için insanlara yardımsa sadece dinî bilgiler bilmekle onlara yardım edemeyeceklerini görmeleridir. Gerçek bir fayda için kendilerini, asrımızın tüm sorunları karşısında bilgili ve bilinçli hale getirmeleri gerekir. Yoksa da hadlerini bilmeli ve Allah’tan korkarak bana gelmeyen, bana biat etmeyen yandı havasında olmamalıdırlar. Konumuza dönersek işte gözlük camını renksiz takmamız, her şeyi doğal renginde görebilmemiz, yani olumsuz otomatik düşünce hatalarından kurtulmamız demektir. Psikolojide bu düşünce hataları: Seçici Algılama, Akıl Okuma, Abartma, Küçümseme, Aşırı Genelleme, Kişiselleştirme, Hep ya da Hiç Tarzı Düşünme, Kontrol Yanılsaması, Etiketleme, Olması Gerekenler (-meli, -malı ) gibi başlıkları altında kategorize edilir. İşte bu otomatik düşünceler hayatımızın her alanında bizi kendimiz hakkında olumsuz yönlendirebileceği gibi itikadî ve ahlakî konularda da yanlış inanış ve davranışlara sevk edebilirler.

Vesvese ile Şüphe Farkı

İnsanlarımızın büyük çoğunluğu, imana dair olan vesveseleri şüpheyle karıştırır, bu vesveselere şüphe muamelesi yaparlar. Bir kere şunu çok iyi bilmek lazım ki imanlı bir insana gelen şüpheler, vesvese hükmündedir. Ve bu tür şüphe veya vesveselerin dinen hiçbir günahı, vebali ve mahzuru yoktur. Sebebine gelince vesveseler, sadece akla veya hayale gelen fakat kalp tarafından tasdik edilmeyen, kabul görmeyen düşüncelerdir. Kalpte kabul görmeyen şeyler ise ancak vehim ve hayal hükmünde şeylerden sayılır. Vehim veya hayallerin ise gerek dinen gerek epistemolojik olarak ve de mantık ilmi kurallarınca hiçbir hükmü ve geçerliliği yoktur.

Şüphe Nedir, Amaçlanmış Şüphe Nedir?

Şüphe; bir şeyin doğruluğundan kuşkulanıp iki düşünce ortasında arada kalmaktır. Konu iman mevzuu olunca da iman ile inkâr arasında tam ortada kalmak şüphedir. Şüpheyi de iki kategoride değerlendirmek gerekir. Birincisi metodik şüphe, ikincisi amaçlanmış şüphe. Amaçlanmış şüphe; şüphelenmek işine gelen, bu halinden razı olup rahatsızlık duymayan kişinin şüphesidir. Amaçlanmış şüphede kalan kişi küfürdedir. Küfre razı değilse hemen tevbe edip çıkması gerekir. Metodik şüphe ise araştırmak, doğruyu bulmak isteyen kişinin yaşadığı şüphe hali ki buna müspet şüphe demek icap eder. Bu kuşku içindeki kişiler doğruya ulaşana kadar devamlı araştırma, sorgulama halindedirler. Bu nedenle de ciddi bir bunalım ve sıkıntı hali de yaşayabilir ve sık sık imanlarından endişe edebilirler. Genel olarak bu hal, dogmatik olmayı başaramayan kişilerdeki fikrî bir olgunlaşma sürecidir. Doğum gibi sancılı ve acıdır ama korkmasınlar, meyvesi güzeldir. Bu süreçte imanlarına da hiçbir şey olmaz. Çünkü bu fikrî olgunlaşmanın yaşandığı yer akıldır, kalp değil. İman ise son kertede yalnız aklın değil, ancak aklın ve duyguların danışmanlığında kalbin meyvesidir.

Metodik Şüphe Nedir?

Öğrenmek, araştırmak, doğruyu bulmak için çaba sarf edenlerin şüphesi metodik şüphedir. Bütün ilmî buluşlarda, icatlarda, teknolojideki gelişmelerde bu şüphenin emeği çoktur. Bu şüphe veya vesveselere eğer amaçlanmış şüphe muamelesi yaparsak kendimize haksız yere zulmetmiş ve şeytanın eline kendimizle oynama kozu vermiş oluruz. Dolayısıyla yukarıda bahsettiğimiz amaçlanmış şüphenin dışında insana gelen şüphe ve vesveseleri şerre yormak ve tedirgin olmak yersizdir. Çünkü bu tür şüphe ve vesveseler aklın veya zihnin normal işleyişini gösterir.

Kur’ân’da; “Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın.” (Hucurât, 49/6) buyrulur. Bu ayette açıkça “Fasığın getirdiği haberden şüphelenin.” diye uyarı vardır. Bu kuşku, insanı etraflıca araştırmaya sevk eder ve bu sayede bilmeden insanlara zarar vermekten ve günahtan korunmuş oluruz. Bilmediğiniz bir yerden veya tanımadığınız birisinden bir haber, bir bilgi geldiğinde eğer o bilgi sizin için bir önem arz ediyorsa, normal olarak o bilgiden önce şüphelenmeniz ve doğruluğunu araştırmanız gerekir. Aksine davranış yanlış bir tutumdur. Zira bir insan her duyduğu şeye, “bu kesin doğrudur” diye hemen inanıyorsa asıl o insan sorunlu bir tutum içindedir. Çünkü insanların doğruluk arayışları bilgiden şüphelenmeyle başlar. İmanının, malının, canının kıymetini bilen, kendine ve sevdiklerine değer veren her insan, bu kıymetli şeyleri riske atmadan önce düşünür ve bu konuda biraz olsun vesveseli olur. Sağlıklı olan da bu tutumdur.

Taklidî imandan tahkîkî imana bizi taşıyan da metodik kuşkudur. Mesela bizzat yüce Rabbimiz, kutsal kitabında tevhide ulaşmamız için bizi bu konuyu ilmen ve aklen değerlendirmeye, sorgulamaya sevk ediyor: “De ki: Eğer onların iddia ettiği gibi, Allah’la beraber (başka) ilâhlar olsaydı, o zaman o ilâhlar da Arş’ın sahibine ulaşmak için elbette bir yol ararlardı.” (İsrâ, 17/42)

“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki Arş’ın Rabbi Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.” (Enbiyâ, 21/22)

Bu ayetler açıkça diyor ki: “Farz edelim Allah birden fazla deyin ve öyle düşünün. O zaman ilahlar arasında kavgalar olabileceği ve yeryüzünde birlik ve nizamın olmayacağı gibi aklî bir sürü açmazla karşılaşırsınız.” Dolayısıyla, bu tür düşüncelerin ve akla gelen vesveselerin korkulacak bir şey olmadığını, aynı zamanda bu tür analizlerin akıllı bir insanı taklitten çıkarıp tahkîkî imana götürebileceğini de belirtmiş oluyor.

Hele Kur’ân’daki Hz. İbrahim’in kıssaları bu konuda çok ders vericidir: “Hani İbrahim, ‘Rabbim! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster.’ demişti. (Allah ona) ‘İnanmıyor musun?’ deyince, ‘Hayır (inandım) ancak kalbimin tatmin olması için’ demişti.” (Bakara, 2/260) Demek ki kalbinde iman olan bir insanın, tatmin için sorular sorması ve sorgulaması onun imanı için bir sakınca teşkil etmiyor. Bu kıssa metodik şüpheyi anlamaya çok güzel örnektir.

Kur’ân bizi böyle birçok ayetle taklidî imandan ziyade tahkîkî imana yönlendirir. Evrende, çevremizde ve bizzat nefsimizde mevcut bir sürü yaratılış mucizelerini görmeye ve fark etmeye çağırır. Dogmatiklik yerine, imanımıza referans aldığımız aklî ve ilmî en azından birkaç küçük delil bulmamızı ve böylece tahkîkî iman sahibi olmamızı ister. Çünkü her dönemde olduğu gibi asrımızda da imana saldırı çok fazladır. Elhamdülillah bizim dinimizin, akıldan, bilimden kaçma gibi endişeleri, korkuları yoktur, aksine özellikle bunları teşvik eder. Bu nedenle İslam dini asla dogmatik dinler sınıfında değerlendirilemez. Şu hakikati de hatırlatalım ki yanlışa düşmeyelim. Tahkîkî iman, bütün küfür sorularına cevap vererek yapılan iman değildir. Ha bir güçlü delil, ha bin güçlü delil aynı sonuca çıktığı için böyle bir yola girmeye gerek yoktur. Ayrıca bu sorulara cevap vererek kimse bu soruları bitiremez, niçin bitmeyeceğini de açıklayacağız. Dolayısıyla akla gelen bütün soruları cevaplayarak imana yeltenmek, Allah korusun, vesveseyi en tehlikeli şekilde kâle almak olur ki kimse böyle şeye soyunmamalıdır. Zira bu yöntem gerçekten yanlıştır ve gereksizdir. Bu işle uğraşmak, iman etmek için değil, ancak şüphe hastalığına yakalanmış insanlara yardım için gerekebilir, onu da herkes değil ehli yapar. Nitekim bu konuda yetişmiş çok büyük kelam âlimlerimiz mevcuttur. Bir gerçeği de burada tekrar ifade edeyim ki ne dinimizin ne de kelam âlimlerinin hiçbir küfür sorusuyla ilgili korkuları yoktur. Hepsinin cevapları verilmiştir, verilir de. İşte ben de buradayım! Bütün dünyaya hodri meydan diyorum! Şüphesi ve sorusu olan varsa gelsin, Allah’ın izniyle cevapları bende hazırdır.

İnsanlara gelen vesveseleri:

1) Faydalı, müspet vesvese

2) Zararsız vesvese

3) Zararlı (takıntı) vesvese olarak üç kısımda mütalaa etmek gerekir.

Müspet, Faydalı Vesvese Nedir?

Metodik olan şüphe ve vesveselerin iman konusunda faydalı olduğundan bahsettik. Amel ve ibadetler üzerinde de vesvesenin kontrollü olmak kaydıyla olumlu katkıları vardır. Bir amel ve ibadetin sağlamlığından, doğruluğundan ihlâsından kuşkulanıp daha iyisini yapmak için bir arayış ve çabanın içine girmek, dozu yerinde olursa ibadetlerde müspet sonuçlar ve gelişmelere neden olur. Mesela aşırıya kaçmamak şartıyla temizlik vesvesesinin insanı daha temiz yapması ve hastalıklardan koruması gibi, şüpheli işlere düşmekten kaçma vesvesesi de insanı daha dikkatli ve takva yapar. İbadetlerim kabul olur mu olmaz mı vesvesesi daha gayretli ve çalışkan yapar. İmanlı gider miyim gitmez miyim vesvesesi daha mütevazı yapar. Şeytanın vesvesesinden kaçan Allah’a sığınır; Allah’a sığınan O’na yaklaşır. Nitekim şeytanın varlığı mümine terakki sebebidir, işin hikmet boyutu böyledir. Diğer bir yönüyle vesvese, insanı daima uyanık tutar. Mü’min kişi, her zaman yanı başında duran ve hatalara düşürmek için fırsat kollayan şeytana karşı hep tetikte olursa takva bir insan olur. Allah’a (c.c.) karşı yalvarış ve yakarışa geçerek, her vesvese emaresi karşısında Allah’a sığınmak da büyük ibadettir. “Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa hemen Allah’a sığın. Çünkü O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Fussilet, 41/36) İşte vesvese bu yönüyle değerlendirilince vücudu koruyan sinirlere benzer ve insanın ibadet hayatına olumlu katkıları olur.

Zararsız Olan Vesveseler Nelerdir?

Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: Hz. Peygamber’in (sav) ashabından bir kısmı ona sordular:

“Bazılarımızın aklından bir kısım vesveseler geçiyor, normalde bunu söylemenin günah olacağına eminiz.” Hz. Peygamber (sav): “Gerçekten böyle vesveseler yaşıyor, ondan bir üzüntü, bir korku duyuyor musunuz?” diye sordu. Oradakiler “Evet!” deyince, “İşte bu (korku) imandan gelir (vesvese imana zarar vermez)” dedi. Diğer bir rivayette: “(Şeytanın) hilesini vesveseye dönüştüren Allah’a hamdolsun.” demiştir.

Müslim’in İbni Mesud’dan (r.a.) kaydettiği bir rivayet şöyledir:

Dediler ki: “Ey Allah’ın Resulü! Bazılarımız içinden öyle sesler işitiyor ki, onu (bilerek) söylemektense kömür kesilinceye kadar yanmayı veya gökten yere atılmayı tercih ederiz. (Bu vesveseler bize zarar verir mi?)” Hz. Peygamber (sav): “Hayır bu (korkunuz) gerçek imanın ifadesidir.” cevabını verdi.

Bu hadislerden anlaşılıyor ki kalbin kabul edip onaylamadığı kuşku benzeri vesveselerin hiçbir zararı yoktur. Bu tür vesveseyi kalbin kabul etmeyip aksine reddettiği nasıl anlaşılır denirse bunun çözümü gayet basittir. Şayet bir insan, kalbine gelen şüphelerden dolayı sahabelerin üzüntüsü gibi bir üzüntü ve korku duyuyorsa bu hal, kuşkuların kalpte kabul görmediğinin açık delilidir. Hatta bir kişi bu hale ne kadar şiddetli tepki gösteriyorsa imanı da o kadar sağlamdır, İslam âlimlerinin ortak görüşü böyledir. Sahabe-i Kiram’dan Efendimiz’e gelip “Ya Resulallah! Vesveseye müptelayım.” diyen birine, Efendimiz’in (sav) “Endişe edilecek bir şey yok; o imanın ta kendisidir.” buyurması da bunun açık göstergesidir. (Müslim, İman 211; Müsned, 2/456; 6/106)

Zararlı Vesvese (Takıntı) Hali Nasıl Olur?

İmanlı bir kişiye bir sürü itikadî sorular veya rahatsız edici çirkin düşünceler gelebilir. İmanı korumak kaygısıyla bu sorulara cevap yetiştirmeye çalışmak veya bu çirkin düşünceleri reddetmeye çalışmak çözüm değil, gerekli de değildir. Çünkü iman kökü kalpte, dalları ve yaprakları akıl ve zihinde olan bir ağaca benzer. Akıl veya zihinde esen şüphe rüzgârları, ağacın yaprak ve dallarını sallasa da kökü kalpte olduğu için asla söküp atamaz. Bu sebeple paniklemek, heyecan ve telaşa kapılmamak gerekir. Ayrıca bu tür vesveseler, konuşarak ve kâle alınarak susturulup geçiştirilemez. Vesveseli insanlar hatayı genelde bu noktada yaparak, normal olan vesveseyi çok fazla ciddiye alınca, takıntı boyutuna taşırlar. Yani önemsiz vesveseler, üzerinde durulup merakla karıştırıldığı zaman sinek kadar küçükken, büyüyerek kişiyi yutacak bir canavara dönüşebilir. Özellikle bazı hassas ruhlar vesveseyi çok ciddiye alarak onu zararlı bir hastalık, bir huy haline getirebilirler. Bu ise şeytanın tam da yapmak istediği şeydir. İşte böyle vesveseyi kendine huy ve hastalık edinen insanlar, kalplerinde imanları dağ gibi olduğu halde kendini imansız sanabilir, bu sebeple depresyonlar yaşayabilir, hatta sırf bu sorulardan kaçmak için ibadetlerini terk edebilirler. Bu oyuna asla gelmemelidir. Bu şekil kuşku ve vesveselerden kurtulmanın en güzel ve kestirme yolu, bunların dinen bir günahı ve vebali olmadığını ve özellikle insanı kâfir yapmadığını bilmek ve bunlardan kurtulmak için de gelen sorulara cevap yetiştirmek yerine, mikrofonun sesini kapatır gibi içerden gelen seslerin düğmesini kapatıp onlarla asla meşgul ve muhatap olmamaktır. Hatta ortam değiştirmek, başka bir şeylerle meşgul olmak ve asla bu soruları dinlememek en kolay ve en güzel çözümdür.

Kalbin İmanı, Akla Gelen İnkâr Düşünceleriyle Bozulmaz

Önemli bir gerçeği tekrar hatırlatmak gerekirse, imanlı kişilerdeki şüphe benzeri vesveseler, hayal, vehim, zihin veya akılda gerçekleşen olaylardır. İman buralarda değil, kalpte olur. İslam âlimleri iman etme yeri ile düşünme yerinin farklı olduğunu çok güzel bir şekilde ortaya koymuşlar. Düşünme yeri akıl veya zihin, inanma yeri kalptir… İman kalple olur, akılla olmaz. İmanı, akıl ancak onaylar. Kalp, imanı tasdik ettikten sonra akıldaki şüphelerin hiçbir hükmü yoktur. Bu düşünceler, bu kuşkular vesvese hükmündendir. Ne kadar şüpheye benzer vesvese gelirse gelsin kalpte iman olduğu müddetçe bunların hepsi vesvesedir. Vesvese hadiste de ifade bulduğu gibi imanın ta kendisidir. Müslümanların en çok sıkıntı yaşadıkları vesvese türü budur. Kalpleri imanla dolu olduğu halde, aklın çalışma prensibinden kaynaklanan soru ve şüpheleri küfür sanarak üzülür, kendilerini harap ederler. Bunun nedeni bilgisizlik ve cahilliktir. Bu cahillikten bunalıma giren, akıl sağlığını kaybedenler bile vardır. Bir de iman konusundaki hassasiyetten kaynaklanabilir bu vesveseler. Mesela bir çocuk yetişirken, aklına gelen soruları anne ve babasıyla paylaşır. Bazen şöyle bir soru sorabilir: “Baba Allah nerede? O’nu niye göremiyoruz? Bizi O yarattı, peki O’nu kim yarattı?” Bu sorulara cahil ebeveynlerin tepkileri aşırı olur: “Sus! Hâşâ! Ne biçim soru bu? Böyle düşünme, böyle soru sorma, kâfir olursun!” İşte bu yanlış hassasiyetler ve aşırı tepkiler daha sonra böyle şeyleri düşünmekten korkma ve düşünceyi küfür sanma gibi hastalıklara dönüşebilir. Aslında belki bu sorular bilgisiz ebeveynlerin de düşünmekten korktuğu ve kaçtığı sorulardır. Bunların cevaplarını yok sanırlar. Çünkü halkın geneli taklidî iman sahibidir. Taklidî iman sahibi insanlar soru sormadan inanır, böyle sorular sormaya ihtiyaç hissetmezler. Yanlarına böyle sorular soran birileri gelirse de afallar kalırlar. Çocuklarını da böyle sorular sormaktan men eder, böyle düşünmekten sakındırırlar. Ama akıl denen şey, sen ne kadar kaçarsan kaç, bu soruları sana doğal olarak soracaktır. Hele yapısal olarak olgusal zihniyetli, akılcı insanlar vardır ki onlar bu sorulara cevap bulmadan rahat edemezler. Daha sonra bu çocuklar büyüdüklerinde, ne zaman ibadete yönelseler, o kaçtıkları sorular zihinlerine hücum eder. Bu soruları küçükken attıkları gibi yine akıllarından atmak isterler ama başaramazlar. Şeytanın da tesiriyle bu sorular onların bir numaralı derdi olur, kendilerini çok kötü hisseder, hatta imansız bile sanabilirler. Hâlbuki bu küfür düşüncelerinin akla gelmesi günah olsaydı kelam âlimleri bunlarla uğraşmazdı deyip rahatlamak gerekir.

İman; Sevgi, Sezgi, Vicdan, Adalet vs. Gibi Duyguların Onayıyladır

İman, dil ile ikrar kalp ile tasdiktir. Kalp ile tasdik ise imanı akıldan başka; sevgi, sezgi, vicdan, adalet vs. gibi duyguların da onaylamasıdır. Bu duyguların onayı aklın onayından daha önemlidir. O yüzden bir insanı ruhunuz, kalbiniz onaylamış sevmişse, vicdanınız tasdiklemişse, o kişi hakkında size bir yerlerden gelen menfi bilgiler ve kuşku dolu vesveseler, olumlu kanaatinizi değiştiremez. Yani bizler Allah’a (c.c.) sadece aklımızla değil sezgilerimizle, sevgimizle, vicdan ve adalet duygumuzla daha bir sürü güzel duyguların eşliğinde inanır, iman ederiz. Rabbimiz’in sevgisini, şefkatini, merhametini içimizde hissederek O’nu severek iman ederiz. Şeytanın küfrünü yoksa nasıl açıklarız. Şeytanın inkârı Allah’ın (c.c.) varlığına inanmadığı için miydi? Nasıl öyle bir şey söylenebilir? Kur’ân’da Allah (c.c.) ile konuşmaları geçer ya… O’nun küfrü inattan, hasetten ve sevgisizlikten kaynaklandı. Buradan çıkan netice şu ki aklen tatmin olmak inanmak için yeterli değildir. O zaman demek ki akıl, iman yeri değilmiş; işte biz de bunu söylüyoruz. Kalbi imanlı insanların aklılarındaki şüphe ve kuruntular nedeniyle kendilerini imansız ve günahkâr hissetmeleri Rabbimiz’in istemediği ama şeytanın seni getirmek istediği yerdir. Bu gerçeği görür ve anlarsan senin üzerindeki hâkimiyetini şeytan kaybeder, iş bu kadar basittir. Nitekim Kur’ân’da, “Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.” (Nisâ, 4/76) buyrularak, şeytanın tuzaklarının zayıflığına işaret edilir. Ne yazık ki oltaların ucuna takılan küçük sinek ve böcekler değil midir koca koca balıkları yakalatan. Evet, şeytanın oltasına takılmamak için biraz bilgi ve biraz bilinç yeterli olacaktır.

İstidlali Bilgi Her Zaman Bir Ucu Soruya Açık Bilgidir

“Akla gelen bütün sorulara cevap vererek kimse bu soruları bitiremez.” demiştik ya onun sebebini şimdi açıklayacağız. Şüphe ve vesvese istidlali bilgide olur. Mesela ben şimdi elimdeki telefonu görüyorum. Bu bilgi zorunlu bilgi, ispata gerek olmayan açık bilgidir, bu sebeple bundan şüphelenmem mümkün değil… İman ise istidlali bilgiyle olur. İstidlali bilgide zorunlu bilgi kesinliği aranmaz. İşte bu bilgi veya düşünme hatası insanları şüphelerle boğuşmaya itebilir. İstidlali bilgi ne demektir? Varlığına ve doğruluğuna bizzat görerek veya deneyler yaparak şahit olmadığım ama deliller yoluyla inandığım bilgiler demektir. Bu bilgiler hayatımızın her alanına girmiş ve onsuz yapamayacağımız kadar önemli bilgilerdir. Örnek verecek olursak mahkemelerde kullanılan adli bilgiler böyledir. Hiçbir hâkim; adam öldürme, tecavüz, hırsızlık gibi olaylarda suçluyu cezalandırırken, hapsederken veya idamına hükmederken, o suçluyla beraber bulunmuş, bizzat o olayları gözleriyle görmüş değildir. Ama parmak izleri, kamera kayıtları, görgü tanıkları vs. gibi elinde o kadar çok güçlü suç delili vardır ki bu delillerle hiçbir vicdanî rahatsızlık duymadan o kişinin suçlu olduğuna kesin olarak inanır. Hatta hiçbir vicdanî acı çekmeden o kişiyi idama bile gönderebilir. Bu inanma işte İslam imanına güzel bir örnektir. Elinde İslam’ın doğruluğuna ilişkin çok güçlü delilerin var. Ama ahirete gitmeden bunların kesinliğini test etmen, doğrulaman mümkün değil. İşte bu örnekten yola çıkarak istidlali bilginin yapısına ait önemli bir gerçeği hatırlatmakta fayda var. Bir hâkim, ne kadar güçlü delilerle bir kişiyi idama götürse de kalbine biraz olsun, acaba yanlış mı yaptım türünden vehimlerin, endişe ve vesveselerin gelmesine de engel olamaz. Doğru yaptığına aslında çok emin olsa da bu bir realitedir. Bunun sebebi olaya bizzat tanık olmaması ve kararı istidlali bilgiyle almasıdır. İstidlali bilgi, böyle yapısı gereği her zaman bir ucu soruya açık bilgidir. Bu soru ve kuşkular yersiz ve anlamsız olsa da insanlar istidlali bilgiye başka türlü bakamazlar. Ama bu hâkim bu sebepsiz kuşkular nedeniyle asla kararından da vazgeçmez. Allah’a iman da aynen böyle istidlali bilgiyledir.

Deliller yoluyla kesin olarak Allah’ın varlığını kanıtlasan bile aklına acabaların gelmesine engel olamazsın. Bu şüphe değildir, iman etmemizi sağlayan bilginin yapısı gereği böyledir. Nitekim İnsanlar Allah’ı baş gözleriyle göremezler, bizzat buna tanık olmak cennette olacak ama Allah’ın varlığını ispat eden öyle güçlü deliller vardır ki hâkime kalem kırdıran, idam fermanı verdiren deliller kadar güçlüdür. Hayatımızda onlar olmadan yaşamımızı sürdüremeyeceğimiz böyle daha çok istidlali bilgiler vardır, kesinlik anlamında zorunlu bilgiden farkı olmayan. Mesela Dünya’nın yuvarlak olması, Güneş’in etrafında dönüyor olması, elektrik ve atomların varlığı, gezegenlerin varlığı istidlali bilgilerdir. Biz elektriği görmedik, onu hep eserlerinden biliriz ve varlığından kuşkulanmayız. Uzaya da çıkmadık, bu bilgileri test etmedik ama bize gelen resimler, video görüntüleri, bilim adamlarının bu konudaki beyan ve şahadetleri inanmamız için yeterli sebeptir. İstidlali bilgiyle inandığımız her şey aslında bir anlamda iman ettiğimiz her şey demektir. İstidlali anlamdaki güvenilir bilgilere inanmak ve iman etmek yaşamımız için çok önemli bir yaratılış yeteneğimizdir. Bu yeteneğimizi saçma sapan şeylere inanmak suretiyle yanlış kullanan insanlar toplumda çok olsa da eğer iman etme yeteneğimiz olmasaydı toplumumuz panik atak hastalarından geçilmezdi. Kimse trafiğe çıkamaz, kimse uçaklara veya asansörlere binemezdi. Bizler uçakların düşmeyeceğini ispat ederek değil, düşmeyeceğine inanıp bir anlamda iman ederek bineriz. Yine hiç kimse kaza olmayacağını ispat ederek trafiğe çıkmaz. Eğer her iman, dogmatiklik olsaydı uçağa binen, trafiğe çıkan herkes dogmatik olurdu. İşte İslam’ın imanı böyle temelinde çok güçlü delileri olan bir dine imandır. Uçağa binen bir insan ne kadar dogmatikse bir Müslüman da ancak o kadar dogmatiktir. Zaten biz sohbetlerimizde dogmatikliği ikiye ayırıyoruz. Müspet dogmatiklik, menfi dogmatiklik diye. Menfî dogma; aklı, bilimi, sorgulamayı hiç devreye sokmadan belki de çok saçma bir şeye fanatikçe imandır. İşte Hıristiyanların üçlemeleri, Budistlerin Nirvana inançları, Hinduların ineği kutsamaları, ateistlerin yaratılışı inkârları, evrimcilerin teorileri, menfî dogma örneklerdir. Müslümanlara dogmatik diyenlerin komik ve acınası hallerine bakın! Müspet dogma ise aklın ve bilimin seni götürdüğü dogmadır.

 

Netice de şunu söyleyebiliriz ki; deliller yoluyla ispat, bizi kesin olarak bir yaratıcının varlığına götürür. Bir savcının suçu araması gibi bu âlemi kim yaptı acaba diye arayan, her vicdanlı ve akıllı insan, çevresindeki ve nefsindeki delilerden yola çıkarak Yüce Yaratıcı’ya kesinlikle ulaşır. Nitekim dünya üzerinde ateizmin etkili olamayışı bundandır. Ünlü felsefeci Prof. Dr. Antony Flew gibi en azılı ateistler bile bir gün gelip “Yanılmışım, Tanrı Varmış.” diyerek imana mecbur oluyorlarsa bu, evrende içkin olan tasarım, estetik vs. gibi çok güçlü deliller nedeniyledir. Peki, bu kadar güçlü delillere rağmen nasıl inanmayan çıkabiliyor, hem de akıllı gibi görünen insanlardan derseniz, şeytan örneğini hatırlamanızı tavsiye ederim. Bunun sebebi akılcılık veya bilimsellik değil, zevklerine kısıtlama istenmemesi türünden duygusallıktır. Her ne kadar bu tür kişiler bilimsel ve akılcı insanlar olduklarına sizi ve kendilerini inandırmak isteseler de maalesef ki durumları böyle hazindir.

Abdest ve Namaz Gibi İbadetlere Musallat Vesveseler

Sonuçları itibariyle itikadî vesveseler gibi ürkütücü olmasa da amelî konularda, abdest ve namaz gibi ibadetlere musallat vesveselerden muzdarip insan sayısı da az değildir. Hassas tabiatlı olmak veya mükemmeliyetçilik gibi psikolojik takıntılı olmak, bilgisizlikle birleşince bu zaaflar şeytanın telkinleriyle yıpratıcı bir vesveseye dönüşebilmektedir. Gusül veya namaz abdestini bir türlü tamamlayamayan insanlar çevremizde az değildir. Belki bir dönem herkesi rahatsız etmiştir bu vesveseler. “Kuru yer kaldı mı, azalarımı yıkadım mı?” şeklindeki kuşkular tekrar tekrar abdest almalara dönebilir. Böyle durumlarda Rabbimiz’in geniş rahmetini daraltmak yersizdir. Suyun bulunmadığı zaman teyemmümle temizlenebiliyorsak buradan çıkarılması gereken ders şu olmalı: Asıl olan suyla temizlik veya suyun her noktaya ulaşması değil, halis niyettir. Peygamberimiz bu vesveseye engel olmak için üç kere ile bu işi sınırlamış, fazla yıkamak israf deyip bu işi bitirmiştir. Kim dört yıkarsa israf olur. O zaman üç defa yıka ve namazını kıl. Oldu mu deme olduğuna inan. Unuttuğunu sandığın bir azan varsa yeniden başlama, git sadece o azanı yıka, abdestin tamamdır. Gusülde de aynı şekilde abartma, toplu iğne başı kadar kuru yer kalmayacak fetvasına takılma. Resulullah (sav), elinde mikroskop vücudunu mu incelemiş? Vücudunun her tarafını su ile bir kere ovala, elin her tarafına değsin yeter. Sonra abdestine inan, bilmeden abdestsiz namaz kılarsan ne günah olur ne de dinden çıkarsın, korkma, çünkü bunda bir kastın yoktur. Böyle durumlarda şeytanın vesveselerinden kurtuluşun tek yolu “Abdestim yoksa da namazımı kılacağım.” cesaretini göstermektir.

Namazlara gelen vesveseler de rahatsız edicidir. Birisi rekâtları karıştırma şeklindedir. Bu hal başına çok sık geliyorsa fıkıhta bunun kurtuluş yolu vardır. İlmihal kitaplarından secde-i sehiv bahsine bakılırsa çözümü ordadır. İkincisi, namazlarda akla ve hayale gelen çirkin düşünceler veya sövmeler. Bunlar genellikle namaza yeni başlayanlarda çok sık görülen bir durumdur. Bunların nedeni de hayal ve vehimde oluşan veya bilinçaltında bulunan çirkin söz veya fotoğrafların şeytanın teşvikiyle ortaya çıkması olabilir, çağrışım kanunu dediğimiz nedenler olabilir. Mesela, bilgisayarda Kur’ân okurken veya dini bir sitede gezerken, birden ekranda açılan müstehcen sayfalar vardır. Virüslerden, zararlı yazılımlardan dolayı sen kapattığın halde tekrar gelebilir. İşte bunlardan nasıl mesul değilsen namazda istem dışı aklına gelen şeylerden de mesul değilsin. Bu düşünceleri küfür veya günah addedip abartmak, kovmaya çalışmak vesveseyi azaltmaz çoğaltır. Bu tür vesveselerin de en tesirli ilacı; önce herkese geldiğini, bu konuda yalnız olmadığını bilmektir. Evet, herkese gelir ama kimi insan abartır sorun eder, kimisi de aldırmamayı başarır rahat eder. Sonra bu vesveseler ne kadar çirkin veya müstehcen şeyler de olsa kendini günahkâr ve sorumlu hissetmemektir. Bir konuda yükümlü veya suçlu olmak için irade ve şuur esastır. Hâlbuki vesveseler kimseden izin almazlar. Böyle düşünülür ve devam edilirse kısa sürede geçtiği görülecektir.

Sonuç

Peygamber Efendimiz (sav), ashabıyla otururken Peygamber Efendimiz’i dinlemeye, Arapça bildikleri için Yahudiler de gelirlerdi. Ashab-ı Kiram’dan biri, “Ya Resulallah! İçime çok vesvese geliyor. Bunun bir ilacı var mı?” dedi. Yahudi hemen atıldı, “Bizim dinimizde hiç vesvese yok. Sen gel, bizim dinimize gir!” Peygamber Efendimiz, “Ya Ali, buna sen cevap ver!” buyurdu. Hazreti Ali: “Ya Resulallah! Boş eve hırsız girmez.” diyerek kestirmeden en hikmetli cevabı verdi. Evet şeytan, iman hırsızıdır. Hırsızlar boş evleri değil hazine olan evleri soymak için çalışırlar. Şeytan da imansız kalplere değil, iman dolu kalplere vesvese ve şüphe oklarıyla saldırır. Bu örnekleri anlamak şeytanın hile ve oyunlarını boşa çıkarmak anlamında önemlidir. Neticede kalpte iman olduğu halde akla ve kalbe gelen şüphe ve vesveseler Efendimiz’in de (sav) buyurduğu gibi imanın ta kendisidir. Ayrıca Müslümanların küfür düşünce ve sorularından korkması da yersizdir. Ben yine yukarıda olduğu gibi Allah’ın izniyle iddia ediyorum, aklınıza gelen bütün soruları sorabilirsiniz, hepsinin cevapları bende hazırdır. Çevremde olan sizler şahitsiniz ki ben çok akılcı bir insanım. Yerine göre de imancıyım ama benim akılcılığım çok baskındır. Bir düşünce ve bilginin akla, mantığa, epistemolojik kriterlere uygunluğuna çok önem veririm. Asla negatif anlamda dogmatik bir insan değilimdir. İşte bu akılcı yapımla şimdiye kadar geçmişte yaşanmış ne kadar küfür çeşidi varsa hepsini araştırıp bu fikirleri çürüttüm, gelecekte olabilmesi mümkün küfür çeşitlerini de özellikle kendim ürettim, onları da çürüttüm. Ümmet-i Muhammed’e şefkat ve merhametimden, onların iyiliği ve iman selameti için bu meselelere yıllarımı verdim. Eski arkadaşlarınız bu çalışmalarıma şahittir. Şimdi bir Müslüman’ın bu sorulardan korkmasına ve onlarla boğuşmasına gerek yok. “Şenel İlhan Beyefendi ispat etmiştir.” diyerek rahatça imanın keyfini çıkarın… Allah’ın izniyle kendime bu konuda öyle güveniyorum ki bir stadyum dolusu kâfiri, ateistti hatta şeytanı bu bilgilerimle çok kısa sürede iman ettiririm; yeter ki inadî küfrün içinde olmasınlar.