Kur’an’a Göre Ekstremizm ve Karşı Duruş: Kârûn ve Kavmi Örneği / Doç. Dr. Süleyman Narol

GİRİŞ
Geçmiş toplumların kültürel, ekonomik ve siyasi yapıları hakkında fikir edinmek ve Kur’an’ın bu konuda ne dediğini tespit edebilmenin en önemli argümanlarından birisi hiç kuşkusuz Kur’an kıssalardır. Tarihin derinliklerinde geçmiş toplumların yaşadığı ve insanların ibret alıp bir takım dersler çıkarmalarını sağlayan hayatın içinden yaşanmış gerçeklikler olarak tanımlanan kıssalar; insanlık tarihi hakkında farklı açılardan bilgi almamızı sağlayan önemli tarihi referanslardır. Pek çok açıdan geçmiş toplumlar hakkında bilgi veren Kur’an, toplumu oluşturan bireylerin ve onu idare ve sevk eden lider konumundaki idarecilerin birbirlerine karşı yerine getirmekle yükümlü oldukları sorumlulukları ve yapmakla mükellef oldukları ödevleri hatırlatmıştır. Bunu yaparken de gah peygamber ve toplumu gah o toplum içerisindeki idareciler ve onların tebaaları arasında yaşanan diyaloglar geçmişe adeta bir projeksiyon tutarak muhataplarının gözleri önünde canlanan sahnelere dönüştürülmüştür. Böylece Kur’an, indiği dönemin, şimdinin ve geleceğin birey-toplum ilişkilerini sağlıklı bir zemine oturtmayı amaçlamıştır.
Kur’an-ı Kerim Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e (s.a.v.) kadar her dönemde yaşayan peygamberler ve toplumları arasındaki mücadeleye dair örnekler sunar. Her bir örnekte peygamberlerin ve kendilerini irşad etmekle görevlendirildiği toplumlarının birbirleriyle yaşadıkları diyaloglar temelde tevhid eksenli olmakla birlikte detaylarda farklı boyutları olan ilişkilerdir. Esasen bütün peygamberlerin ve tarih boyunca hakka davet eden mürşitlerin ana gayesi tevhittir. Ancak davet eden ve edilenlerin kişisel özellikleri, kullandıkları argümanlar, yaşadıkları problemler ve bu sorunları aşmada uyguladıkları metotlar farklı olabilmiştir.
Kasas suresinde de diğer örneklerden farklı olarak ve bireyin toplumu değil sağduyulu bir topluluğun aşırılıklarıyla toplumu fesada sürükleyen ve kendilerine de zarar veren Kârûn’û ıslah ve irşad etme mücadelesi anlatılmaktadır. Hak batıl mücadelesinde Kur’an’da anlatılan olaylara bakılırsa genellikle bir kişinin kendi toplumunu irşad etme ve hidayete ulaştırma çabasından ya da bir topluluğun diğer bir topluluğu irşad ve ıslah etme çabasından bahsedilirken burada tam tersine erdemli bir toplumun kendi önde gelen yöneticilerini ıslah etme gayret ve çabası anlatılmaktadır. Başka bir deyişle kıssada birey-toplum mücadelesi kullanımının aksine toplum-birey mücadelesi şeklinde tersine bir diyalog söz konusudur. Surenin 28/76-84. ayetler arasında anlatılan olayın en önemli aktörü Kârûn ve gösterdikleri sağduyulu ve erdemli mücadelenin önemli bir örneği olarak tarihe mal olmuş olan kavmi hakkında bazı bilgiler vermek ve söz konusu kıssanın arka planına bakmak onun mesajını kavramak bakımından önemlidir.
A- Karun ve Kavmi
Sosyal bir varlık olan ve hayatını devam ettirebilmek için ötekiyle birlikte yaşama zorunluluğu bulunan insan, bu zorunluluğu ve kendisine yüklenen sorumluluğu yerine getirirken kimliği ve kişiliği üzerinden bilinir ve tanınır. Yani insanın gerek kulluk yönünün bilinmesi gerekse diğer insanlarla olan ilişkilerinde kendisine insani bir değer biçilebilmesi ya da bir tanımlamada bulunulabilmesi için sadece fiziki özellikleri yeterli olmayıp kişilik özellikleri de bir o kadar önem arz eder. Bu nedenle insanlar hakkında bir takım değer yargılarına varabilmek için onların kimlik ve kişiliklerinin bilinmesi gerekmektedir.
Esasen Kur’an kıssalarında isimler mekânlar ve zaman unsuru ele alınan ve üzerinde durulan öncelikli konular olmasa da Kur’an, zaman zaman açık bir şekilde bir takım şahıs ve yer isimlerinden bahsetmektedir. Kimi zaman da isim vermeden olayın kahramanlarının isimleri, geçtiği yer ve zaman hakkında bir takım genel bilgiler vermektedir. Eğer kıssalarla ilgili bu detaylar hakkında bir takım sahih bilgiler varsa bunlardan istifade etmek, anlatılan olayların ve verilmek istenilen mesajın daha iyi kavranması noktasında önemlidir.
Kârûn’un kişiliği ve kimliği hakkında Kur’an’a müracaat edildiğinde isminin muhtelif surelerde açıkça zikredildiği görülmektedir. Kur’an onun geçmişte iman-küfür mücadelesinde Hz. Musa’nın safında, müminler arasında yer aldığını belirtmektedir. Ancak tabi tutulduğu imtihanı gurur ve kibir, dünyevileşme, fitneci ve fesatçı olma, nankörlük, ihanet, kendini beğenme gibi bir insanda var olan karakter zafiyetinin tezahürü olan bu davranışları nedeniyle kaybederek saf değiştirmiştir. Hz. Musa’yı yalanlayıp Firavun’un tarafına geçerek kâfir olmuş kendisine kavmi tarafından yapılan uyarılara ve hatırlatmalara kulak asmamış ve hidayet yolunu seçmemiştir. Sonunda da bütün saltanatı ile birlikte yerin dibine geçirilmiş ve helak olmuştur.
İslami kaynaklara göre Kârûn, Hz. Musa’nın amcasının oğlu olup İsrailoğulları arasında Hz. Musa ve Harun’dan sonra Tevrat’ı en güzel okuyan kimseydi. Yüzünün güzelliğinden dolayı kendisine “münevver” denilen salih bir kimseydi. Hz. Musa’dan kimya ilmini öğrenmişti. Ancak Samirî gibi o da yoldan çıkmış, haddi aşması ve azgınlığı nedeniyle helak olmuştur.
Hz. Musa’ya zekât emri geldiğinde Kârûn’un bu emre itaat etmesini ve belirttiği ölçülerde zekât vermesini istemiş bunu çok bulan Kârûn kavminden bazılarını ayartarak ve fitne çıkartarak Hz. Musa’ya karşı bir takım iftiralar tertip etmiş ve sonunda da helak edilmiştir.
Kur’an’da olayın anlatılış şekline bakılırsa Kârûn, Hz. Musa tarafından yerine getirmesi istenilen bir takım mali yükümlülükleri yerine getirmemiş, mal hırsı ve zenginliğin verdiği şımarık ve kendini beğenmişlik hastalığı nedeniyle peygamberin emirlerine karşı çıkarak yaşadığı toplumda fitne ve fesadın yayılmasında öncülük eden bir kişiye dönüşmüştür.
Tevrat’ta adı Korah olarak zikredilen Kârûn’un Hz. Musa ve kardeşi Harun’un kendi kavimleri içerisindeki otoritesini sarsmak için mücadele ettiği, bunun için de bir takım fitne ve isyan hareketlerine öncülük ettiği bildirilmektedir. Ancak Tevrat’ta geçen ve Hz. Musa döneminde yaşadığı belirtilen Korah ile Kârûn’un aynı kişi olup olmadığı tartışmalıdır. Zira Tevrat Korah’ın helâkinin Mısır’dan çıktıktan sonra olduğunu anlatır. Ayrıca Tevrat’ta Korah’ın zenginliğinden de söz edilmemektedir. Nitekim Mısır’dan çıkmakta olan ve çöl ortamında pek çok sıkıntıyla birlikte ilerlemekte olan birisinin anahtarlarını güçlü bir topluluğun taşıyamayacağı kadar bir servetinin bulunması pek mümkün görünmemektedir. Kârûn ile Korah arasındaki tek ortak nokta ise ikisinin de yerin dibine geçirilerek helak edilmesidir. Kur’an ise Ankebût suresi 29/39. Ayette “Karun’u, Firavun’u, Haman’ı da yok ettik. Andolsun ki, Musa, kendilerine apaçık belgeler getirmişti de, onlar yeryüzünde büyüklük taslamışlardı. Oysa azabımızdan kurtulamazlardı.” buyurmaktadır. Ayette Kârûn, Firavun ve Hâmân şeklindeki sıralamaya bakılırsa Kârûn’un Firavun’dan önce helak edildiği anlaşılmaktadır. Nitekim ayetin devamında gelen 40. ayette Allah kavimlerin helak ediliş şekillerinden bahsederken “onlardan kimisini yerin dibine geçirdik” ifadesini kullanır ve Kasas suresinde Kârûn’un helaki için kullanılan kelime burada da aynen tekrarlanır. Müfessirlerin beyanına göre de burada kastedilen Kârûn’dur.
Ayetin devamındaki “Onlardan kimisini suda boğduk” ifadesinde ise suda boğularak helak edilenlerin Nuh’un kavmi ve Firavun olduğunu belirtmektedirler. Kur’an’ın verdiği bu bilgiler ve müfessirlerin açıklamalarına bakılırsa hem Kârûn ve Korah’ın yerin dibine geçirilerek helak edilmesi hem de Kârûn’un Firavun’dan önce helak edilmiş olduğuna işaret eden bilgiler Tevrat’taki bilgiler teyit eder mahiyettedir. Ortaya konulan bu bilgiler ışığında Kârûn ve Korah’ın aynı kişi olma ihtimali zayıf görünmektedir.
Kârûn’un içinde yaşadığı toplum İsrailoğullarıdır. Yukarıda da ifade edildiği gibi,
“Şüphesiz Kârûn Musa’nın kavmindendi.” (Kasas 28/76) ifadesiyle Kur’an onun Hz. Musa’nın kavminden olduğunu açıkça dile getirmektedir. Yine Kur’an Hz. Musa’nın İsrailoğullarına peygamber olarak gönderildiğini pek çok ayette belirtmektedir. Dolayısıyla Kârûn’un içinde yaşadığı makamı ve mevkii ile önemli bir konumda bulunduğu toplumun İsrailoğulları olduğunda şüphe yoktur.
B- Kur’an’da Kârûn’un Ekstrem Davranışları ve Kavminin Karşı Duruşu
İnsanlık tarihinde Hz. Adem’in iki oğlu arasında başlayan aşırılık ve onun karşısında var olması gereken sağduyulu davranışlar, insanlık tarihi boyunca her dönemde müspet ve menfi örnekleriyle karşımıza çıkmaktadır. Esasen yüce yaratıcının iyiliğe teşvik, kötülüğe engel olma duygusunu yaratılışta insanlara vererek makro planda bütün insanlığın vicdanına bunu yerleştirirken mikro planda da inananlara yüklediği bir görevdir. İnsanlık ailesinin fertleri arasında ortaya çıkan bu ilk örneğin, hayatın içinden yaşanmış olaylar şeklindeki benzerleri tarihi süreç içerisinde farklı boyutlarıyla Kur’an’da aktarılmıştır. Bunlardan birisi de Kârûn ve kavmi arasında gerçekleşmiştir.
Her iki taraf arasında gerçekleşen ve aşırılık ve onun karşısında iyilikleri haykıran ve kötülükleri uzaklaştırmaya çabalayan tavrın sembol örneklerinden birisi olmuş bu konuşma şu şekildedir:
76 Karûn Mûsâ’nın kavmindendi. O, gücüne dayanarak onlara haksızlık etmekteydi. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki sadece anahtarlarını güçlü kuvvetli bir ekip bile zor taşırdı. Halkı ona şöyle demişti: “Sakın şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez.
77 “Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap ve yeryüzünde bozgunculuk isteme. Çünkü Allah, bozguncuları sevmez.”
78 Kârûn, “Bu serveti sahip olduğum bilgi sayesinde elde ettim” diye karşılık verdi. Bilmiyor muydu ki Allah ondan önceki kuşaklardan, ondan daha güçlü ve daha çok servet biriktirmiş kimseleri helâk etmişti. Ama suçluluğu kesinleşmiş olanlara artık günahları sorulmaz!
79 Kârûn gösterişli bir şekilde kavminin karşısına çıkardı. Dünya hayatını arzulayanlar, “Keşke Kārûn’a verilenin bir benzeri bize de verilseydi! Doğrusu o çok şanslı!” derlerdi.
Kârûn’un aşırılıklarını tabir yerindeyse tek kelimede özetleyen “ ” kelimesi; haddi aşmak, kibirlenmek, şımarmak, övünmek, zulmetmek, bozgunculuk etmek, yalan söylemek, haset etmek, haktan yüz çevirmek” anlamlarına gelir. O nedenle kıssanın hemen başlangıcında bir bakıma Kârûn’un kimliği ve kişiliği bir ayette “Kârûn Musa’nın kavmindendi. Onlara karşı (kibirlenerek, şımararak, övünerek, zulmederek, bozgunculuk ederek) haddini aşmıştı.” şeklinde özetlenmektedir.
“Beğa” kelimesinin dildeki karşılıklarına ve Kârûn ile kavmi arasındaki diyaloğa baktığımızda onun bütün bu aşırılıkları mündemiç olduğu ayetlerin üslubundan kolayca anlaşılmaktadır. Zira yukarıda da değinildiği gibi dilcilerin izahına bakılırsa kelimenin anlam yelpazesinde Kârûn’un yaptığı bütün aşırılıkları ifade eden bir anlam yapısına sahip olduğu ve Araplar tarafından gerek hakiki manada gerekse mecâzî anlamda bu aşırılıkları ihtiva eden bir anlam örgüsünün bulunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim müfessirler ayette Kârûn’un haddi aşmasından neyin kastedildiği konusunda farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Bu görüşlerin aslında hepsinin onun davranışlarının ekstrem yönünün farklı tezahürlerini ifade ettiğini dolayısıyla da hepsinin geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Ayetlerdeki üslubun ve müfessirlerin bazılarının görüşlerinin bizde oluşturduğu kanaat, olumsuz davranışların hepsinin onda var olduğu ve bunları iki şeyi kullanarak yaptığıdır. Birincisi zenginliği ikincisi sahip olduğu ilimdir. Zira o, bir taraftan sahip olduğu malı ve ilmi ile insanlara karşı kibirli davranmakta ve kendini beğenmiş tavırlarla onlara tepeden bakarken diğer yandan zekât vermeyerek onlara haksızlık etmekte ve Musa peygambere karşı zekât vermemeleri için insanları organize etmekte ve toplumda fesat çıkarmaktaydı. Ayrıca bu amacına ulaşmak için tefsirlerde nakledilen bilgilere bakılırsa Hz. Musa’ya iftiralar atmakta ve ona tuzak kurmaktaydı. Sahip olduğu bu malın Allah tarafından verildiğini ve buna karşı bir takım mali sorumluklarının bulunduğu ve zekât ve sadaka vermesi kendisine hatırlatıldığında ise nankörce cevaplar vererek bunu sahip olduğu ilmi sayesinde elde ettiğini ileri sürmekteydi.
Kasas suresinde geçen kıssada anahtar kelime konumunda olan ve Kârûn’un akıbetini özetleyen “ ” kelimesi “yerin yüzünde görünmez olmak, dibine batmak, gözden kaybolmak, Ay tutulmak, rezil, adi ve aşağılık olmak gibi” anlamlara gelir ve aşırılıkların tersi bir manayı ifade etmesi bakımından oldukça ilgi çekicidir. Zira haddi aşan ve azgınlaşan, böbürlenerek evvelemirde sanal bir itibar ve geçici bir şöhret kazanan ve böylece halkının seküler kesiminin gözünde yükselen Kârûn, nihayetinde Allah’ın ve inananların gözünde alçalmış ve yerin dibine batmıştır.
Kıssaların mesaj yüklü tarihi olaylar olduğu gerçeğinden hareketle Kârûn’un zenginlik ve serveti ile sahip olduğu ilmi, aşırılıklarına bir araç olarak kullanması ile günümüz insanlığının problemleri arasında bir bağ kuracak olursak dikkate değer bir durum karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan birincisi dünyada var olan zenginliklerin ve servetin belirli aileler ve devletler elinde tekelleştiği zenginin daha zengin fakirin daha fakir olması durumudur. Böyle bir yapının egemen olduğu servetin tekelleştiği ve ötekinin yoksulluğa mahkûm edildiği toplumların huzur ve refahı bozulmuş ve istikrar kaybolmuştur.
Kârûn ve kavmi arasında geçen bu karşılıklı diyaloğa günümüzden geçmişe doğru bir projeksiyon tutarak bugüne dair bir takım çıkarımlar yaparsak sekülerizmin tuzağına düşmüş ve bir takım değer yargılarına sahip olan günümüz insanlığı aslında aynı hataya düşmekte ve kendisine refahı, ötekilere sefaleti müstahak görmektedir. Sömürdükçe büyüyen, büyüdükçe daha çok sömüren bu anlayış sahiplerine, Kur’an’da Kârûn ve kavmi üzerinden sağduyu sahipleri tarafından yapılan uyarıları dikkate almazlarsa aynı sonucun kendilerini beklediği ve günün birinde onun gibi batacakları mesajı verilmektedir. Öte yandan kıssada inananların Kârûn’u bir yanlıştan döndürürken başka bir yanlışa düşmeden, dünya ve ahireti dengede tutma yönündeki mesajı, dünyayı denî (alçak) ve değersiz gören ve terk-i dünya söylemini baskın bir şekilde kullanan kimi radikal çevrelere de Kârûn üzerinden verilmektedir. Ahiretin esas hedef olmakla birlikte dünyada verilen imkânların ve ele geçen fırsatların iyi değerlendirilmesi durumunda dünyanın ahireti kazanmaya bir vesile olduğu vurgusu yapılmaktadır.
Kârûn’un aşırılıklarına dayanak kıldığı şeylerden birisi olarak ilmini kullanması ve onunla şımarması da bu kıssada dikkat çeken başka bir yöndür. Bu noktadan hareketle iki şey söylenebilir: Bunlardan birincisi servet kadar insanın sahip olduğu ilimle de şımarabileceği hususudur. Oysa Kur’an bütün bilgilerin kaynağının Allah olduğunu: “O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir. Hayır, insan kendini yeterli gördüğü için mutlaka azgınlık eder.” (el-Alak 96/5-7) ayetleriyle ortaya koyarak insanı uyarmaktadır. Diğer taraftan “Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır.” (Yûsuf 12/76) ayeti ile bilginin insanların şımarmasına değil tam aksine “Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar” (Fâtır, 35/28) ayetinde olduğu gibi tanelerinin çokluğundan eğilmiş bir buğday başağı gibi tevazu sahibi yapması gerektiğine dönük mesajlar verir. İkinci dikkat çekici nokta da tersine bir okuma yapılarak bilginin aslında medeniyeti inşa etmede ve zenginleşmede önemli bir unsur olduğuna dikkat çekmesi bakımından da kıssanın okunması gerektiği konusudur. Günümüzde egemen güç diyebileceğimiz milletler, aslında, bilginin kodlarına ulaşmış ve ilmi araştırmaları ve faaliyetleriyle dünyada temerküz etmiş, bilim ve teknolojide öncü milletlerdir. Ancak ne talihsiz bir durum ki bu milletler de Kârûn’un düştüğü yanlışa düşerek onun gibi azgınlaşmış ve yaptıkları zulüm ve sebep oldukları fitne ve fesat ile daha büyük ölçekte insanlığın başına bela olmuşlardır.
Kıssa anlatılırken kullanılan kavramlar arasındaki anlam örgüsü oldukça dikkat çekicidir. Haksız yere elde ettiği bu geçici ve hayali itibarın sonunda yaratıcıya boyun eğmeyerek tam aksine irtifa kaybetmiş ve eksi derecelere düşerek yerin dibine batırılmıştır. Nihayetinde dünyayı ve aldatıcı güzellikleri kafasına alan ve büyüten kimse tıpkı Kârûn gibi onun altında kalmış, dünyanın ziynetine ve süsüne itibar etmeyen Musa ve inananlar da ayaklarının altına alarak üzerinde yükselmiş maddi ve manevi makamlara ulaştırılmıştır.
C- Kârûnca Tavrın Günümüzde Yansımalarını Bulduğu Bir Alan Olarak Sosyal Medya ve Beğeni Çağı/Sanal Fitnecilik
Kendini beğendirme çabası ve sosyal medya (sanal âlem) ile Kârûn arasındaki ilişki çok dikkate değer bir durumdur. Çünkü Kârûn’un asıl hedefi her ne kadar kullandığı araçları farklı olsa da aslında kendisini beğendirmek ve diğer insanların dikkatini üzerine çekerek onları imrendirmektir. Meseleye bu açıdan bakıldığında sosyal medya paylaşmalarının hiç de azımsanmayacak oranda önemli bir kısmı tam da bu durumu yansıtmaktadır. Zira günümüz insanının yaşam biçimi bir takım imkânlara ve fırsatlara sahip olmadaki amacı, aslında ona olan ihtiyacından daha çok başkalarının dikkatini çekmek çabasından başka bir şey değildir. Sekülerizmin ve modernizmin pek çok yaldızlı tuzaklarıyla ve moda aldatmacasıyla her geçen gün daha çok tüketmeye, daha çok eskitmeye daha çok harcamaya teşvik ettiği günümüz insanının önemli bir kesimini oluşturan Müslüman toplumlar da tıpkı Kârûn örneğinde olduğu gibi sahip oldukları maddi imkânlarla sanal ortamda sonradan görme bir tavırla birbirlerine kendisini beğendirme yarışı içerisindedirler. İnsanlar internette açtıkları kişisel medya hesaplarında bir takım paylaşımlar yaparak aynı platformda yer alan takipçileri tarafından beğeni almayı (like) beklemekte ve hatta aldıkları beğeniler üzerinden birbirleriyle yarışa girmektedirler. Bu durum öyle trajikomik bir hal aldı ki artık insanlar beğenilmek için çeşitli hilelere başvurur hale gelmiş ve sahte hesaplar, sahte sosyal medya platformları üzerinden ya da parayla takipçi satın alarak beğenilme egolarını tatmin etme çabası içerisine girmişlerdir. Bunu anlamak için internet ortamında kısa bir gezinti yapıldığında “beğeni hilesi”, “beğeni/takipçi kasma”, “beğeni satın alma” ve “takipçi hilesi”, “Fenomen olmanın püf noktaları”, “Nasıl fenomen olunur” vb. pek çok kavramla karşılaştığımızı görmemiz yeterli bir neden olsa gerek.
Yapılan araştırmalar, 10 kişiden 8’inin, kişilerin sosyal medyayı övünmek ve birbirlerine nispet yapmak için kullandığını düşündüğünü ortaya koyuyor. Ardı arkası kesilmeyen paylaşımlar ve bunların başkaları tarafından beğenileceği yönünde beklenti içerisinde olan insanların bu durumu, tabir yerindeyse beğenilme/ilgi arsızlığı haline dönüşmüştür. Günümüzde uzmanlar tarafından psikolojik hastalıklar arasında sayılan histrionik kişilik bozukluğu, halk arasında “ilgi, gösteriş manyağı” denilen tiplerin sahip olduğu bozukluktur. Kârûn’da da var olan bu kendini beğenmişlik duygusu, aslında onun ve onun gibilerin toplumsala bakışını da ortaya koymaktadır. Çünkü kendini beğenmişlikle toplumsallık birbiriyle bağdaşmayan iki ayrı unsurdur. Kendini beğenmiş olan mağrur insanlar toplumsal yaşamı umursamayan ve kendi haline yaşamayı önceleyen kimselerdir. Öyle ki karmaşık bir karakter yapısına sahip olan bu kimselerde var olan kendini beğenmişlik, toplumsallık ilkesine boyun eğmeye yanaşmalarına engel olmakta ve yaşadığı toplumun örf ve adetlerine ve birtakım değerlerine karşı tavır alabilmektedirler. Böylece kendisini içinde yaşadığı toplumun dışına itmekte günümüzde olduğu gibi kalabalıklar içinde yaşayan ama yalnızlığının farkında olmayan bireylerin oluşturduğu toplumlar ortaya çıkmaktadır.
Kârûn kısasında anlatılan olay ve onun üzerinden verilmek istenilen mesajlar sosyal medya zaafları açısından değerlendirmeye alınmamakta ve Kur’an okuyan Müslümanlar tarafından sadece olayın hikâye edilip anlatılmasından öteye geçmediği gibi burada verilen mesajın kendisine olmadığı küfür ehline olduğu gibi derin bir yanılgıya düşülmektedir. Oysa Kârûn da kendi gücünü zenginliğini yaldızlı ve gösterişli kıyafetleriyle ortaya koyarken aslında sanal bir itibar peşinde koşmaktaydı. Kârûn işin görünen yüzünde bu amacını sahip olduğu geçici dünya ziynetleriyle kamufle etmeye çalışmıştır. Aslında onun da peşinde olduğu bu geçici hayali durum, tamda günümüzde sanal âlemde sanal hayallerin peşinde koşanların durumuyla örtüşmektedir. Bu iki tablo arasındaki benzerlik Kârûn şahsında sembolleşmiş ekstrem davranışların günümüz Müslüman toplumlarında da tezahürlerinin farklı da olsa devam ettiğini göstermesi bakımından oldukça dikkat çekicidir.
Kârûn’un aşırılık tezahürü davranışlarından birisi olan fitneci fesatçı kişiliği ve yaşadığı toplumda bireyler arasında sebep olmaya çalıştığı kaotik eylemlerin farklı biçimlerde günümüz insanı tarafından ortaya konmasında yine sanal âlem dediğimiz internet ve sosyal medya etkin bir unsurdur. Fitne ve fesat çıkarmada sosyal ağlar ve internet ortamı kimi zaman fesadın görünmeyen bir el ve tarafından yazılan kelimelerle çıkarıldığına ya da üzerinde oynamalar yapılmış bir resim ya da video paylaşımı aracılığıyla ortaya konulduğuna hepimiz tanıklık etmekteyiz. Oysa Kârûn örneğini onun fesatçı kimliğine dikkat çekerek aktaran Kur’an, aslında “Allah fesatçıları sevmez” uyarısını her dönemdeki fesatçılara yapmakta ve aynı akıbete kendilerinin de uğrayacağı hatırlatmasında bulunmaktadır.
D- Allah-İnsan ve İnsan-Toplum ilişkilerinde Ekstremizm ve sonucu
İnsanları kendisine ibadet etmek üzere yaratan ve verdiği nimetlere karşılık kendisine kulluk etmelerini isteyen yüce yaratıcı, doğruyu bulmaları konusunda tarihin her döneminde insanlara kendi dillerini konuşan ve onlara rehberlik eden peygamberler göndermiş ve vahye muhatap kılarak kullarına her daim yol göstermiştir. Kendisine iman eden ve hidayet yolunu benimseyen müminlere sosyal bir ödev vererek yaşadıkları toplumu irşat etme yani iyiliği emredip kötülükten sakındırma sorumluluğu yüklemiştir. Bu sorumluluğunu yerine getiren aklıselim sahibi kimselerin ve ilim erbabının diğerlerine yaptığı uyarıların dikkate alınması durumunda onların ilahi cezadan kurtulduklarına dair pek çok örnek vermiştir. Bu örnekler arasında önemli bir kısmı menfi sonuçları olan örnekler olsa da bu surede olduğu gibi kimi zaman her ikisinin de bir arada verildiği de olmuştur. Zira Kârûn uyarıları dinlemeyip helak olurken onun zenginliğine imrenenler ayetlerin bağlamına, kullanılan üsluba ve müfessirlerin yorumlarına bakılırsa Müslümanlardır. Bunlar diğer sağduyu sahibi müminlerin uyarılarını dikkate alarak hatalarından nedamet duyarak tövbe etmişler ve böylece helakten kurtulmuşlardır. Söz konusu olay Kur’an’ın anlatımı ile şu şekilde gerçekleşmiştir:
81 Sonunda biz onu ve evini barkını yerin dibine geçirdik. Artık Allah’a karşı ona yardım edecek adamları olmadığı gibi, kendi kendini kurtarabilecek durumda da değildi.
82 Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler bu defa, “Yazıklar olsun bize! Demek ki Allah rızkı kullarından dilediğine bol, dilediğine de ölçülü veriyormuş. Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı, bizi de mutlaka yerin dibine geçirmişti. Vah ki vah! Demek inkârcılar iflâh olmazmış!” der oldular.
83 İşte âhiret yurdu! Onu yeryüzünde haksız üstünlük kurmak ve bozgunculuk çıkarmak istemeyenler için hazırlamış bulunuyoruz. İyi son, Allah’a karşı gelmekten sakınanların olacaktır.
84 Kim bir iyilikle gelirse ona bundan daha hayırlı karşılık vardır; kim de bir kötülükle gelirse o kötülükleri işleyenler yalnızca yaptıklarının karşılığını görürler.
Kârûn’un tesirinde kalanların kurtuluşu ve felaketin eşiğinden dönmeleri nasihati dinlemeleri ve yapılan uyarılara kulak vermeleri sayesinde olmuştur. Yoksa onlar da aynı akıbete uğrayacak ve helak edileceklerdi. Kur’an’da karşılıklı konuşma şeklinde anlatılan olayın bu son kısmı, aslında Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hadislerinde aynı gemide seyahat eden ve çektikleri kura sonucu geminin alt tarafında yolculuk yapmak zorunda olanların su ihtiyaçlarını karşılamak için geminin gövdesinden bir delik açmak isteyenlere engel olmamaları durumunda hep birlikte batacaklarını bildirdiği durumla aynıdır. Toplumsal sorumluluk bilincinin baştan sona vurgulandığı kıssada emr-i bi’l-marûf ve nehy-i ani’l-münker görevini yaparak sağduyuya ve aklıselime davet eden erdemlilerin bir toplumda varlığı o toplumun aşırılıklardan uzaklaşması felaketten kurtulmasına imkân tanıyan bir denge unsuru olduğu göz ardı edilmemelidir.
SONUÇ
Kasas suresi 28/76-84. ayetler bağlamında Kârûn kıssasına baktığımızda üç tür insanının anlatıldığını görürüz. Bunlardan birisi azgınlık, mağrurluk, şımarıklık, kendini beğenmişlik, nankörlük, maddeperestlik ve fesatçılık vasıflarına bürünmüş Kârûn, diğeri onun aşırılıkları karşısında Allah’a iman eden, dünya ahiret dengesini kurmayı başarmış, aklıselim ve sağduyu sahibi olan ve Kârûn’u yaptığı yanlışlardan döndürmek için çabalayan ilim ehli müminler, üçüncüsü de Kârûn’un yaptığı bütün zulüm, fitne ve fesada rağmen sahip olduğu zenginliğe ve konumuna, imrenen dünyevileşmiş cahil müminlerdir.
Kârûn ve kavmi arasında geçen bu karşılıklı diyaloğa günümüzden geçmişe doğru projeksiyon tutarak bir analiz yapacak ve bugüne tekrar gelecek olursak sekülerizmin tuzağına düşmüş birtakım değer yargılarına sahip olan günümüz insanlığı aslında aynı hataya düşmekte ve eğer Kur’an’ın Kârûn ve kavmi üzerinden yaptığı uyarılar dikkate alınmazsa aynı sonucun farklı tezahürlerinin kendilerini beklediği mesajı verilmektedir. Bu kıssada anlatılanlardan ortaya çıkan bir başka sonuç da özellikle infak ile şımarıklık ve haddi aşma arasında tersine bir orantının söz konusu olduğudur.
Kıssadan insanlığın hissesine düşen emr-i bi’l-marûf ve nehy-i ani’l- münker görevini yaparak idarecilerini, cesurca sağduyuya ve aklıselime davet eden erdemlilerin ve ilim adamlarının bir toplumda varlığı o toplumun aşırılıklardan uzaklaşması, felaketten kurtarabilmede ve Kârûnlaşan insanların irşad ve ıslahında söz konusu toplumsal bilincin ne denli önemli olduğu mesajıdır.
İnsanların verilen dünya nimetleri karşısında tabi tutulduğu sınavda “ Bu serveti sahip olduğum bilgi sayesinde elde ettim” diyerek şımaran, azgınlaşan ve hak tanımaz olan ve sonunda helak edilen Kârûn gibi değil “ Bu, şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemek için, Rabbimin bana bir lütfudur” (Neml 27/40) diyen Hz. Süleyman gibi davranmaları Kur’an’da verilen önemli mesajlardan birisidir.
Kârûn’a nasihatte bulunan inananların dünya ve ahireti dengede tutma yönündeki mesajı dünyayı denî (değersiz) gören ve terk-i dünya söylemini baskın bir şekilde kullanan kimi radikal çevrelere de Kârûn kıssası üzerinden önemli bir mesaj verilmekte ahiretin esas hedef olmakla birlikte dünyanın da onu kazanmaya bir vesile olabileceği vurgulanmaktadır.
Kur’an Kasas suresinin bu bölümünde Kârûn’un aşırılıkları üzerinden bir zihniyet haritası çıkarmakta ve bu ayetlerin nüzul dönemindeki ilk muhatapları müşrikler başta olmak üzere tarihin her dönemindeki muhataplarına ibretlik sahneler olarak sunmaktadır. Kârûnî zihniyetin günümüzdeki temsilcileri de sermayeyi ellerinde tutarak iktisadi dengeyi bozmakta, elindeki maddi gücü zorbalığa ve zulme dönüştürmektedirler.
Bütün bunların neticesinde siyasi ve sosyal problemlerin, savaşların fitne ve fesadın ortaya çıkmasına neden olmaktadırlar.