Yakîn sahibi, basiret ehli müminler, âlimler, veliler veya Allah dostları; ehl-i küfrün kalbine ve aklına şaştığı kadar hiç bir şeye şaşmazlar!.. Ve kâinattaki her zerrenin, o iğrenç kâfire buğzunun temaşasından titrer, küfürden ve imansız gitmekten Allah’a sığınarak şükrederler!.. Çünkü kâfir, sonsuz denecek kadar çok İslamî hakikati, görmemezlikten gelecek kadar adaletsiz, bencil ve dünyevî menfaat düşkünüdür... Ve Kur’ân’ın ifadesiyle aşağıların aşağısıdır... süflîdir... necistir…
O halde, yeryüzüne halife olarak gönderilmiş, insan denen bu harika varlık, neden bu denli süflîleşebilmiş, nasıl bu kadar hakikati görmemeyi başarabilmiştir?! Ona gelelim...
Hiç düşündünüz mü, en küçük elektrondan en büyük galaksilerdeki muhteşem nizama, harikalar harikası güzelliklerle dolu sayısız delillere rağmen, adam, haşa “Allah yoktur.” diyebildiği gibi; bu eşsiz nizamı, tesadüflerle ya da yığınla bir sürü saçma ekollerle izah etmeye kalkışıyor. Üstelik bu adam, Nobel Fizik Ödülü almış bir profesör olabildiği gibi, dünyaya nam salmış bir biyolog veya astronom olabiliyor. Veya bu tür adam ve adamcıklar, en ahmak ama tarafsız gözlerle bakabilen, sıradan bir avam şahsiyetin bile rahatça görebileceği kadar açık olan Hristiyanlıktaki ve Yahudilikteki saçmalıkları göremedikleri gibi, üstüne üstlük de dünyayı istediği gibi evirip çevirebilme cesaretini gösterebiliyor ve bunu da çok iyi başarıyorlar...
Hayret ki ne hayret, bugün maalesef Batılı kâfir, yüz binlerce her daldan âlim ve aydın yetiştirmesine rağmen, dinindeki akıl almaz saçmalıkları hâlâ göremediği gibi, hadi tesadüfen görse bile, ne yazık ki bu sığ görüşü, onun İslam’ı bulmasına yetmiyor, yetemiyor...
Bunun yanı sıra sırf fanatiklikten ötürü Yahudilik, Budizm, Taoizm, Şintoizm gibi aptalca dinlere, hâlâ milyarlarca, akıllılığı kimseye vermeyen insanlar inanıyor, inanabiliyor... Sadece inansalar yine iyi; hakikatler hakikati, gerçeğin kendisi olan İslam’a ve Müslümana en adice düşmanlıklardan da hiç geri kalmadıkları gibi, cüceliklerini en âlî yücelik gibi lanse etmekten de maalesef hiç mi hiç geri durmuyorlar. Mesela, şaşılacak şey ki, hâlâ yüz milyonlarca insan, ineği ve fili kutsal bilip tapabildiği gibi; fizikte, astronomide, matematikte de dehalığa oynamaktan da hiç vazgeçmiyorlar.
Sadede gelelim; yukarıda da dediğimiz gibi, neden ve nasıl, bilim ve teknikte ayyuka çıkmış, bu milletler, kâinatın sırlarını çözdüğünü zanneden bu koca koca prof.lar, nasıl hâlâ Hristiyan, Yahudi, Budist ya da ineğe ve file tapabilen ilkel ve zavallı insanlar olarak kalabiliyor?.. Gayet açık, fanatikler de ondan... “Nasıl bir fanatizm peki bu?” denirse, yine gayet açık: Seviyorlar... Evet, rahatça altını çizebilirsiniz, dinlerini ve yollarını, zerre kadar akıllarını devreye sokmadan ve sokamadan olağanüstü bir fanatiklikle severek bağlanıyorlar.
Biraz daha açarsak şöyle diyebiliriz: Mesela, bir Müslümanın Allah’ın varlığına, birliğine ve Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğuna dair kafasında ve kalbinde bloke edilmiş en sağlam delillere rağmen, onun kalbinden Allah ve Resûlullah sevgisini çıkarsanız, geriye sadece entelektüel ama, iman edememiş, deliller ve ekoller anaforunda boğulan zavallı, bunalımlı bir şahsiyet kalır. Yani kâfirin küfrüne iman etmesine sebep de sevgi, müminin İslam’a teslim olmasına en büyük sebep de yine sevgidir. Aklın ve ilmin payı ise çok azdır ama, akıl, olmazsa olmaz denecek kadar da gereklidir...
Bu konuda da çok fazla hadis, birçok ayet-i kerime ve âlimlerin ittifakı söz konusudur. Ama şüphesiz, kâfirin sevgisi ise sırf işine geldiği için, dünyada rahatça hayvan gibi yaşayabilme arzusundan kaynaklanan kalbî bir sapıklıktır... Zaten biliyorsunuz, Kur’ân’ın tanımlamasına göre kâfir; göremeyen, perdeli, işine geldiği için hakikatlere kulağını tıkayan değil midir? Gerçi her ne kadar, sırf işine geldiği için İslam’a inanan bir müminin Müslümanlığı ve imanı geçerli olsa da, bunun sebebi, İslam fıtratı üzerine yaratıldığındandır. Yoksa İslam, Müslümanın sadece işine geldiği için iman etmesini, aklını ve ilmini devreye sokmadığı için taklidî iman sayar; ve bunları günahkâr addeder. Dediğimiz gibi, kâfirin küfründe ise, fıtratına rağmen yanlışa yönelmek; bâtılı sevmek vardır. Kim ne derse desin, bu böyledir... Mesela adam, herhangi bir futbol takımının fanatik mi fanatik taraftarıdır... Takımı yenilir, hatta küme düşer, yine o takımından vazgeçmediği gibi, tam tersi fanatikliği artar. Hatta bazen inanılmaz derecede hırçınlaşır, saldırganlaşır... Aklını devreye soksa, o takımı tutamayacaktır; ne var ki, sevmiştir bir kere o takımı. Ne aklı devreye girebilir ne de mantığı, o ölene kadar Beşiktaşlı, Galatasaraylı, Fenerbahçelidir... Ne komik değil mi?
Yine halk arasında bir söz vardır. “Kızını sahipsiz bırakırsan ya davulcuya varır ya zurnacıya” diye. Yani çocuk aklı, gerektiği kadar aklını, kültürünü, ilmini devreye sokamadan sadece severek davulcukolik olabildiği gibi, bu yolda intihara gidecek kadar davulcusuz yaşayamaz hale gelebilmektedir... Örnekleri çoğaltabiliriz... Öyleyse ister herhangi bir inanışın, dinin, felsefi ekolün ister kimin ve neyin fanatiği olunursa olunsun, fanatizmin tasvip edilecek, kabul edilecek hiçbir tarafı yoktur... Çünkü aklı devreye sokmadan, bilmeden, tanımadan sevmek ve bağlanmak, gözü kör, kulağı sağır edercesine, aklı ve düşünceyi devre dışı bırakacak kadar dengesizse, işte o fanatizmdir; körü körüne inanmaktır... Ve işine gelmenin kulu kölesi olmaktır. Bu anlamda, elbette bir dinin ya da herhangi bir ekolün fanatiği olunabildiği gibi, İslam’ın ve herhangi bir âlimin ya da şeyhin de fanatiği olan birçok Müslüman elbette vardır. Ama bu Müslümanların imanının geçerliliğinin sebebi ise, her insanın İslam fıtratı üzerine yaratılmasından başka bir şey, asla değildir...
Yoksa yüce İslam dininin akla ve ilme ve düşünmeye verdiği değeri anlatmaya bile gerek yoktur...
O halde, düşünmenin bile en büyük ibadet sayıldığı dinimizde, körü körüne ve futbol takımı taassubuyla inanmış ve teslim olmuş Müslümanları da, bizim, pek kâmil Müslümanlar görmemiz, asla mümkün değildir. O halde, her ne kadar kelam kitaplarında küfrün çeşitlerini sıralarken cehlî küfür, inadî küfür, isyanî küfür gibi tanımlarla izah edilse de, kesinlikle, aynı kapıya varma anlamında kâfirin küfründe, sadece işine geldiği için yanlışı sevmek ve yanlışa bağlanmak vardır. Yoksa zihni boyutta İslam’a alternatif herhangi bir düşünce, felsefi ekol ya da din ismi verilen saçmalıklar; kesinlikle, işine geldiği için zaten inandığı görüşünü ve dinini, zihin bazında ve alternatif inanç görüntüsünde, kamufle ihtiyacından başka hiçbir şey değildir. Yoksa, çok cahilce bir yaklaşımla, ehli küfrün inançsızlığının yegâne sebebinin, kafasındaki herhangi bir felsefi ekol ya da sapık bazı ideolojiler olduğunu sanabilmek, çok yanlış, çok basit ve saçmadır. Çünkü, ehli basiret gayet iyi bilir ki, Hz. Adem’den beri, İslam’a alternatif hiçbir mantıklı fikir, kesin delil denilebilecek hiçbir düşünce ve inanış olmamıştır, olamaz da... Dediğimiz gibi, hep ekoller ve hep ispatı mümkün olmayan zır saçmalıklar, İslam dışı düşünceler dünyasında yerini almıştır, alacaktır da... Yoksa nerde İslam’a karşı, sadece basit teorilerden başka ve sürüyle uydurukluktan başka bir yol, bir düşünce, nerde?.. Kaldı ki, onların da alayı çürütülüp atılmıştır, o da başka. O halde, her ne kadar kâfirin, sadece işine geldiği için kâfirliği kesinkes kat'î de olsa, biz yine de, İslam’a alternatif herhangi bir saçma düşünceden ötürü de küfre düşülebileceğini, dolaylı da olsa kabul edebiliriz.
Öyleyse, meselelere vakıf herhangi bir ehl-i tebliğ mücahid Müslüman, şunu çok iyi bilmelidir ki, küfürle mücadelede tebliğ adına muhatap olunan herhangi bir ehl-i küfrün, sadece İslam’a alternatif addettiği düşüncesini çürüterek, o kişiyi İslam’a kazandıramayacağını anlamalıdır. Ve yine, Müslüman ehl-i tebliğ, şefkatli bir psikoterapist gibi, bu ağır hasta ve gerçekten klinik vaka muhatabına yönelirken, önce bizzat kendi şahsını çok sevdirmeye çalışmalıdır ki bu, kesinlikle dinini sevdirmeye götürür; ondan sonra da, nedir bu adamın küfrüne sebep olan işine gelen şeyler ki, sırf bu yüzden kâfir olmuş ve zihnini de birçok yanlışla ve delil ismini verdiği saçmalıklarla doldurmuş diye yaklaşmak lazımdır... İşte o zaman görülecektir ki, o zavallı adam, kendince özgür ve fütursuzca bir cinsel yaşam istediği gibi, hak hukuk tanımadan, haram helal demeden yemek içmek, gezmek ve bu uğurda gerekirse ezmek, hiç acımadan ezmek istiyor...
Güzel; bütün bunlar iyice tespit edildikten sonra, İslam’ı onun işine gelebilecek bir mantıkla, ama zerre kadar da taviz vermeden anlattığın zaman, kafasındaki görüşlerini çürütmeye hacet bile kalmadan, kelime-i şahadet getirdiği görülecektir. Çünkü herhangi bir dünyevi işine gelme sebebiyle inanılan bir dine ya da inanışa insanoğlu, yapısı ve fıtratı gereği mutlaka kendince mantıklı ekoller veya deliller bulmak zorundadır. Ki bu ilmi olarak kesinlik kazanmış bir hakikattir... Yani daha açığı insan, inandığını akılcı bir zemine oturtmak zorunda yaratılmıştır. Bu ister bir ekol ister izmlerden bir izm olsun fark etmez, sadece içine geldiği için inandığı inancına yeter ki zihni herhangi bir kılıf olsun yeter...
Yani sözün özü: Batılı kâfir, TV ve boyalı basınıyla ve envai çeşit bin bir yolla, insanımızın kafasını değişik ekollerle doldurduğu nasıl hakikatse; yine insanımızın dünyaperest ve zevkçi meşreplerine hitap ederek, her türlü ahlaksızlık ve iğrenç yaşam yollarını, neredeyse tüm dünya Müslümanlarına, zevkten kendilerinden geçirtecek kadar sevdirmeyi başardığı da apaçık bir hakikattir. O halde ehl-i tebliğ olduğunu iddia eden Müslümanların, âlimlerin, şeyhlerin, mollaların hizmet ve cihad metodu, yukarda anlatmaya çalıştığımız yöntemlerle olmak zorundadır. Ki, hakiki tebliğ ve irşad adamı zaten kesinlikle her konuda olması gerektiği kadar bilgili ve uzmandır. Hemen söyleyelim: Bu konu öyle önemli bir konudur ki, değil birkaç sayfalık makale, başlı başına kitap konusu genişliğinde ve ehemmiyetindedir! Ve mademki ehli küfür, iki açıdan küfrü benimsemiştir, yani, dünyada istediği gibi, başına buyruk yaşamak ve bu anlamda işine geldiği için meydana gelen küfrünü de, zihin bazında kendince mantıklı bir zemine bağlamak durumunda kalmıştır. Ve bu zavallı hasta dinsizi, İslam’a kazandırmanın tek yolu da, onu küfre götüren, İslam’a zıt düşüncesini çürütmekten daha çok, bu pis dünyada iğrenç yaşamını rahatça sürdürebilmek için, onu İslam’dan ve dinden uzaklaştıran zevklerini ve ihtiraslarını tespit etmek ve ona göre de uygun bir üslupla İslam’ı anlatmak lazımdır. Mesela, Müslüman kâfir herkesin, Gazalî’nin de buyurduğu gibi en düşkün olduğu ve en çok işine gelen konu, cinsel konulardır. Ondan sonra da, sırayla yemek içmek vs. arzular gelir. O halde bir ehl-i tebliğ, bir âlim, bir molla herhangi bir ehl-i küfürle, İslam’ı tebliğ adına muhatap olduğu zaman, o ehli küfrün karşısına: “Cinsellik nedir? İslami anlamda kadın-erkek ilişkisi hangi anlamda olmalıdır? Çağımızda gençler hangi noktada, ne kadar cinsel sapkınlık içerisine düşmüş? Normal ve doğal olan cinsellik nasıldır? İnsanlara yutturulan ve onları taa aşağıların aşağısına iten sapıklıklar nelerdir?..” çok çok iyi bilmeden, hizmete ve tebliğe kesinlikle çıkmamalıdır. Hele hele bu konu ki, çok çok önemli bir konudur!..
Elbette hiç şüphesiz, sadece cinsel sorunlar ve sapkınlıklar değil, muhatabının yığınla psikolojik sorunlarının alabildiğine farkında olması gerektiği gibi, lüzumsuz korkularının, asla ulaşamayacağı hayallerinin ve envai çeşit küfre götürücü marazlarının da alabildiğine farkında olması lüzumludur, şarttır. Ondan sonra şayet lüzum ederse, muhatabının kafasında ve kalbindeki İslam’a alternatif düşünce sanabildiği felsefi ekollerini ve saçma dini düşüncelerini de çürütmeye sıra gelir ki, sanmıyorum gelsin çünkü genellikle bu yöntem her ehl-i küfre imanı kazandırmaya rahatlıkla yetiyor, ama yine de ihtiyaten de olsa Hristiyanlıktan Yahudiliğe, Marx’ın diyalektiğinden Budizm’e kadar, hatta Budizm’in aptal öğretileri ya da Hinduizm’in uyduruk ehilleştirme yöntemlerini de çok iyi bilmelidir. Ki hiç bir şekilde aciz ve çaresiz kalınmasın. Kaldı ki bugün, benim diyen bir çok Müslüman bile, reenkarnasyon, ufoculuk, transandantal meditasyon, üfürükçülük, ispritizma gibi saçma sapan ekollerin ve ideolojilerin vesvesesi içinde boğulmakta ve bunalmaktadır. Dediğimiz gibi, ehl-i tebliğ ve hakiki mürşidin, tüm bu konularda ve insanlığı ilgilendiren her konuda alabildiğine uzman olması gerektiği, çok çok açıktır. Çünkü bu zaman zor zaman ve hakikaten ahir zamandır!.. Bakınız gayet açık anlatıyorum. Herkesin çok iyi bildiği gibi, aşağı yukarı her şehirde bir ya da birkaç ehl-i tebliğ ve dünyanın her tarafında ise yüzbinlerce fıkıh, kelam, tefsir, hadis, nahv gibi ilimlere alabildiğine vakıf âlim ve aydın geçinenler vardır. Güzel, olsun, Allah sayılarını artırsın ama, esefle belirtelim ki, tüm dünya Müslümanları hâlâ her alanda perme perişan, hâlâ alabildiğine yardıma muhtaç ve hâlâ gerçek tebliğ adamına acilen ihtiyaç içindedir!..
Sadede gelelim: Zaman, kalp kırmadan ve gönül yıkmadan hizmet zamanı, cihad zamanıdır. Birbirimizle uğraşmak, dedikodu ve fitne zamanı değil; hakiki iman etmek için de, iman ettirmek için de, sevme ve sevdirme zamanıdır. Allah bizi bilerek sevenlerden, severek bilenlerden ve hakiki inananlardan etsin.
Allah yâr ve yardımcınız olsun.