Dünyada En Zor Şey Kişiye Kendisine Rağmen İyilik Yapmaktır… / Hayati İnanç

İnsanın bir sosyal çevresi bir de varoluşsal hakikati var. Hayat da bir özen, itina istiyor. Nelere nasıl dikkat etmeli?
Allah korktuklarınızdan emin etsin, umduklarınıza nâil etsin, utandırmasın iki cihanda. Kendinize zarar vermekten de korusun sizleri. En büyük, en mühim meselemiz odur. Çünkü insanına en etkili zarar ancak kendisinden gelir.
“Sitem hep âşinâlardan gelir bîgâneden gelmez” demişti şair. Yani en tanıdığından gelir sana zarar. Bu şiiri okuyanlar, bu mısrayı görenler muhtemelen yakın akraba diye düşünebilir. Doğrudur, orası da doğrudur. Akrabanın akrabaya akrep etmez ettiğini, doğrudur da asıl zarar ondan da fazla insana kendisinden gelir. Ona karşı uyanık olmak lazım. “Bana hiç nefs-i emmârem gibi sû’-i karîn olmaz. Bu düzd-i hânegînin kimse mekrinden emîn olmaz” dedi bir başka şair. Nefis gibi bir düşmanın varken düşmana ne hacet? En büyük, en belalı düşmanla zaten iç içeyim, yüz yüzeyim. Canıma okuyor, diyor. O varken bana düşman lazım değil diyor.
Hikmet ehli zatlar dediler ki, otur düşün. Düşün, değerlendir. Nihayet kendini düşünüyorsun. Kendindir problem, sensin yani. Ne düşüneyim? Şunu düşün: Ben neyin peşindeyim? Derdim ne? Neyi takip ediyorum? Neyi kovalıyorum? Çünkü insan neyin peşindeyse değeri o. Ölüm sana talip. Cennet veya cehennem sana talip. Sen neye talipsin? Maksat bu teşhisi, bu tespiti çok doğru yapmaktır. Her şey buna göre belli olur. Buna göre tayin edilir.
İnsanın en zayıf tarafıdır… Kendini hüsnü zan eder. Biz iyiyiz canım filan der. Tamam, iyisin de daha iyi ol canım. Allah Allah. Yani maddiyatta senden ileride olana baktıkça bakıyor ve kaybediyorsun. Tersi doğrudur. Maddiyatta senden geride olana bak. Senden daha az geliri olan, senden daha zor şartlarda yaşayan insanları gör. Bu senin şükrünü artırır, mutluluğunu artırır. Bir kendine gelmeni sağlar. Maneviyatta da senden ileride olana bak bir zahmet. Bu senin sana yapacağın en büyük iyiliktir.
Suyu görüyorsunuz. Herkes onu sever. Herkes arar. Yokluğuna dakikalar seviyesinde tahammül edilemez, özlenir. Çizgileri yoktur kırmızı, mavi, sarı çizgileri. Köşeleri yoktur. Köşeli değildir. Yumuşaktır ama o kadar güçlüdür ki, ne kurşun işler, ne bıçak keser, ne baltayla, ne tahrayla, ne balyozla kıramazsın, ezemezsin. Onsuz da olmaz. Onu iyi kötü herkes sever. İyiler de sever, kötüler de sever. Su gibi ol. Herkesin ihtiyacını karşılayan, herkesin derdine derman olan ol. Güzellik, iyilik burada. Ve mekânın cennet olsun istiyorsan, takıldığın mekânlara dikkat et. Daha kısa bir söyleyişle, ölmek istemediğin mekânda olma. İnsan her an bunu düşünmeli. Şu anda ecel gelse, burada bulunmam ne kadar doğru diye düşünmeli. Ölmek istemediğin yerde olma. Mekânın cennet olsun istiyorsan, takıldığın mekânlara dikkat et. İyilik görmek için iyilik yapmalısın. “Sen usandırma eli, el de usandırmaz seni, Hilekârlık eyleme kimse dolandırmaz seni, Dest-i a’dâdan soğuk su içme kandırmaz seni, Korkma düşmandan ki âteş olsa yandırmaz seni, Müstakîm ol Hazret-i Allah utandırmaz seni”
Ve nihayet, eskiler demişler ki, gece kapını kapalı tut, gündüz ağzını. İnsana ne gelirse dilinden geliyor malum. Ben ne yapayım, nasıl olayım diye sordu talebe. Hocası cevap verdi: “Aç, kapa.” Talebe düşündü. “Anlayamadım efendim.” dedi. “Kapalı olanı aç, açık olanı kapa.” dedi. Talebenin tereddütü yine gitmeyince, “Yahu kapalı olan ne?” “Kese, kasa, onu aç. Cömert ol yani. Ver, vermeye alıştır elini. Elini vermeye alıştır. Bir gün can vereceksin. Açık olanı kapa, ağzın işte o. Ağzın açık ya, hep konuşuyorsun ya. Kapa.”
İnsanoğlu balık gibidir derler. Ağzını açmadıkça olta riski yok. Ancak ağzını açan balık yakalanır oltaya. İnsan da öyledir. Söz sendeyken kumanda sende, senin esirindir ama çıktıktan sonra yönetim ona geçer, sen onun esiri olursun. Atılan ok da, çıkan söz de geri alınamaz vesselam.
Anlattığınız bu güzel işleri bizzat sizin çevrenizde hayata geçiren güzel insanlar oldu mu?
Son zamanlarda kaybettiğimiz bir arkadaşımın vefatı beni derinden etkiledi. Onun gidişiyle ilgili hissettiğim bir imrenme duygusu var. 30 yıl boyunca çok yakındık; her ortamda beraberdik, çalıştık ve ailelerimiz de dosttu. Birbirimizin tüm sırlarına vakıftık. Şimdi dönüp baktığımda, bilerek bir günah işlediğini hiç görmediğimi fark ettim. “Acaba ben de böyle anılacak mıyım?” diye düşünmeden edemedim. Arkadaşımın hatırasına, memleketimde bir dostunu ziyaret ettim. O bana, vefat eden bir diğer tanıdığımızdan bahsetti. Onun için, “Haram bir çöp bile ağzına sürmeyen bir adam” denirmiş. Adam 40 yıl önce ölmüş olmasına rağmen, onu tanıyanlar hâlâ böyle bahsediyor. Yemin ederim, bundan daha güzel ne olabilir ki? Arkasından böyle güzel bir izlenim bırakarak gitmek, gerçekten imrenilecek bir durum. Son günlerde kaybettiğim bu dostumu düşünüyorum. Bütün ilişkilerimizde hep benim menfaatime hareket etti. Beni tehlikelerden korudu, kurtardı ve bana yol gösterdi; hatta bunun için benden sitem görmeyi bile göze aldı. Oysa bugün ‘dost’ dediğiniz insanlar, sizin hatalarınızı, dostluk bozulmasın diye söylemiyor. Sizce bu ne kadar doğru bir dostluk tanımıdır? Gerçek dostluk, hatalarımızı görmezden gelmek midir?
Harun Reşid, bir vezirini yanına çağırdı. Vezir; bakan, bugünkü karşılığı aşağı yukarı odur. Yardımcısı, güvendiği adam, önemli görevler yüklediği adam, diyor ki vezirine: “20 seneden beri beraberiz. Ben insanım, hatasız olamam. Bu mümkün değil ama sen bu zaman zarfında bir defa olsun benim hatamı söylemedin. Her şeyimi tasdik ettin, hep iyi yaptınız, güzel oldu dedin. Hiçbir hatamı görmedinse ahmaksın, görüp söylemedinse hainsin.” deyip işine son verdi. Düşünmeliyiz, değerlendirmeliyiz, kendimize bakmalıyız. Aslında şu açıdan da bakmalıyız, dostumuz bize söylerse acı sözü, biz nasıl karşılarız? Ne deriz? Yaklaşımımız ne olur? Bu aslında kendimizi tanımak bakımından da önemli. Düşünelim, cidden bunu bizden başka düşünecek kimse yok. Eğitim denen şey insanın kendini yetiştirmesi, kendisiyle meşgul olmasıdır. Yine Harun Reşid’den vereceğim örneği. Her an kendisini ikaz eden, acı sözlerle hizaya getiren Behlül Dâna gibi bir zat var yanında. Şakayla karışık da olsa daima böyle acı şeyler söylüyor. Hep yanında tuttu onu. Bu ne delikanlılıktır? Bu ne mürüvvettir, adamlıktır? Biliyor tatlı bir şey söylemeyecek, pohpohlamayacak, aferin demeyecek, övmeyecek ama biliyor ki bunu da dost olarak, samimi yapıyor, dostane yapıyor. Hasmane tenkit ile dostane tenkit arasında böyle bir fark vardır. Biri vardır sizin her şeyinizi çirkin görür, sizi küçültmek, batırmak ister. O başka bir durum, konumuzun dışında. Ama adam samimi. Allah rızası için sana iyi bir şey söylüyor. Hatanı söylüyor. Yahu cebinde akrep var diyen adama kızılır mı? Haber veriyor işte, teşekkür edersin.
Halife Harun Reşid, Behlül Dânâ’ya “Ölümden söz edilince içime bir soğukluk çöküyor” der. Behlül Dânâ’nın cevabı ise keskin ve nettir: “Elbette, çünkü sen bu dünyadaki evini güzelleştirirken, ahiretteki evini yıktın.” Yani dünyaya fazla bağlanıp ahireti unuttuğun için ölüm sana soğuk geliyor. Bundan daha açık ve etkileyici bir uyarı olabilir mi? Bir gün Behlül Dânâ, uygunsuz bir yerde uyuyakalır. Onu uyandırıp “Burada uyunmaz” derler. Muhtemelen bu hareketi bilerek yapmıştır. Uyanınca sitem etti etrafındakilere, darıldı, bağırdı, çağırdı. “Ben” dedi, “rüyamda ordu komutanıydım.” dedi. “Efendim, devlet sahibiydim.” dedi. “Saltanatımı yıktınız.” dedi, “Mahvettiniz beni.” dedi. Harun Reşid’in huzuruna götürdüler. “Efendim, en olmayacak yerde gitmiş uyumuş, uyandırdık, bir de bizi azarlıyor. Neymiş efendim, sultanmış da rüyasında biz onun saltanatını mahvetmişiz de.” Harun Reşid dedi ki, “Sende akıl yok mudur? Rüyadaki saltanata itibar olunur mu? Kıymet verilir mi?” “Verilmez mi?” dedi. “Hayır.” dedi, “verilmez.” Behlül’ün cevabı: “Benim saltanatım uyanınca elimden çıktı. İhtimaldir yine uyurum, kavuşurum saltanatıma ama senin saltanatın gözünü kapatınca elden çıkar, bir daha geri gelmez. Sana kalan da hesabı olur sadece. Hesap verirsin.” Dost böyle bir şey. Hem insanlar arası ilişkilerde ve hem uluslararası ilişkilerde dostluğu pekiştirecek, sürdürecek, düşmanlığı bertaraf edecek doğru davranış biçimini dev şair Hafız-ı Şirazi ne kadar güzel ifade etmiş: “Âsâyiş-i du-gîtî tefsîr-i în du-harfest, Bâ-dûstân muruvvet bâ-duşmenân mudârâ” İlm-i siyasetin özeti bu iki mısrada. Türkçeye nazmen tercümesi vardır, şöyle söylenir: İki cihan huzuru sığdı iki kelama, dostlar ile mürüvvet, düşman ile müdara. Bu dünyada huzurun, iki cihanda huzurun, ahirette huzurun formülü iki kelimedir. İki maddedir. Dost ile mürüvvet yani mertçe konuşmak, acı da olsa gerçeği söylemek, delikanlı gibi yani, erkekçe gerçeği ifade etmektir. Düşman ile müdara. Çok enteresan. Nedir müdara? Müdara, kelimeden de anlaşılabileceği gibi, idare etmek demek. Yani düşmanlık artmasın diye muhatabınız doğru sözü kabul etmeyeceği için avutmak. “Bugün dünden iyisin” gibi hoş sözlerle avutmak. O hâle düşmek iyi değil ama düşen birine de başka türlü davranamazsın. Düşmanlık artmasın diye onu idare edersin, güler yüzle. Ve bu dosta yapılmaz, yapılmamalıdır. Son dönemde bir ariften şunu işittim. Şimdi artık dostları idare ediyoruz. Yani çok sitemkâr bir ifade tabii. Yani mürüvvetle konuşulacak kimse bulamıyoruz ki…
Hazreti Mevlana şöyle bir şey anlatır: Adam süvari, atıyla, heybetli, güçlü kuvvetli bir adam. Gezerken bir elma ağacının dibinde uyuyan bir adam görür. Ağzı açılmış uykuda ve bir yılan girmiş ağzından. Adamın içine yılanın tamamının girişini görmüş. Yılan girdi. Şimdi ne yapsın? Süvari ne yapacak? Bu adama nasıl yardım edilecek? Bir kırbaç darbesiyle uyuyan adamı uyandırıyor ve adam birden kırbaç yiyor, uyanıyor, durup dururken dayak yiyor. Başlıyor, affedersiniz, sövmeye. Ağzına ne gelirse söylüyor. Nereden geldin Allah’ın belası? Sen kimsin? Ne diye beni dövüyorsun? “Kalk.” diyor, kaldırıyor. Kırbaçlamaya devam. Koşturuyor. Ovada adam önde, süvari arkada, kırbaç elde, arada bir şaklatıyor. Koş, koş, koş. Adamın canı çıkıyor tabii, kolay mı? Uykudan yeni uyanmış zaten, sersemliği geçmemiş. Bir taraftan da dayak yiyerek koşturuluyor. Aciz çünkü adam, atlı ve silahlı, bir şey yapamıyor. Ağlaya ağlaya, söve söve, ağzına geleni söyleyerek koşa koşa, yerdeki çürük elmalardan yediriyor bu arada. Eziyet devam ediyor. O koşmanın tesiriyle, çürük elmaların da tesiriyle adamın içi kalkıyor ve kusuyor ve yılan önüne düşüyor. Görünce anlıyor. Hâ, bu adam bana iyilik yaptı. Hem de ne muazzam bir iyilik. Yani bu yılanı buradan çıkarmanın ve bana zarar vermeden ondan kurtulmanın tek çaresi buydu ve adam bunu yaptı. İşini gücünü bırakıp benimle meşgul oldu. Dakikalardır peşimde. Ne kadar sürdü, kim bilir. Ve ben kurtuldum. Yılan da zehirli. Başlıyor teşekkür etmeye. Yahu diyor, “Sen ne mübarek bir adamsın? Sen Hızır mısın? Kim gönderdi seni? Sen beni kurtardın, Allah razı olsun. Ver elini, ayağını öpeyim.” falan ve sonra diyor ki, “Yahu bunu bana söyleseydin, kötü sözler ettim sana. Şimdi pişmanım, mahcubum, utanıyorum yani. Demezdim hiç olmazsa böyle kötü lafları.” diyor. Süvari işte o zaman şunu söylüyor: “Müşkül oradaydı. Senin acı sözlerine tahammül etmem icap ediyordu. Haber versem, içinde yılan var, onun için koşturuyorum desem, korkudan ölürdün. Bunu sana söylememem lazım ama koşturmam da lazım. Senin cevrine tahammül ettim de, senin iyiliğin için, senin acı sözlerine katlandım da, şükür sen de kurtuldun.” dedi.
İşte vefat eden dostumun, ismini söylemediğim, bana rağmen bana iyilik yaptı yıllarca dediğim dostumun yaptığı iyilik tam da bu cinstendi işte biliyor musunuz? 30 yıl. Şakası yok. Benim zararımdan beni korumaya çalışıyor. İşin fenası insan kendi yaptığını beğendiği için bir de böyle savunma filan yapıyorsun. Beşer zaafı işte. Abi öyle de değil ki falan diyorsun. Ona tahammül ediyor, sebat gösteriyor ve bunu bazen hafifçe ima ederdi, incitmeden. “Dünyada en zor şey kişiye kendisine rağmen iyilik yapmaktır” derdi. Bu da ondan bana kalan bir vecizedir, bir hatıradır. Dünyada en zor şey, kişiye kendisine rağmen iyilik yapmaktır. Hep bu durumda değil miyiz? Yani bize verilen emirler, dinimizin emirleri, yasakları, bizim bize zarar vermemizi önlemek için değil mi? Ama ne oluyor? Bize ağır geliyor. Ne oluyor? Nazlanıyoruz. Şimdi nazlanıyoruz, bir de o var yani, işin bir de o tarafı var. Memlekete gittiğimde, sabah namazı vakti olsa ve ben hayli yorgun olup, gelip yatsam. Babam camiye giderken kapımı hafifçe açsa, Hayati dese, normal bir ses tonuyla, fişek gibi kalkarım. Allah’ın izniyle aksi olmadı hiç. Anam dese bunu, en azından üç kere, beş kere dedirtirim. Bir nazlanırım, bir sağa döner, bir sola döner. Neden? İnsan kendisini sevene nazlanır. Güzeller naza, aşıklar niyaza geldi dünyaya, diyor şair. Babam sevmez mi? Sever tabii de, o başka yani. Babaya karşı evlat pek bilemez ne kadar korku, ne kadar saygı. O öyle bir halettir yani. O bir öyle bir duygu. Yaşın ne olursa olsun. Ama anneye karşı bilirsin ki kayıtsız şartsız, devamlı, sürekli, arkası kesilmeyen, açık çek biçiminde bir sevgi vardır. O sevgiye istinaden nazlanırsın. Mırın kırın edersin. Sonra kalkarsın. İnsan çok sevene çok nazlanıyor. Hâ, en çok seven Allah. Bizi en çok seven Allah ve biz ona nazlanıyoruz değil mi? Evet. Ee bakalım kendimize, bal gibi nazlanıyoruz işte. Yani bir kere her namaz vaktinde, günde beş defa. Yahu senin için olan bir şey. Yani alemlerin Rabbine bir iyilik yaptığını mı zannediyorsun? Hâşa hâşa. Olur mu öyle şey? Sana randevu verilmiş. Sen kabul ediliyorsun her şeyine rağmen ve buna rağmen nazlanıyorsun… Bir yere kadar tamam da, nazı da abartmamak lazım. Ders almalı. Düşünmeden yaşanan hayat boşa geçer. Bir saatlik tefekkür işte şu kadar yıllık ibadetten üstündür diye haber var biliyorsunuz. Dostumun bir gün bana şöyle bir işareti olmuştu. Kırmızı ışıkta bekliyoruz, arabadayım. Telefonla aradı beni. “Neredesin?” dedi. Dedim “Servisin içindeyim, Edirnekapı Kabristanı’nda, kırmızı ışık uzun yanıyor.” Sağım solum her taraf kabir yani. Arkadaşımın ikazı aynen Behlül gibi yani, Allah razı olsun. Vallahi dedi, “Bak, Edirnekapı Kabristanı’ndayım diyorsun, bir şeyin içindeyim diyorsun ama o şey henüz kabir değil, hayatının kıymetini bil. Bak otobüsün içindesin, minibüsün içindesin… Kabrin içinde değilsin. Her şey geçmiş olacak.” Bunu böyle yüksek ve benim gibi tazyikli kelimelerle söylemedi ama latif bir biçimde, “Bak” dedi, “henüz kabrin içinde değilsin.” Bana o kadar tesir etti, o kadar içime işledi ki hakikaten… O güne kadar çeşitli vesilelerle, en az zahiren, defalarca gittik geldik o yolu. Herhangi birinde vefat etmiş olabilirdim. Öleli beş sene olurdu, 10 sene olurdu ve her şey geçmiş olurdu. Şimdi ise hayat devam ediyor. O halde kıymetini bil.
Dostumla mesai arkadaşlığımız da vardı, yaptığım bazı işleri çok beğenmişti. Beni takdir edecek ya şimdi. Bir de yüzüne karşı adamı şımartmayı sevmezdi rahmetli. İslam ahlakı. Biliyor işi yani. Adamı yüzüne karşı övmek bıçaksız kesmek gibidir, bilirsiniz. Dedi ki, “Hayati, sen ölünce çok ağlayacağım.” Yani bir taraftan bana ölümü hatırlatma dostluğunu yapıyor ama “Bak,” dedi, “senin öleceğine kanaatim var.” dedi yani, “Kesin kanaatim var. Kendime de bu kanaat hâsıl olursa paylaşırım. Samimiyimdir, biliyorsun.” dedi. “Yani, ama senin öleceğine...” “Öleceksin bir gün.” filan dedi. Bizden önce gitti. Ne diyelim? Şair gibi söyleyelim isterseniz. “Tekrar mülâkî oluruz bezm-i ezelde; Evvel giden ahbâba selâm olsun erenler.” Sadece biraz erken gittiler. Dar-ı dünya güya bir kahvehane sevdiğim. Halka bak bir bir gelir, bir bir gider alem bu ya. Bak işte dünyaya diyor. Kahvehane gibi. Giriliyor, çıkılıyor. Doluyor, boşalıyor. Şimdilik sıra sende değilse, bu gelmeyecek demek değil. Aklını başına topla. Ölümü unutan canavarlaşır, huysuzlaşır, ahlakı bozulur, kalbi katılaşır. Devamlı hatırlamak lazım…