Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “İlim öğrenmek, erkek ve kadın her Müslüman’a farzdır.” (ibn Mace; Mukaddime, 17)
Bu hadis-i şerife göre kadın erkek her Müslüman’ın dinin emir ve yasaklarını öğrenmesinin farz olduğu açıktır. Böyle olunca bu farzı yerine getirmek için bir Müslüman, bu bilgileri kendi imkânları dairesinde öğrenmeli, eğer kendi kendine öğrenme imkânı yoksa bu ilimleri öğrenmek için bir bilene başvurmalı yani âlimlerden yardım almalıdır, zira İslam’da farz olan ilimleri öğrenmek için vesilelere başvurulması da farzdır.
Bu kısa girişten sonra asıl üzerinde duracağımız önemli konumuza gelirsek, İslam dini, kelâm, fıkıh ve tasavvuf adı altında üç ilmi disiplinden oluşur. İslam âlimleri böyle tasnif etmişlerdir. Hatta bir kısım âlimler kelâm ilmini çıkarıp sadece fıkıh ve tasavvuf olarak tasnifi yeterli görmüşlerdir. Biz üç disiplin olduğunu varsayarak sohbetimize devam edecek olursak, akaidle uğraşan disiplin, ilm-i kelâmdır. Kelâm ilmi özetle aklî ve ilmî argümanlarla İslam akaidini zararlı inanç ve düşüncelere karşı korumayı ve kişinin imanını taklit düzeyinden kurtarıp tahkikî bir iman derecesine yükseltmeyi hedefleyen bir ilmi disiplindir. İslam’ın hukuk kurallarını, ibadetlerin şekillerini, günah ve yasak olan fiilleri bildiren haber veren ise fıkıhtır. Neticede, kelâm ve fıkıh adı altında tasnif edilen bu iki ilim, dinin özüne inerek yaşamaktan ve dinde derinleşmekten bahsetmez. Hâlbuki dinde derinleşme arzusu fıtri bir duygudur ve bu yüzden ister semavi olsun ister beşeri olsun bütün dinlerde derinleşme arzusu vardır. Bu nedenle Yahudilik’te Kabala, Hristiyanlık’ta Mistisizm, Budizm’de ise Nirvana adı altında bu dinlere ait dinde derinleşme arzularını tatmin için ortaya çıkmış birçok ezoterik ve mistik yapıdan bahsedebiliriz.
İslam’da ise dinde derinleşme duygusunun tatmini, İslam tasavvufu adı altında sistemleşmiştir. Yukarıdaki açıklamalar gösteriyor ki, kelâm ve fıkıh İslam’ın bir anlamda teorik kısmını ifade ederken, tasavvuf ise, İslam’ın pratiği ile ilgili eğitim ve öğretimin verildiği, ayrıca derinleşme arzusunun da tatmin bulduğu bir disiplini ifade ediyor.
Tasavvufun Kur’an’daki karşılığı rabbaniliktir ki, Al-i İmran Suresi 79. ayeti kerimede bu ifadeyi görebiliriz. Bu ayette yüce Rabbimiz, İslam’ı tebliğ eden âlimlere mealen şöyle olmalarını tavsiye etmektedir. “Öğretmekte ve derinlemesine incelemekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbânîler (Allah’ın istediği örnek ve dindar kullar) olun.”
Buradaki, Rabbani ifadesini açacak olursak, kendini olanca gücüyle Rabbine vermiş, bu amaç uğruna büyük bir irade ve azim ortaya koyup sonunda Yunus Suresi 62. ayette ifâde bulan velâyet-i kübra makamına ulaşmış, ihlâslı kullar demektir.
Ayrıca önemli bir hatırlatmaya daha ihtiyaç var, Kur’an’da geçen velâyet ifadesi bazı ayetlerde tüm müminler için kullanılmıştır ki, bu velâyet, velâyet-i suğra yani küçük velâyettir. Bir de Rabbani âlimler için kullanılan velâyet ifadesi vardır ki bu da velâyet-i kübra olarak ifâde edilen büyük velâyettir. Bu ayrımda hata yapmamalı, tasavvufu inkâr için sıradan her mümine velâyet-i kübra makamını layık gören, düşünme özürlü bazı bid’at grupların tuzağına düşmemelidir.
Bu açıklamalardan sonra şimdi de tasavvufun sadece dinde derinleşme arzusuna cevap vermeyip, dini literatürde avam tabir edilen sıradan Müslümanları da ilgilendiren ama toplumda yaygın olan cehalet sebebiyle, Müslümanlar tarafından pek farkında olunmayan çok önemli bir cephesinden bahsedeceğiz.
Şöyle ki, tasavvufun hem avam, diye tabir ettiğimiz sıradan Müslümanları ve hem de havas diye tabir ettiğimiz seçkin Müslümanları ilgilendiren ortak bir yönü vardır. Bu yönü ile değerlendirildiğinde tasavvufi hayatın her Müslüman için farz olduğu açıkça görülecektir. Kur’an referans alınarak âlimlerce tespit edilmiş, farzların sayısı 54’tür ki, buna 54 farz denir. İşte tasavvuf, bu 54 farzın içinde olup hem kınanan, zemmedilen birçok negatif duygunun tanınması ve onlardan sakınılmasının, hem de Kur’an’ın övdüğü sevgi, şefkat, merhamet, cömertlik, tevazu, ihlâs gibi birçok güzel duygunun tanınması ve kazanılmasının öğretim ve eğitiminin yapıldığı bir disiplin olması hasebiyle farzdır. Zira 54 farzın içine girmiş haram olan duygulardan korunmak farz olduğu gibi, yine aynı farzların içindeki güzel duyguları kazanmak da her Müslüman için farzdır. Bu noktadan bakınca Hz. Peygamberin (s.a.v.) zamanında adı konmamış olsa da sahabenin (r.a.) hepsi Hz. Peygamber’in (s.a.v.) mürşitliğinde tasavvufi hayat yaşayan yüksek manevi şahsiyetlerdi. Zira tasavvufi hayattan asıl amaç, Müslümanların Kur’an ahlakı ile veya dolaylı olarak da Hazreti Peygamber’in (s.a.v.) Kur’an’da övülmüş mükerrem ahlakı ile ahlaklanmaları olunca, sahabelerin bu konuda en büyük mutasavvıf oldukları ortadadır.
O zaman açıkça diyebiliriz ki bir kişi avam meşrepli sıradan bir Müslüman dahi olsa Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yasakladığı haram saydığı nefsindeki kötü huy ve marazlarını bilmesi ve bunlardan korunması farzdır; dolayısıyla da tasavvufi bir arınmaya ihtiyacı kaçınılmazdır...
Bir de tasavvufun müstehap olan ve kişiyi velâyeti kübra makamına taşıyan cephesi vardır ki bu cephesi farz olmayıp kişilerin talep ve arzusuna bırakılmıştır. Fakat bu konu her ne kadar isteğe bırakılmış olup farz olmasa da, Allah’ın yakınlarından, mukarreb denilen seçkin kullardan olma konusunda aklı olan her Müslüman’ın çok istekli ve hevesli olması gerekir. Zira bir insanın bu imtihan dünyasında kazanabileceği en yüksek makam veya itibar onu yaratan yüce Rabbine yakınlıktır, dostluktur, onun sevgi ve rızasını kazanmaktır. Zira dünyalık hangi makam veya zenginlik, velâyet-i kübra makamından daha yüksektir veya Allah dostlarının huzur ve mutluluğundan, manevi zenginliğinden daha büyük bir zenginliktir, iyi hesap etmek gerekir.
Yukarıda gayet açık anlattık ki, avam olsun havas olsun her Müslüman’ın nefsindeki kötü duygu ve huyları bilmesi ve onlardan tamamen kurtulmasa bile zararlarından korunması farzdır. Peki, bir kişi kendindeki tüm olumsuz duyguları tamamen tespit edebilir ve yardımsız bunların tehlikesinden korunabilir mi?
Samimi bir şekilde vicdanımızı devreye sokarak düşünürsek, bunun bir insan için mümkün olmadığı görülecektir. Zira günümüzde rehberlik, yaşam koçluğu, psikologluk, psikiyatri gibi ilim dallarının zorunlu olarak ortaya çıkışı, insanın bu konuda kendine yetmediğinin en açık göstergesidir.
Tasavvufun bir adı “tıbbul kulub”tur, yani ehil mürşitler rehberliğinde kalp marazlarının teşhis ve tedavilerinin yapıldığı kurum.
Peki, bu bilgi ile hangi gerçeği hatırlatmak istiyoruz?
Şunu demek istiyoruz ki, bedensel rahatsızlıklarımız için nasıl tıp tahsili görmüş uzman doktorların görüşlerine ve tedavilerine ihtiyaç hissediyorsak, yine psikolojik rahatsızlıklar için de psikolog ve psikiyatrlara müracaat ediyorsak ve bunu bugünkü bilimin ışığında gerekli görüyorsak, nefs hastalıkları ve manevi kalp marazları için de manevi doktorlara gitmemiz gereklidir. İşte bu gerçeği hatırlatmak istiyoruz.
Zira biraz insafla düşünürsek; kibir, riya, haset, bencillik, cimrilik, korkaklık, tevekkülsüzlük vb. birçok kötü huylarımızın teşhis ve tedavileri için manevi doktorlara gidilmesi, ehil mürşitlerden yardım alınması kaçınılmazdır. Bu durum asla aklı başında Müslümanlar için yadırganacak, kınanacak bir durum değildir. Hatta tıp doktorları kadar bu durumda hayatidir, gereklidir. Özellikle aklıselim düşünebilen ve dini yaşantısını ciddiye alan kullar için olmazsa olmazdır.
İslam’da önemli bir farz da, bir beldede tıpla uğraşan ve bedensel rahatsızlıklarla meşgul olan bir doktorun bulunmasıdır. Böyle bir doktor olmasa herkes sorumlu olur, insanların şifası için uğraşan en az bir doktor olması farz-ı kifayedir. Buradan çıkarmamız gereken sonuç da şu olmalıdır; Yüce Rabbimiz bedensel rahatsızlıklarımızın tedavisi için tıp ilmini bilen bir doktorun hemen yakınımızda olmasını farz hükmünde önemli bir gereklilik görürken, manevi huzur ve yaşantımız için bu ihtiyacımızı nasıl gereksiz görür. Bu nedenle manevi doktorlar hükmünde olan ehil mürşitlerin varlığı ve onlardan yardım alınması da fıkıh ilminin kurallarına göre gereklidir, vaciptir. Nitekim mürşitlerin gerekliliğini delillendirmede çok kullanılan “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının; sadıklarla beraber olun! ” (Tevbe, 9/119) ayeti de bu tespitlerimizin doğruluğunu göstermede en güzel delildir.
Allah’a (c.c.) emanet olun.
(Bu yazı Şenel İlhan Beyefendi’nin sohbetlerinden bir derlemedir.)