Güneş Balçıkla Sıvanmaz!

SORU: Mürşid-i Kamil'e biat etmeden, her hangi bir evliyanın mesela, İmam-ı Rabbani ya da Gazali gibi velilerin kitapları okunup amel edildiğinde, kalbi tasfiye ve nefsi teskiye başarılıp, Allah'ın dostluğu ve evliyalık makamı kazanılmaz mı?

  CEVAP: Şayet tasavvuf kitapları okuyarak insanlar Allah'a ulaşıp veli ya da evliya olabilselerdi, tarih boyunca binlerce insanı irşad edip hakiki iman ve güzel ahlak sahibi olmalarını sağlayan, Mürşid-i Kamillere ve tasavvuf müessesesine ne gerek vardı. Hem sonra, her Mürşid-i Kamil boşuna, irşaddı tebliğdi diye binbir çile çekip Ümmet-i Muhammed'le uğraşacağına, güzel bir kitap yazar, insanlara da hadi okuyun bu kitabı, artık ne şeyhe ihtiyacınız var, ne mürşide, okuyun irşad olun. Ya da, okutun irşad edin derdi...

Ben böyle bir iddiaya, şaşırmaktan başka söyleyecek söz bulamıyorum. Sadece tek bir şey söyleyebilirim, o da, nasibsizlik... 

  Çünkü sağduyu sahibine zahirdir ki, insan yazılmış hangi kitaba göre amel ederse etsin, zahiri ilimlerin hepsinden tek tek icazet almış büyük bir alim de olsa, yalnız başına ilmini aklını kullanarak, hatta vefat etmiş bir evliyanın ruhundan da alabildiğine faydalanarak, ben bu şekilde Allah dostu olacağım ve kalbi marazlarımdan kurtulabileceğim diyebilmesi mümkün değildir. Ama istisna olarak, üveysi ve murat meşrebliler denilen çok kabiliyetli bazı zatlardan, tek tük de olsa bu biçimde seyr-ü süluk bitirenleri var kabul ediliyorsa da, ne var ki bu, kesinlikle doğru değildir Ayrıca, zahiren ve yaşayan bir Mürşid-i Kamil tarafından onaylanmadan ve yine, bizim icazet dediğimiz irşad izni alınmadan, o tür zatları doğrulayabilmemiz ve var olduklarını da kabul etmemiz, kesinlikle mümkün değildir Çünkü, şeriat zahire ve bilinene göre hükmeder ölçüsü, bu bağlamda yalancıyı da, hakiki irşadcıyı da, net olarak ortaya koyar. Belirler.. 

  Elbette üveysi ve murat meşrebliler denilen çok kabiliyetli zatlar, eskiden vardı, şimdi de vardır. Ama yine de, hiç kimse, yani ne mürid, ne murad, ne üveysi meşreb olan hiç bir insanın, herhangi bir mürşidden halifeliğini onaylatıp irşad izni almadan, ben mürşidim diye ortaya çıktığı, tarih boyunca ne görülmüş ne işitilmiştir..
Amma, zaman ahir zamandır. Şimdi böyle mürşid de halife de sürüyledir O da başka... 

  Demek ki, hiçbir üstün kabiliyetli kişi, tek başına veya tasavvuf kitapları okuyarak da olsa, en büyük velilerin ruhundan alabildiğine faydalansa da, kalbi tasfiye nefsi teskiye işinde, aciz kalır, şaşırır... 

  Çünkü hepimiz biliriz ki, insanın aklı ilmi ve iradesi, bazı durumlarda ve yerlerde, hiç mi hiç işe yaramaz. Hatta yine, insan düşüncelerini berrak ve sakin bir şekilde her olayda ve durumda kolayca kontrol edemez... 

  Mesela gece karanlıkta evine giden bir köylünün, uzaktan aniden gördüğü belli belirsiz bir ağaç kütüğünü, kalbindeki korkaklığın devreye girmesiyle, öylece yerinde duran kütüğü, kendine saldırmaya hazırlanan vahşi bir ayı sanabilip, panik içinde kaçarken, aklının ve ilminin ona hiç bir yardımı yoktur. Ya da çok öfkelenen bir insanın, öfke anında zerre kadar aklı yokmuşcasına bağırıp çağırıp vurup kırması ve neticede, öfkesinin zailinden sonra, hayretler içinde pişman olup aklına şaşması, hepimizin başına gelebilen ve sıklıkla şahit olduğumuz gerçeklerdir... 

  Veya tüm bunlar bir yana, farz edelim ki insan, bu asla mümkün olmayan zor işi başardı. Yani, Mürşid-i Kamile biat etmeden ve kendi başına tasavvuf kitapları okuyarak, ayrıca da, vefat etmiş bir velinin ruhunada rabıta kurup, mükemmel bir şekilde feyz alarak, manen ilerledi, ilerledi. Neticede, nefsi emmareyi, levvameyi aştı. Ve, mülhimeye ulaştı. Ee, şimdi bu çalışkan ve sıkı talip, nasıl mülhimenin vesvese belasını aşabilip, mutmainne makamına yükselip de Allah dostu olabilecek? İşte zaten bize göre, burası asla mümkün değildir. Çünkü tüm ehli ilim bilir ki, mülhime makamı ilham makamıdır ve bu makamdaki salik, tam bir radar gibidir. Ya da tam bir alıcı....
Öyle ki, Rahmandan, şeytandan, melekten, ve gelebilecek her kanaldan kalp alıcısına fikirler, vesveseler, havatırlar, bunaltıcı boyutlarda vesvese bombardımanı gibi yağar da yar m urcasına, çıldırırcasına... 

  Ve genellikle bu makamdan, yani mülhime makamından tarih boyunca Mürşid-i Kamilsiz seyr eden hiç kimse geçmemiştir, geçemez de. Çünkü, insan iradesini aşan bu fikir bombardımanından kurtulmak ve bir üst makama, yani mutmainne makamına yükselip, Allah dostu bir veli olmak, Mürşid müdahalesi olmadan asla mümkün değildir. Veya mülhime makamı aynen yukarıda anlattığımız gibi, çok zor bir durak olmasına rağmen sadece anlatmak istediğimizi daha kolay izah edebilmemiz için, örnek verdiğimiz bir nefsi makamdır. Yoksa seyr-ü sulûk usul ve metoduna ve sofinin durumu ve kabiliyetine göre, her zaman ve her durumda, bu ve buna benzer manevi belalara, özellikle tek başına gidildiğinde daha kolay düşüldüğü kesindir.. O halde Allah'a ulaşma yolunda tek başına giden talip için, kalp alıcısına her kanaldan gelen, milyonlarca, şeytani, nefsani veya rahmani, ilham ya da vesveselerin, iyisini kötüsünden ayırıp bir şekilde iman ve akıl sağlığını koruması mümkün değildir.. Varsa bu makamı ben tek başıma aşarım diyen babayiğit, beri gelsin. Çünkü biz, böyle bir yiğidi asla duymadık ve işitmedik. Çünkü yok... Ve, tarih boyuncada olmadı... Amma kamili mükemmil bir üstada biat eden herhangi bir salik, bu zor makamdan Allah'ın izni ve mürşidinin himmetiyle, kolayca geçip manen müjdelenenlerden olması Allah dostu veliler için işten bile değildir..
Yalnız mürşidin nakıs ve eksik mürşid olmaması, kamili mükemmil bir Allah dostu olması da şarttır. 

  Yani bu zamanın mürşidinin, mecburen ve zarurî olarak bilmesi gerektiği kadar zamanın müsbet bilimlerine alabildiğine vakıf olması gerektiği gibi, yine bu zamanın insanının olabilecek tüm maddi ve manevi dertlerine ve sıkıntılarına da, alabildiğine vakıf ve her boyutta tedavi edebilecek bir mürşid, bir alim, bir Allah dostu olma zorunluluğu vardır.. 

  Gerçi İmam-ı Rabbani Hz.'nin dediği gibi, "hiç mürşitsiz olmaktansa meczup bir şeyh bile Allah yolunda büyük bir nimettir". Yani ne yalnız ilim ve akıl, ya da bir şekilde üveysicilik oynayarak tasavvuf kitaplarıyla avunmak değil, illa mürşid, illa Allah dostu, mecburidir.. Şarttır.. Ya da anlattığım bu açık gerçeklerden sonra, zamanımızda yaşayan tüm veli ve evliyaları inkar etme küstahlığına düşmeden,veya bir şekilde bu mübarek zatları yok saymadan, ben mürşidsiz ve tekbaşıma Allah yolunda ilerlerim ve Allah dostu olabilirim sözünün mantığı da yoktur, delili de... Ayrıca yine, hiç bir delilleri olmadığı halde, bu zamanda evliya olamaz deyip, kendilerini kitaplara gömenlerin de, ya aklı yoktur, ya da kesinlikle nasibi... 

  Konuyu dağıtmadan devam edelim; şimdi demek ki, öyle anlar vardır ki, ne ilimle, ne de akılla, kişi kendini hakkıyla kontrol edemez. Bu en aklı kıta bile gün gibi açık bir gerçektir. Ve yine, mütemadiyen alkol içenleri hepimiz biliriz. Bu adamlar belki biraz mücadele verseler, önceleri alkolü kolayca bırakabilecekleri halde, ısrarla hergün belirli yakın aralıklarla devamlı içe içe, neticede hepimizin çok iyi bildiği, ALKOLİKLER dediğimiz zavallı çaresizler haline gelirler.. 

  Ve yaşadıkları müddetçe de, artık devamlı pejmurde ve bir yudum içkiye mahkum ve köle olurlar Öyle ise doğal olarak, yardıma muhtaç bu adamların, kesinkez içkiyi bırakmaları, kendi başlarına ve kendi iradeleriyle, asla mümkün değildir. Tabi gerçek alkoliklerse... 

  Yoksa özel tedavilerle ve tek tük de olsa bırakanlar da yok değildir. Ama dikkat edilirse, bu özel tedavi, başka bir el ve başka iradelerin yardımının devreye girmesiyle mümkün olabilmektedir. Çünkü o zavallı adamın alkole istek ve ihtiyacı, alkolden ve pejmurdelikten kurtulmak istek ve ihtiyacını aşmış ve artık onun için alkolü bırakmak gücünün sınırlarının çoktan üstüne çıkmıştır. Ve artık onun ne aklı para eder, ne de ilmi ve iradesi... 

  İlla doktor gerek, tedavi gerek... Ve özel ilgi gerek...Ve herşeyden önce de, ona kurtulmanın kurtulmak olduğunu öğretmek ve kabullendirmekte şart... 

  SORU: Çocukluğundan beri İslami eğitim ve disiplin içinde yetişmiş ve sizin deyiminizle de, sonradan olma hiçbir kalbi hastalık kolik olmayan temiz insanlar da mı tasavvuf kitabı okuyarak veya yalnız ilim ve aklının itmesiyle Allah'a ulaşamaz? 

  CEVAP:
Biliyorsunuz nefs, insanoğlunda kötü ahlak ve hertürlü menfi duyguların kaynağı olan, tüm tasavvuf erbabı ve ehli ilimce de, Allah düşmanı diye nitelendirilen potansiyel bir kötülük kaynağıdır. 

  Ve yine ayet ve hadislerle de sabittir ki, nefs denen bu zorlu düşman, imtihan gereği yapımızda doğuştan vardır. Üstelik insanoğlu, birde sonradan olma kötü alışkanlıklarını da, ısrarla tekrar ede ede, kişiliği ve sıfatlaşmış ahlakı haline getirince, elbetteki doğal olarak o insan namaz da kılsa, oruçta tutsa, evliya kitabı da okusa, alim de abid de olsa, cimrikoliktir, yalankoliktir, kibirkolik, riyakotik ya da daha önce dediğimiz gibi, nefsi emmare dediğimiz her türlü kötülük ve adilikkoliktir... 

  Ayrıca birazcık insan psikolojisinden anlayan herhangi bir insan bile, davranış tekrarlarının kişide meleke haline geldiğini ve neticede de, sıfatlaşmış huy gibi insana yerleştiğini, gayet iyi bilir. Yalnız ne varki, çok iyi eğitilmiş çekirdekten yetişme müslümanlar, nefislerine kolaylıkla her boyutta sahip olabilirler. Ve nefsin tüm kötülüklerine de, çok rahat bir şekilde mani olabilirler. Ama bu dereceleri ve mücadeleleri, onları belki abid, belki zahid yapar Amma veli ve Allah dostu, asla yapamaz... 

  Çünkü herkesin bildiği gibi, Allah dostu veli demek, nefsine ve kalbi marazlarına sadece sahip çıkan değil, kalbini tasviye ve nefsini teskiye edip temizleyenlerdir. Dedik ya, insan çok iyi yetişen bir müslüman da olsa, nefsinin her türlü pisliği zaten doğuştan potansiyel olarak her insanda vardır. Gerçi nefsinin adilik potansiyeline göre, aynı paralellikte ve aynı ölçüde, iyilik ve güzellik kaynağı ruhî insani ve onun manevi silahlarıyla da donatılmıştır. Ama, bu ruhi manevi silahlarla ilmiyle amel eden ve kusursuz bir şekilde İslâm'ı yaşayan biri de olsa, ancak nefsine sahip olabilir ve sadece nefsin pisliklerine mani olabilir. Allah'ın kişiye kaldıramayacağı yükü yüklemeyeceği ölçüsü ve her kişiye veli olmanın farz edilmeyişi, söylediğimize delildir. Amma nefsle mücadeleyi terk edip, üstüne üstlükte bir çok kötü davranışı, kötü alışkanlıkları, kötü düşünce ve ölçüleri nefsin pislikler ordusuna katıp, nefsi tank gibi güçlendirip, sonra da ruhu ve aklı ise ibadetsiz, fikirsiz, zikirsiz bırakıp nefsin karşısında sönük ve güçsüz bırakırsa, işte o zaman o insan ne olur, gayet açık. Her pislikkolik hastası ve tedavisi de her derde deva olabilecek özelliklerle donatılmış veli ve Allah dostu... Bu konuda daha başka birşey söylemek istemiyorum. Çünkü hala anlamayanlara, asla daha başka türlü anlatılamaz... 

  O yüzden bu manada bir hadisi şerifi hatırlatmakta da yarar görüyorum. Peygamberimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) : "Şehveti galeyana gelenin aklının üçte ikisi gider" buyuruyor. 

  SORU: Efendim, bu misaller gayet açık ama biraz daha açarsanız çok daha faydalı olur kanaatindeyiz... 

  CEVAP: Evet sanırım bu misaller yetiyor. Ama biz yine de biraz daha açalım istiyoruz. İnsan aklı ve iradesi Allah yolunda cılız bir itici güçtür demiştik. Şimdi, yalnız aklının ve ilminin itmesiyle kendini merak eden ve kendini bilmeyi ve bulmayı amaçlayan mücahid ve Allah dostu adayı herhangi bir insan düşünün. Bu insan, oldukça kültürlü, İslami ilimlere vakıf ve tam bir mücahid olsun. Ve yine bu adam, ne yapsın ve nereden başlasın ki, kalbi yaralarını temizleyip, "Kendini bilsin ve olsun"... Üstelik de sadece aklı ve ilminin itici gücüyle. Ve başlasın mücadeleye. Ne yapacak bu adam? Az uyuyacak, çok ibadet yapacak, tasavvuf kitapları okuyup dervişlerin sohbetini dinleyip onları pratikte tatbik edecek, ama yine de karanlıktan korktuğunu, kütüğü ayı sanabildiğini şehveti galeyana geldi mi aklının hepsinin gittiğini de sık sık müşahade edecek. Neden? Çünkü eksiklik, kendini kendinin şeyhi yapmasında, ya da aklıyla marazlarına sahip çıkabileceği akılsızlığına düşmesinde. 

  Bu tip tarikat ehli dervişler de, ehli tarik olmayan ama yukardaki gibi anlatmaya çalıştığımız durumda olan, mücahid ruhlu müslümanlar da aynıdır. Yani sofi olan mürşidine tam teslim olmamış, kendi kendinin şeyhi olmuş... Sofi olmayanı da, zaten kendi kendinin üstadı... Sözün özü şu; önce bir gönül ehli bulup teslim olmak ve daha sonra kendi vaziyetini de kabullenip, üstadına da bu ölçüde muhtaç olduğunu idrak ederek, teslimiyetini pekiştirmek işin başı. Sonra da, yalnız başına ve salt ilmiyle ve aklıyla da, bir yere varamayacağını kendine ispat edip, seyr-ü sülüka girmek. 

  SORU: Yani siz, şimdi insanlar her türlü günahtan kaçıp ve her güzel ibadet ve taatı yapsa bile veya kısacası ilmiyle amil de olsa, kesinlikle nefsinin hastalıklarını tamamıyla kazıyamaz mı demek istiyorsunuz? 

  CEVAP: Elbette, açıkça öyle diyorum. Ve isterseniz bunun, izahını değil kesinlikle isbatını yapalım. Şöyle ki; herkes bilirki insanların kendilerinden maddi ve manevi bazı beklentileri vardır. Bu beklentileri, hem maddi hem de manevi ihtiyaçlar diyebileceğimiz, ruhsal yapısal iç itmelerin neticesidir. Yani nasıl ki fizyolojik yapılarının itmeleri itibariyle insanlar, su içmeye, yemek yemeye, uyumaya vs. hem mahkum hem mecburdur, tıpkı manevi ihtiyaçlarını da, ruhi iç itmelerinin neticesi olarak karşılamak mecburiyetindedirler. Ve bu, kaçınılmazdır. Konuyu biraz daha açarak daha kolay anlaşılması için şöyle bir örnek vereyim; mesela, insanoğlu, düşünüp taşınıp, "su içmem gerekiyor" ya da "yemek yemem, uyumam gerekiyor" gibi salt düşüncenin itmesiyle tüm bunları yapıp etmez. Çünkü, yapmamaya gücünün yetmediği tüm bu şeyleri, akıl sadece düzenleyici bir unsurdur o kadar.. 

  Ve yine yapması etmesi de, zaten doğal yapısı itibariyle, ihtiyaç duyduğu ve mutlak yapılması gereken ihtiyaçları olduğundan, belki, aklıyla olayları sadece kritize eder. Bu da şu demektir; bu durumda aklın ve düşüncenin gücü, insanın doğal yapısında olan sırf yeme ve içme güdüsünü, midesinin abur cubur şeylerle doldurmamasını ayarladığı gibi beslenme denen düzenli yeme ve içmenin farkında olmasını bilmesini sağlar.. Yani karnını doyurmasını değil, beslenmesini sağladığı gibi, yarı vahşi değil de, disiplinli bir şekilde fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamasını ayarlar.. İşte manevi ihtiyaçlar dediğimiz, ruhi iç itmelerin doğurduğu ve ister istemez pratiğe dökülmesi gereken ya da menfi veya müsbet mutlaka icra edilen ruhi fiillerimiz de vardır. Ve tıpkı yukarda örnekleriyle anlattığımız gibi, maddi ihtiyaçları karşılama biçimi gibidir. Hem de eksiklik ve fazlalık olmadan... Sözün özü; nasıl ki, maddi ihtiyaçlan karşılanmazsa insanlar ölür, manevî ihtiyaçlar için de bu aynen geçerlidir. Ya da ruhi beklentilerimiz için... Evet bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın. Çünkü Allah'u Teala Kur'an-ı Kerim'in de bu manen ölmüşlere "gözleri vardır ama kördürler, kulakları vardır ama sağırdırlar" gibi bir bakıma ölüye denilebilecek isimler vermiştir . 

  SORU: Nedir bu manevi ihtiyaçlar? 

  CEVAP: Gayet açık anlatayım. Mesela zikir, namaz, oruç elbette manevi ihtiyaçlardandır. Ama bizim asıl bahsettiğimiz ihtiyaçlar, yani manevi ekmekler ve sular hiç şüphesiz sadece bilinen tüm ibadetler değildir. Burada bizim anlatmaya çalıştığımız manevi ekmek ve su ismini verdiğimiz manevi zaruri ihtiyacımız olan birkaçından bahsedeyim. Mesela sevmek ihtiyacı... Saygı duyulmak hatta saygı duymak ihtiyacı veya kendi varlığını göstermek ihtiyacı gibi, ruhsal ihtiyaçlarımız bunlardan sadece birkaçıdır. Ve bu ihtiyaçların müsbet ve mantıklı bir şekilde sağlam İslami ölçülerle karşılanma zarureti vardır. Yoksa günaha düşme dediğimiz, ruhun ölmemek için boşuna çırpınmalarının peşinden, zaruri olarak, mutlak manevi ölüm gelecek ve kişi manen kesin kez ölüp, ayet ve hadislerle de belirtildiği üzere kalbi mühürlenecektir.. 

  Neticede şunu söyleyebiliriz, kendimize lazım olan maddi ihtiyaçlarımızın peşinden bilinçli bir şekilde nasıl koşuyorsak, manevi ve ruhi ihtiyaçlarımızın müsbet ve uygun bir şekilde karşılanabilmesi için de, mutlaka çaba göstermeliyiz... Yoksa, zaten çok aç kalan bir adam, nasıl her önüne geleni yer ve bu arada yemek yerken de görgü kuralları gibi teferruatlar onun umurunda bile değildir; çünkü açlığın verdiği panik buna sebep olmuştur. Manevi açlar da birazcık manen doyuma ulaşmak için mecburi yalan söyler, iftira atar veya her türlü günaha rahatça düşebilirler. Çünkü bu durumda onlar için önemli olan manevi herhangi bir ihtiyacının karşılanmasıdır. Günaha düşüp düşmemekse, onun için sadece açlıktan ölmek üzere olan bir adamın yemek bulduğu zaman ağzını şapırdatmadan yemesi gerektiğini düşünmesi gibidir.. 

  Öyleyse yapılacak tek şey, manen beslenmeyi öğrenmek ve yukarıda ki saydığımız zavallıların durumuna düşmeden, bir Allah dostu veli bulup, maddi ve manevi tüm ihtiyaçlarımızı, bilerek ya da bilmeyerek vahşice değil de, medeni insan gibi karşılamayı öğrenmek... 

  SORU: Efendim öyleyse herhangi bir manevi ihtiyacın illada karşılanma mecburiyeti bizi nasıl büyük günahlara itebiliyor... Biraz daha açar mısınız... 

  CEVAP: Evet, sanıyorum gayet açık anlattık. Ama tüm bunları nasıl yapacağımızı veya yukarıdaki zavallıların durumuna düşmeden önce, neler yapmamız gerektiğini, çok az da olsa anlatalım. 

  Mesela, "yalanla iman birarada durmaz" hadis-i şerifinin ışığı ile yolu aydınlanan ve tövbeye karar veren müzmin bir yalancının, yukarıdaki hadis-i şerif'i bilmesi, hatta yalanın kötülüğü hakkında bilmesi gereken tüm ayet ve hadisleri veya her alimin ve velinin yorumlarını, ayrıntılı ve detaylı bir şekilde bilmesi ve öğrenmesi, üstelik de tüm gücüyle yalancılık hastalığıyla mücadeleye girmesi; durumunu değiştirmeyecek; netice, sıfıra sıfır elde var "hiç" olacaktır. Neden? Çünkü o zavallı müzmin yalancının, kendini yalana iten iç sebebin, onun için hayati bir ihtiyaç olduğunu sezmemesi, tövbeyle beraber onu, bir iç sıkıntıya ve bunalıma itmiş, üstelik de yalana, her yalandan sonra daha çok ihtiyaç duyarak, tövbe sonrası yalanlar patlamasına mani olmamıştır. Ve kesinlikle asla olmayacaktır da... Şayet olabilirse, ki bu mümkün değil, ama yine de olmuş farzedersek bile bu kişinin, kesinlikle yarı deli bir kişilikle yaşama razı olan tuhaf bir mazoşist durumuna düşmesi de kaçınılmaz olur. Yani yalana sebebiyet veren iç itme tesbit edilmeden, yalandan kurtulmak mümkün değildir. Bu, her günah ve her maraz için geçerlidir. Öyleyse, insanların maddi ve manevi ihtiyaçları yerinde ve zamanında belirlenip, maddi ve manevi tüm ilaçları dozajınca ve günü birlik verilmeden, tedavi veya en azından sağlıklı maddi ve manevi yaşam hayaldir.. Bir misal daha vereyim; açlıktan midesi guruldayan, sönük gözleri ve soluk yüzünden isyanla kırışık zilleti rahatça gözlemlenebilen bir adama, İslam'ı tebliğ ettiğini sanıp, "neden cihad etmiyorsun, niye teheccüd namazı kılmıyor veya ne sebeple oruç tutmuyorsun? " diye, güzelim İslam'ın emirlerini yanlış yerde ve zamanda ve yanlış kişiye anlatmak, neticesi belli duruma tebliğciyi ve tebliğ edileni düşürmesi zaruridir. Daha ne diyelim, her şey gayet açık, yapacaklarımız da ortada, bir Allah dostu veli bulmak ve acilen, hem kendimizi hem tüm ihtiyaçlarımızı tanımak... 

  Çünkü yukarda anlattığımızdan da anlaşılacağı üzere, önce insan kimdir nedir, hakkıyla bilebilen velileri bulmak gerekiyor. Yoksa, gerçek bir insan cahili olarak karanlığa taş atıp hedef vurmaya kalkan mübalağalı atıcılar gibi, İslam'ı anlatmak, ya da kendini dört dörtlük takva bir müslüman sanarak yaşamak, hem kendine ve Ümmeti Muhammed'e yazık etmek olduğu gibi, hem de ebedi saadet hayatını büyük bir gaflet ve cahillikle riske atmaktır.. 

  Dedik ya illa Mürşid-i Kamil, illa veli ve evliya gerek bize... Yoksa okusak bile doğru dürüst anlayamadığımız, hadi anlasak bile, asla hakkıyla amel edemeyeceğimiz, ne bir tasavvuf kitabı, ne de dünyayı aydınlattığını sandığımız cüce aklımız ve sınırlı aklımızın kuşatabildiği kısır ilmimiz, yine ne bizi ne de hiç kimseyi asla ama asla kurtaramaz. Artık bu çok açık gerçekleri gayet iyi anlamamızın zamanı gelmiştir.. Geçiyor.. Yoksa tüm bu hakikatları cehennemde anlamak kesinlikle beş para etmez... 

  SORU: Efendim, biliyorsunuz çetin ve zor bir zamanda yaşıyoruz. Öyle ki, tüm dünya müslümanlarının imanı, ahlakı, namusu ve her boyutta maddi ve manevi değerleri de büyük bir bela ve zulüm altında. Yani çok net bir şekilde ortada ki, bu zaman, iman kurtarma zamanıdır. Bu zor durumdan da genel olarak bahsederseniz, faydalı olacağı kanaatindeyiz. 

  CEVAP: Evet, 20. asrın sonlarına geldiğimiz şu yıllarda, dünya her boyutta dayanılmaz bir biçimde adileşti, çirkefleşti... 

  Etraf vıcık vıcık... Kokuşmuşluk, adilik, ahlaksızlık, zulüm, cehalet ve her türlü basitlik inanılmaz boyutlarda iğrenç ve bir o kadar da tiksindirici... Şöyle bir etrafına bakan her ferasetli mü'min, bunun kesinlikle böyle olduğunu yakinen görür ve bilir. Çünkü artık ahir zamandır.. 

  Allah Resulü'nün (s.a.v) olacak diye haber verdiği alametlerin çoğunun olup bittiği ve artık büyük alametlerin beklenir olduğu çetin ve zor bir zaman... Böyle olunca da, ehli küfrün akla gelebilecek her türlü utanmaz ve usanmaz usullerle, bıkmadan ve bir an dahi durmadan, şamar oğlanı gibi gördükleri müslümanların üzerlerine acımasızca gelmeleri de elbette doğal ve normal... 

  Veya, İslami kesimde cereyan eden binbir fitne-fucur ve müslümanlar arası diyalog kopukluğu, İslam'ın yüzkarası sahte şeyhler, istismarcı alimler, boş beyinli dervişler, hatta peygamberliğini veya mehdiliğini ilan eden ve bu doğrultuda da gece gündüz cihad adına çalışan tımarhanelik zavallıların olması da yine doğal ve normal...
Ne var ki, aslında bunlar kesinlikle bilinen şeyler olmasına rağmen her tarikat şeyhi, her cemaat lideri, her alim, her avam mü'min de bu durumun insanımıza verdiği sancıların farkındadır, bilincindedir.. 

  O halde tüm bu olan bitenin farkında ve bilincinde olmak müslümanları şamar oğlanı olmaktan kurtaramıyor. Ve ehli küfrün ve münafığın her türlü saldırısı, fitneyi ve fücuru, pısırıklık ve acizliği daha da arttırıyorsa eziklik ve cüceliğimizi bilmek neye yarar ve bize ne kazandırır?.. Ve binbir çile ve bunalım altında inim inim inleyen zavallı müslümanlara ne tür bir faydası dokunur.. Yani sözün özü biz diyoruz ki, bu zaman zor zamandır. Ve Gavs-ı Azam Seyyid Abdülhakim Hz. gibi, Bediüzzaman Said Nursi Hz. gibi söylüyor "Bu zaman iman kurtarma zamanıdır" diyoruz. Peki bu ne demektir? Gayet açık; yukarıda anlatmaya çalıştığımız sebepler ve ona bağlı sayısız nedenlerden dolayı tüm Ümmet-i Muhammed'in kafası karmakarışık, imanı bulanık, yaşamları da tabi ona göre yamuk yumuk ve her boyutta permeperişan demektir.. 

  Öyle ise ‘Zaman iman kurtarma zamanıdır" edebiyatı yapmak Ümmet-i Muhammed'in imanını kurtarma yönünde aktif mücadele verilmezse boş laftır. Lakırdıdır, ya da kendince doğru ama baştan aşağı yetersiz taktik ve usullerle yapılan tebliğ faaliyetleri de bir o kadar lüzumsuz hatta bir o kadar da zararlıdır. Ve yine hakkıyla şefkatli, merhametli ve güzel ahlaklı olmayan, ayrıca zamanın tüm müsbet bilimlerine de alabildiğine vakıf olmayan ve yine küfrün en azından fikri boyutta saldınlarını bertaraf edecek boyutta ilim sahibi olmayan, münafığı susturup pusturamayan, kendini ilim ehli sanan zevatların kürsülerdeki lakırdıları da ne cihaddır ne de tebliğ.. 

  Veya etrafında milyona varan kalabalık, müridleriyle irşad eden ya da ettiğini sanan nakıs mürşidlerin, Ümmet-i Muhammed'e hakkıyla acıması ve onların aklıyla, kalbiyle ve her türlü soru ve sorunlarıyla uğraşması ve ilgilenmesi dört dörtlük değilse, o mürşidin veya alimin, bu zamanın müslümanıyla yetersiz olduğu halde haşır neşir olması, ne mürşidliktir ne tebliğdir ne de irşad... Sadece oyalamacadır, sadece avutmak... 

  Dedik ya illa ilim, illa merhamet, illa şefkat... 

  Evet madem zaman iman kurtarma zamanıdır ve madem müslümanların kalbi bulanık, kafaları karmakanşıktır, o halde ne acemi tamirci gibi yalnız kafa tamir eden alimlerin tebliği yeterli, ne de eksik ve nakıs mürşidlerin 16. asır mantığıyla irşadları ve tasarruf etmeleri yeterlidir.. Yani bu zamanın mürşidi yine bu zamanın müslümanının dertlerine deva olamayacaksa bu tür mürşid ve alimler gerçekte bu zamanda yaşayan ama bu zamanın adamı olamayacak kadar ilkel ve cahil müslümanların mürşidi ve imamı olabilirler... 

  Evet, ancak bu tür cılız ve aciz boyutlarda himmet edebilen alim ve mürşidler kesinlikle her boyutta yaralı ve her açıdan yardıma muhtaç olan bu asrın ezik müslümanlarına "Gel, ne olursan ol gel" diyebilme cesaretini, kesinlikle gösteremezler, göstermemeliler de... 

  SORU: Bu konuyu biraz daha açar mısınız? 

  CEVAP: Elbette. Gayet açık anlatayım: Bir kısım temiz niyetli ilim sahibi zatların, tekdüze ve klasik ilimlerinin verdiği coşkunun itmesiyle, medrese ismini verdikleri yetersiz okullar da, sadece arapça, fıkıh, kelam gibi ilimleri, tamamen eski usulde ve ilkel yöntemlerle, öğrencilerine öğretmelerinin yeterli olduğuna inanmaları, sizce normal mi? Ayrıca, bu ve buna bağlı bir çok arapça, fıkıh, kelam, nahv, vesaire ilimlerine alabildiğine vakıf, ama yirminci asırda yaşadığının bile farkında olamayacak kadar, duyarsız ve dış dünyadan uzak kişiler, sizce hakkıyla alim ve bu zamanın kurtarıcı mürşidi olabilir mi?.. 

  O halde, bu zamanın psikoloji, sosyoloji, pedagoji, veya biyoloji, astronomi, kozmoloji, fizik ve bunun gibi bilimlerden zerre kadar haberi olmayan olsa bile kısmi bilgi kırıntısı sahibi olabilen üstelik de kabalığı, doğallık ve nezaketi ve inceliği riya sanacak kadar dengesiz alim ve mürşidlere biz nasıl güvenelim ve onlardan ne bekliyelim...
Aslında mümkün olsa da, bu adamlan 16. asra gönderebilsek! .. İnanın işte o zaman, ne bu adamlar gittikleri onaltıncı asrı yadırgarlardı ne de asrın adamları bu nakıs şeyh ve kaba alim bozuntularını, hor ve hakir görürlerdi... Kardeş kardeş geçinir giderlerdi... Her neyse, ama İslam'ın bu değişemez ve değişmez tüm değerlerinin her asırda geçerli ve uyulması gereken hakiki ölçüleri olduğunu nazarı dikkate aldığımızda bu adamlara bir bakıma şanslı ve kurtulmuş kişiler de diyebiliriz. Gerçi bu biraz zor ama öyle farzetsek bile kesinlikle ama kesinlikle bu adamlara ne mücahit, ne ehli tebliğ ne de bu asra göre yeterli mürşidler diyemeyiz... 

  Kaldı ki, Ümmet-i Muhammed'in dertleri dağları aşmış sıkıntı ve bunalımları ise had safhada dayanılmaz ve maksimum makamdadır. Ayrıca gençlik ise; envai çeşit cinsel sorunları ve diğer olabilecek tüm psikolojik sorunları, ekonomik problemler, iman bunalımları ve daha ne dertler, ne çilelerle boğuşmak zorunda kalmışlardır. Ve yine insanımız bir yığın televizyon kanalından ve diğer vıcık vıcık boyalı basından beynine aktarılan küfür, nifak ve ahlaksızlık telkinleri, yukarıda da anlatmaya çalıştığımız gibi zaten komalık hasta müslümanları daha da fazla klinik vakalaştırması tabiidir.. Doğaldır... 

  Memleketin dört bir yanında vehhabilik, bahailik, tarikat münkirliği, hristiyanlık hatta budizmin aptal öğretileri yayılmaya çalışılıp, insanımız mütemadiyen ve ağır ağır zehirlenmektedir.. 

  Artık entel meclislerde yahudi mistisizmi veya yahudinin kaos dolu kabbalası veya Transantal-Meditasyon ve Reenkârnasyon soytarılığı, deli ekolü ufoculuk, inatçı ve kafasız tiplerin savunduğu evrimcilik ve daha ne manyamışlıklar, ne saçmalıklar konuşulur savunulur olmuştur.. 

  Ve inanın okumuş aydın kesim diye nitelendirilen, müslümanların büyük çoğunluğunun kafaları ve kalpleri maalesef yukarıda saydığımız adi telkinlerin çok fazla tesirlerinde ve etkisindedir. Dolayısıyla da aydın kesim iç dünyasında fıkri çatışma ve bunalım içindedir. 

  O halde, dünya müslümanlarının bizce yüzde doksanını oluşturan bu fikri bulanıklık ve arayış içindeki müslümanlara, kim yardım elini uzatacak ve zamanın bilinmesi zaruri ilimlerinden ve sıkıntılarından zerre kadar haberi olmayan, hatta neredeyse yirminci asırda yaşadığının bile farkında olmayan, alim ve mürşid geçinenler, müslüman kesimin büyük çoğunluğunu teşkil eden bu insanlara nasıl yardım edecek, hakkıyla İslami liderliği bu anlamda nasıl başaracaklar?.. Siz takdir edin ve karar verin... 

  Evet, sanıyorum gayet açık anlattık. Allah'tan korkan her insan için sözlerimiz net... Ve kesinlikle gerçek mürşid ve alimlere de saygımız ve sevgimiz çok büyük... Ve yine biz Allah için o mübareklerin tellalı ve en gür sesli münadisi olduğumuzu da çok iyi biliyoruz... 

  Ayrıca biz, ne orijinallik manyağı çatlak radikaller gibi düşünüyoruz, ne de yirminci asırda yaşadığının bile hakkıyla farkında olamayan aklı dun kişiler gibi..
Elhamdülillah, doğru düşünüyor, doğru yaşıyor, doğru yazıyoruz... 

  Yani, düşüncelerimiz ve mantığımız, ifrad ve tefrid girdabından beri, misyonumuz ve gayretimiz ise çoğu kişiden ve gayretinden ileridir.. 

  Çünkü, Allah Dostu tasarrufundayız ve bizim eğitmenimiz de, himmetçimiz de Allah'ın izniyle velilerdir, mürşidlerdir.. Biz inanıyoruz ki, onlar her zaman bizimle ve her zaman yardımcımız, her zaman destekçimizdirler. Tabi Allah'ın müsaade ettiği ölçüde ve bağlılığımız böyle sürdüğü müddetçe... 

  Ve yine biz, İslam'ın tüm emirlerine yenilik ve bid'at katmadan sadık kalmak kaydıyla, tabiri caizse tam bir gelenekçi müslüman olduğumuz gibi, bu zamanın tüm küfür ve nifak kaynağı düşüncelerinin de, alabildiğine farkındayız... Çünkü biz, Elhamdülillah Gönüller Sultanının eserleriyiz ve ona bağlı bir şerefle de şerefliyiz. Ve kendimize güveniyoruz... 

  Yani, sözün özü biz; tek kişilik ordu gibi yetiştirilmiş velilerin ve mürşidlerin izindeyiz. Bu bağlamda da, hakkıyla ve cesurca, "Gelin ne olursanız olun yine gelin" Bizim yolumuzda şifa var, bizim yolumuzda ilim var, deva var diyoruz... Korkmadan inanarak... 

  Allah'a emanet olun.