İnsanın Zaafları ve Nebevî Terapi / Prof. Dr. Adem Dölek

Kur’ân’da ve hadîslerde insana bir kısım zaafların verildiği anlatılmakta. İnsana insanı anlatan, insanı kendisiyle tanıştıran bu zaaflar nelerdir? Kitabınızda insana dair hangi zaafları ele aldınız?
Kâinatta en mükemmel ve en şerefli yaratılmış varlık, insandır. Bununla birlikte insanda bazı psikolojik zaafların bulunduğu da bir gerçektir. Esas itibariyle insan bu zaaflarıyla mükemmeldir. Bu zaafları olmasaydı insanda bir şeyler eksik olurdu, insan âdeta ya melek gibi olurdu ya da bu zaaflar kontrol altına alınmamış olsaydı bu sefer de şeytan gibi veya hayvan gibi olurdu. İşte insanları diğer varlıklardan üstün kılan durum, insanın üstün özelliklerinin yanında hayvanî veya nebatî bazı özelliklere de sahip olmasıdır.
İnsanda bulunan psikolojik zaaflar; cimrilik, nankörlük, kıskançlık, hırs, acelecilik, öfke, korku, dünya ve mâl sevgisi gibi duygulardır. Biz, çalışmamızda haset, cimrilik, hırs üzerinde durduk. Bunların dışında “öfke” konusunda da çalışmalarımız bulunmaktadır.
Bu zaaflar üzerinden Resûlullah’ın (s.a.v.), Kur’ân’la ve hadîsleriyle bu zaafların veriliş gayeleri doğrultusunda nasıl kullanılacağını açıkladığını söylüyorsunuz. Hz. Peygamber ümmete örnek olma vasfıyla ümmete bir psikoterapi yapıyor. Burada hastalık/zaaflar ve terapi ilişkisini, insan-fıtrat ilişkisi ve peygamber örnekliğinin önemi itibarıyla nasıl değerlendirmeliyiz? Niçin Hz. Peygamber özellikle böyle bir konu üzerinde duruyor?
Öncelikle şunu ifade edelim ki, Cenâb-ı Hakk, fıtraten insana koymuş olduğu bu zaaflara ya da duygulara sınır koymamıştır. Ancak bunları, gönderdiği kitaplarla ve peygamberlerle özellikle de Resûlullah (s.a.v.) ve Kur’an ile yani şeriatla tahdid altına almış ve bu duyguların nasıl ve ne şekilde kullanılacağını öğretmiştir. Resûlullah da (s.a.v.) bizzat hem yaşayarak örnek olmuş, hem de Kur’ân ve hadisleriyle diğer bir ifadeyle emir ve tavsiyeleriyle olması gereken cihete yönlendirmiştir. İnsana verilen duygular, esas itibariyle yerinde kullanılarak dünyada mutluluğu elde etmekle birlikte ebedî mutluluk diyarı olan Cenneti kazanmak için verilmiştir. Bu sebeple Resûlullah (s.a.v.), bu dünyada bu duyguların veriliş gayesi doğrultusunda çalıştırılarak cenneti kazanmanın yollarını öğretmiştir.
Bu örneklikte bu zaafların niçin verildiği, nasıl ve ne şekilde kullanılması gerektiği beyan edilmekle aslında bütüncül bir terapi mantığı da ortaya konuluyor. Bu mantığın günümüzün psikoterapi tekniklerine büyük bir katkı sağladığı gerçeğini bugün nasıl ifade edebiliriz?
Şunu hemen ifade edelim ki “Yapan bilir, öyle ise bilen konuşur.” vecizesinden hareketle insanlar, öncelikle yaratıcısı, sahibi, kendini her yönü ve her şeyi ile bilen Yüce Allah’ın beyanatını dinlemeliler ve onu iyi şekilde anlamaya çalışmalıdırlar. O’nun istek ve arzularına kulak vermeliler ve bunları hayatlarına uygulamalıdırlar. Çünkü Allah’ın, beden ve ruhtan yarattığı ve insan olma özelliğini verdiği bu mekanizmanın en verimli ve sağlıklı şekilde nasıl kullanılacağını Allah, Kur’ân kılavuzu ile insanoğluna beyan etmiştir. Bu kılavuz doğrultusunda hareket edildiğinde işte o zaman insandan matlup olan netice alınacaktır. Aksi hâlde insan sadece kendi aklıyla, deneme ve yanılma yoluyla bir şeyler yaparken birçok şeyleri ya anlayamıyor ya da eksik bırakıyor. Kaldı ki asrımızda psikoloji ilminin bu kadar gelişmesine rağmen bugün hâlâ insanın mahiyetinin tam olarak anlaşıldığı söylenemez. Onun için yaratıcının gönderdiği insan makinesinin kılavuzu dikkate alınmadığında, yapılan yanlışlıklar veya eksiklikler olduğu müddetçe insan huzursuz olacak, istediği mutluluğu tam olarak elde edemeyecektir.
Kısaca belirtmek gerekirse küllî akıl ve irade denilen Allah’ın iradesi, kudreti, ilmi ve diğer isim ve sıfatlarıyla Allah, insandan ne kadar yüce ve müteâl ise cüzî akla sahip, birçok kusur ve eksiklikleri bulunan insanın bilgisi ve anlayışı da o kadar küçük, dar ve kısadır. Bu sebeple yapan ve bilen ustanın açıklamaları çok önemlidir.
Bir başka husus da insan ve sahip olduğu duygular sadece bu dünya için verilmemiştir. Bu dünya, bütün şaşaasıyla insanın bu duygularını işba ve tatmin edecek kadar geniş veya değerli değildir. Onun duygularını tam olarak ancak ahiret tatmin edebilir ki, Allah da insanoğlundan âhireti yani cenneti kazanmalarını istemektedir. Fakat insanoğlunun bu fırsatı sadece dünyaya hasretmesi ve tam bir huzuru burada araması onun mutluluğunu ve huzurunu kaybettirmektedir. Bu da verilen araçların amacı dışında kullanılmasından kaynaklanmaktadır.
Bu sebeple son asırlarda psikoloji ve psikoterapi alanlarında yapılan çalışmalarda, genellikle sadece dünyevî veya sadece insanın bedenî yönü ile davranışlarının değerlendirilmesiyle terapi yapılmaya çalışıldığı görülmektedir. Bunun için terapilerde eksikliklerin olduğu söylenebilir. Hâlbuki İslâm, kişinin hem dünyasını hem de âhiretini nazara alarak her iki yönüyle değerlendirmekte ve öylece terapi yapmaya çalışmaktadır. Bu husus tam olarak uygulanabilirse daha fazla mutluluğu kazandırmaya vesile olacağı kanaatindeyiz.
Konuya zaaflar özelinde girmek gerekirse, haset nedir, insan niçin haset eder? Haset duygusunun insanda bulunmasının hikmetine dair neler söylenebilir?
Haset; bir kişinin, başkasında bulunan üstün nitelik (nimet ve fazilet)lerin yok olmasını ve sadece kendisinde olmasını temenni etmesi ya da o üstünlüklerin kendisinde olmamakla birlikte çekemediği kişide de bulunmamasını istemesidir. Böylece hasette esas olan, başkasındaki nimetin yok olmasını veyahut sadece bencil/egoist bir düşünce ile yalnız kendisinde olmasını arzu etmektir.
Haset, insanın tabiatında var olan bir duygudur. Hz. Peygamber de (s.a.v.) hiçbir insanın haset duygusundan kurtulamayacağını beyan etmiştir. Bu sebeple her insanda az ya da çok çekememezlik (haset) bulunmaktadır. Çünkü insanlar biyolojik ve karakteristik özellikleri bakımından farklı oldukları gibi haset etme bakımından da farklılıklar arzetmektedirler. Yine psikolojik her duygunun kendi içinde aşağıdan yukarıya veya kötüden iyiye doğru dereceleri olduğu gibi kişilerin durumlarına bağlı olarak hasedin de mertebeleri vardır.
Haset, fıtrî bir duygudur. Fıtrî olan bir şey de insana Allah tarafından bazı gayeler için verilmiştir. Çünkü insanda bulunan hiçbir şey abes değildir, boşuna yaratılmamıştır. Bu bakımdan insanoğlunda hemcinslerine karşı üstün olmak arzusu bulunmaktadır. İnsanda bulunan ve fıtrî olan bu duygu bir kusur değil, bir meziyettir. Çünkü insanda bulunan ve iyi yönde kullanılmasından kaynaklanan yarış ve rekabet hissi, bütün terakkînin zembereğidir. İnsanda üstün olma hissi olmasaydı ilimde ve amelde hiçbir ilerleme olmazdı. Dolayısıyla bu duygunun insanda bulunması kötü değil, bilakis o duygunun kötüye kullanılması kötüdür. İnsan, başkalarında bulunan nimetlerin onlardan yok olmasını değil, tam tersine “Onlarda olsun, ben de onlar gibi olayım.” diyerek çalışmalı ve gayret göstermelidir.
Haset duygusunun kötüye kullanılmasının (yani başkalarının elindeki üstünlüklerin yok olmasını arzu ederek bu yolda atılacak her türlü olumsuz çabanın) insana verdiği zarar anlatılırken, haset etmenin zehirli bir yılana ve kalbi ifsat eden bir nesneye benzediği, insana asla bir yarar sağlamadığı ifade edilmekte, hasetçinin de insanı parçalamak için yaklaşan bir arslandan daha tehlikeli olduğu belirtilmektedir. Haset etmenin ferdî zararlarının yanında hem dîne hem de topluma da büyük zararları bulunmaktadır.
Haset duygusunun tezahürlerinin ortaya çıkmasının; düşmanlık, öfke, (gazap), kindarlık (buğz), kibir, üstün gelme isteği, taaccüp (ameline güvenme, kendini beğenme), maksatların elden kaçma korkusu, riyaset sevdası, kadın sevgisi, başkalarında bulunan üstünlüklerin kendisinde olmayışı, kişinin kötü hissi, aşırı cimrilik ve hırs ve tembellik vs. birçok sebebi vardır.
Psikolojide bencillik olarak ifade edilen haset; insanda bulunan ve kötüye kullanılabilen bir duygu ve huydur. Bu duygu, her insanda da mevcuttur. Fakat bu duygunun derecesi kişinin imânı, bilgisi ve kültürü, psikolojik ve sosyolojik durumuna göre değişiklik arzeder.
Hz. Peygamber (s.a.v.), haset duygusunun psikolojik olarak her insanda bulunduğunu belirtir ve “Üç şey vardır ki onlardan hiç kimse kurtulamaz: uğursuzluk hissi, sû-i zan ve haset” buyurur. “Ey Allah’ın Resûlü! Bunlardan kurtuluş çaresi nedir?” diye sorulur. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.): “Uğursuzluk hissettiğinde onun üzerinde durma, sû-i zan ettiğinde onu araştırma, haset ettiğinde de onu fiiliyata koyma.” diye cevap verir.
Hz. Peygamberin (s.a.v.): “Önceki milletlerden size geçen hastalık, haset ve kindarlıktır. ...” buyurması da hasedin; fertte olduğu kadar toplumda yaygınlaştığında sosyo-psikolojik bir hastalık hâline geldiğine işaret etmektedir.
Hasedin daha önceki milletlerde bulunan bir hastalık olduğu gibi kendi ümmetine de bu hastalığın isabet edeceğini bildiren Hz. Peygamber (s.a.v.): “Ümmetime, diğer ümmetlerin hastalığı isabet edecektir.” buyurunca, yanındaki sahabiler: “Ey Allah’ın Nebisi! Diğer ümmetlerin hastalığı nedir?” diye sorarlar. Hz. Peygamber de:“Eşr (şımarıklık), batr (azgınlık), tekâsür (çoklukla öğünmek) ve dünya malı konusunda tenâcüş (yarış), birbirine kindarlık ve birbirini çekememedir, hatta (işin sonu) zulüm olur.” diye cevap verir. İbnu Receb’in rivâyetinde “Zulüm, sonra adam öldürmedir.” şeklinde geçmektedir.
Bunu te’yid eden müşahhas bir örnek olarak şu hadîs zikredilebilir: “Üç şey vardır ki bunlar her hatanın temeli ve esasıdır; onlardan sakının: Kibirden sakının; çünkü kibir, İblis’i Adem’e secde etmemeye sevk etmiştir. Hırstan sakının; çünkü hırs, Adem’i yasak ağaçtan yemeye sevk etmiştir. Hasetten sakının; zira Adem’in çocuklarından biri, diğerini hasedinden dolayı öldürmüştür.”.
Görüldüğü üzere bu hadîsler, hasedin; insanlık tarihi boyunca var olduğunu ve insanları yasakları işlemeye sevk ettiğini, hatta kan dökmeye kadar götürdüğünü anlatmaktadır.
Haset, ferdî ve psikolojik açıdan değerlendirildiğinde, insanın bedenini içten yıkan ve yakan, mecâlsiz ve hâlsiz bırakan, huzursuz eden, içten yakıp tüketen psikolojik bir hastalıktır.
Hasan el-Basrî (v.110/728), “Her insanda haset vardır. Kim hasedini bağy ve zulme vardırmazsa ona bir sorumluluk yoktur.” sözüyle hasedin her insanda bulunduğunu ifade etmiştir.
İslâm ahlâkçıları da hasedi bir tür rûh hastalığı sayarlar. Meselâ; hasedin, yaratılıştan var olan bir duygu olduğunu söyleyen Heytemî; onun kalbî (psikolojik) hastalıklardan olduğunu ifade ederken, Kınalızâde de hasedi, en şümullü ve en şiddetli rûh hastalığı olarak nitelendirmektedir.
Kısaca; haset duygusunun mecrası, akıl ve irade ile kötü yönden iyi yöne değiştirilebilir. O da başkalarının nâil olduğu ve hak ettiği nimetlerin yok olmasını temenni etmek değil, o nimetlerin kendisinde de olmasını arzu etmek ve o nimetlere nâil olabilmek için gayret etmek, neticede kısmetine rızâ göstermek şeklinde olabilir. Ya da haset eden kişi, elinden hiçbir şey gelmiyorsa o zaman Hz. Peygamber’in (s.a.v.) beyan ettiği gibi içindeki haset duygusunu kötüye kullanarak söze ve fiiliyata dönüştürmemeye ve o duygunun gerektirdiğiyle amel etmemeye gayret göstermek tarzında olabilir. Bu tarzda hareket eden bir insan, hasedin yönünü iyi tarafa çevirmekle birlikte sorumluluktan da kurtulmuş olur. Eğer haset etme, âcizlikten kaynaklanır ve imkân bulduğunda fiiliyata dönüştürülerek kötüye kullanılacak olursa kişi mesul olur.
Güncel psikoterapi, haset konusunda neler söylüyor, Hz.Peygamber’in (s.a.v.) hasede dair terapi konusunda yaklaşımları nasıl?
Hasedin, (psikolojik) bir hastalık olduğunu beyan eden Hz. Peygamber (s.a.v.), aynı zamanda bu hastalığın ferde, topluma ve dîne verdiği zararları da beyan etmiştir. Ferdin ve toplumun huzurlu yaşaması için böyle psikolojik bir rahatsızlığın da iyileşmesi hususunda psikoterapi icra etmiş ve insan tabiatında mevcut olan bu hastalığın zararsız hâle gelmesi için gerek Kur’ân’la gerekse hadîsleriyle hedefler göstermiş ve iyi yönlere kanalize etmiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) gösterdiği bu hedefleri maddeler hâlinde şu şekilde ifade edebiliriz:
a-Hasedi söze ve eyleme dönüştürmemeyi tavsiye etmek
b-Haset etmenin zararlarını düşündürmek
c- Dünyevî bakımdan aşağıda, uhrevî bakımdan üstün olana bakmayı tavsiye etmek
d- Kendisine verilen nimetlerden mesul olduğunu düşündürmek
e-Dünyevî varlıkların geçici olduğunu düşündürmek
f- Zenginlerle az oturup kalkmayı tavsiye etmek
h-Teşebbüsleri gizli tutmayı teşvik etmek
ı- Başkalarının haset etmesine fırsat vermemeyi tavsiye etmek
i- Başkalarına iyilik etmeyi tavsiye etmek
j- Haset duygusunun mecrasını iyi şeylere yönelttirmek
k- Üstünlüklerin Allah’ın vergisi olduğunu düşündürmek.
İnsan niçin cimrilik yapar? Psikolojik ve sosyolojik boyutunda neler var? Cimrilik fiil ve duygusunu tedavi etmek için Hz. Peygamber (s.a.v.) neler söylüyor?
Cimrilik, insanın tabiatında var olan bir duygudur. Bu duygunun dışa yansımasının; mâlın tükenme korkusu, aşırı mâl sevgisi, çocuk düşüncesi gibi birçok sebebi bulunmaktadır.
Cimrilik hastalığının veya bu zafiyetin tedâvîsinin; zekât vermek, zekâtın dışında da cömertlik yapmak, borç vermek (karz-ı hasen), hediyeleşmek, cimrilik yapmanın dünyevî olumsuz yönlerini düşünmek, cimrilik yapmanın uhrevî neticelerini düşünmek, cimrilik yapmanın yerildiğini bilmek, cimrilik duygusunu olumlu yöne çevirmek, cimrilik yapmanın daha çok inkârcıların özelliği olduğunu bilmek vs. birçok yönleri vardır. Böylece gerek ayetlerde gerekse hadislerde cimrilik yapmanın uhrevî neticeleri de anlatılarak yine cimriliğin tedavisi amaçlanmıştır.
Kısaca; cimrilik duygusu, yaratılıştan her insan da var olan psikolojik bir duygudur. Bu duygu, eğer kötü yönde, diğer bir ifadeyle sadece dünyevi gaye ile mâl biriktirme ve başkalarına yardım etmeme şeklinde kullanılırsa olumsuz bir duygu hâline gelir; ferde, cemiyete ve dîne zararlı bir hâl alır, sahibini hem Yaratıcı hem de toplum tarafından istenmeyen, sevilmeyen, saygınlığını kaybetmiş bir kişi yapar. Cimrilik hastalığı, ilim ve amel ile maddî ve manevi cömertlik yapmakla tedavi edilebilir. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.v.), gerek getirdiği ilâhî mesaj Kur’ân’la, gerekse fiîliyle ve sözleriyle cimrilik hastalığının tedavisi için insanları bilgilendirmiş, her zaman ve her zeminde sosyal yardımlaşmaya ve dayanışmaya teşvik etmiştir. Böylece cimriliğin dengede tutulması için Allah’ın ihsan ettiği nimetlerden başta zekât olmak üzere, ifrat ve tefrite kaçmadan orta bir yol ile her türlü yardımda bulunmayı yeğlemektedir.
Hırs ile azim arasında ne fark var? İnsanın hem dünyevî hem uhrevî hırsları olabilir mi? Hırs insana zarar verir mi? Hırs hastalığının tedavisinde Peygamber Efendimiz (s.a.v.) neler söyledi?
Hırs; fıtraten insanda bulunan ve psikolojik bakımdan doymak bilmeyen bir açlık, sınırsız bir tatminsizlik durumu olarak ifade edilmektedir. Bu duyguyu aşırı derecede yaşayan kişiye “harîs” veya “muhteris” denilmektedir. Muhteris, yalnızca hırs duyduğu şey için yaşamaya başlar ve çoğunlukla bu uğurda çekinmeden herkese zarar verebilir.
İnsanın, arzusunu gerçekleştirme doğrultusundaki hareketinin durumuna göre hırs, iyi ya da kötü olarak hüküm alabilmektedir. Diğer bir ifade ile hırsın/şiddetli arzunun, iyiye ya da kötüye kullanılmasına göre iyi veya kötü olarak değerlendirilmektedir.
Hırsın; kişilerin durumlarına, değer verdikleri ve gerçekleştirmeyi arzu ettikleri şeylere göre; para hırsı, makâm hırsı, mâl edinme ve biriktirme hırsı, meşhur olma hırsı, daha çok sevap kazanma hırsı, insanların hidâyetine vesile olma hırsı gibi maddî ve mânevî birçok çeşidi bulunmaktadır. Bütün hırs çeşitlerini dünyevî ve uhrevî, diğer bir ifadeyle mecâzî ve hakîkî olmak üzere iki kısımda toplamak mümkündür.
Dünyevî hırstan maksat, sırf dünya ile alakalı, geçici olan makâm, mevki, şan, şöhret, mâl, mülk gibi durumlardır ki, bunlar: Mâl edinme ve mâl biriktirme hırsı, makâm sahibi olma ve şöhret kazanma hırsı, dünya hırsı, adâleti temin etme hırsı vs. şeklinde ifade edilebilir.
Hırsın, maddi manevi birçok zararı bulunmaktadır. “Hırs, uğursuzluk sebebidir/el-hırsu şuûmün” ifadesi bunu en veciz şekilde anlatmaktadır. Hırsın, dünyevî açıdan zararları olduğu gibi uhrevî açıdan da büyük zararlara sebep olmaktadır. Şöyle ki:
Hırs dîne zararlıdır, çünkü hırs; israfa, başarısızlığa, ümitsizliğe, ihlâssızlığa, kanaatsizliğe, gaflete, cimriliğe, kibre, Allah’ın muhafazasından mahrumiyete, hasede/çekememezliğe sebeptir, hakikatleri görmeye insanı kör eder.
İslâm dini, insanda bulunan bu tür duyguların, istek ve arzuların dünya mâlına olan eğilimlerin ortadan kaldırılmasını değil, dengede tutulmasını hedeflemekte ve insanı bu hedefe yönlendirmektedir. Böylece insan, kendisine verilen bu duygu ile ahiret hayatında kendisine lazım olacak şeyler için çalışmalı ve onun için çaba göstermelidir. Bunun için de Hz. Peygamber (s.a.v.), ölçülü sevmeyi tavsiye etmek, dünyevî ve uhrevî açıdan faydalı olana yönlendirmek, ölümü hatırlatmak suretiyle bu zafiyeti terapi etmeye çalışmıştır.
Kısaca; hırs, insanın yaradılışında bulunan bir duygudur ve insanın psikolojik zaaflarından biridir. Bu, yerinde ve ahireti kazanma hususlarında kullanıldığında tasvip gören ve faydalı olan bir duygu olmaktadır. Ancak nefsin aşırı isteklerini ve sadece dünyevî emellerini gerçekleştirme doğrultusunda kullanıldığında ise maddi manevi birçok zarara sebep olmaktadır.
Konu ile ilgili âyetler ve hadîsler incelendiğinde Hz. Peygamber’in (s.a.v.), davranışlarıyla ve yaptığı telkinlerle bu duygunun yerinde kullanılmasının yollarını gösterdiği ve tedavi ettiği, diğer bir ifadeyle bu duygunun dengede tutulmasının yollarını göstererek psikoterapi icra ettiği, görülmektedir.
Şunu hemen ifade edelim ki hırsa çok benzeyen fakat hırstan farklı olan bir tabir vardır ki o da “azim”dir. Bunu hırs ile karıştırmamak gerekir.
Azim; niyet, irâdeli hareket etme, kat’î karar, sebat, bir işteki engelleri yenme kararı mânâlarına gelmektedir. Azim de meşakkat olmakla birlikte sabır ve çile vardır, acelecilik ve kısa yoldan köşeyi dönme yoktur. Azim de alın teri ile kazanmak vardır, hazırcılık yoktur. Azimli olmak; bir işi başarmaya niyetli, kararlı, sebatlı ve devamlı olmayı ifâde eder. Azimli olan kişi; çalışır, çalıştıkça başarmaya gayret eder, çalışma ve başarma hususunda ümitsizliğe düşmez, elde edemediğinden üzülmez ve helâk olma derecesine varacak şekilde kendisini tehlikeye atmaz. Elde ettiğine şükreder. Azim, kişiye devamlı çalışmasını telkin eder. Neticede azmi olan kişi, başarısızlığa düşse dahi çalışmayı bırakmaz, gaflete düşmez. Azimde çalışmanın neticesinde elde edilene kanaat vardır. Ali Ulvî Kurucu’nun azimle ilgili şu mısraları çok manidârdır:
“Bir azim, iman dolu bir kalbe girerse,
İnsan da o imandaki son sırra ererse,
En azgın ölümler ona zincir vuramazlar...
Volkan gibi coşkun akıyor durduramazlar...”
Hırslı kişi ise tüm çabalarına rağmen istediği sonucu elde edemediğinde öfkelenir, morali bozulur, intikam almak ister, ümidini yitirir, çalışma isteğini kaybeder, neticede başarısını kaybeder. Ümidini kaybeden kişi, işe başlamadan mağlubiyetini kabullenmiş demektir. Hırsta kanaatsizlik ve doyumsuzluk vardır. Bu bakımlardan hırs ile azim farklı şeylerdir. Bunların birbirine karıştırılmaması önemli bir husustur.
Şunu hemen belirtelim ki burada fıtraten insanda bulunan psikolojik zaaflardan sadece üçünden bahsetmeye çalıştık. Bunların insana verilmesinin hikmetlerinin ve tedavi yollarının neler olduğu kitabımızda ayetlerden ve hadislerden örnekler verilerek genişçe ele alınmaya çalışılmıştır. Merak edenler bu mütevazı çalışmamıza müracaat edebilirler.
Son olarak âcizane hem size hem de bütün okurlarımıza şükranlarımı arz ediyor, sağlıklı ve mutlu ömürler diliyorum.