Din ve Mutluluk İlişkisi / Dr. Fatma Balcı Arvas

Haz ve mutlu olmak aynı şeyler midir? İnsan sadece haz nesneleriyle niçin mutlu olamıyor?

Mutluluk denilince genel olarak bireyin olumlu bir ruh hali içerisinde bulunması durumu anlaşılmaktadır. Mutluluk konusu psikoloji ilminde psikolojik ve öznel iyi olma hali, yaşam doyumu, yaşam kalitesi gibi kavramlarla da ele alınmaktadır. Günümüz modern dünyasında mutluluk denildiğinde istediği her şeye sahip olmaya çalışmak ve istediğini yapma özgürlüğü ile yani haz duygusu ile karıştırılan bir durum söz konusudur. Ancak günümüz psikoloji biliminde de bu algı değişmeye başlamış ve mutluluğun sahip olma ile ilişkilendirilmesine karşı çıkılmaya başlanmıştır. Modern düşüncenin ilk dönemlerindeki gibi zenginlik ve ferahlık ile toplumların “mutluluğu yakalayacağı” algısı sorgulanmaya başlamıştır. Psikolojideki yeni yaklaşımlarda mutluluğun, hayatın anlamı, ruhsal denge, bir amaca adanma, kişisel ve toplumsal değerlerle de ilişkilendirilmeye başlandığını görüyoruz. Bu durum, modern Batı toplumlarında da haz nesneleri ile mutluluğun elde edileceği fikrinin sorgulandığını göstermektedir.

İslam dinine göre bir değerlendirme yaptığımızda ise, gerek İslam dininin temel kaynakları olan Kur’ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde, gerekse İslam ahlak düşüncesi ve tasavvuf ilminde mutluluğun direkt hazlarla ilişkilendirilmediğini görüyoruz. Tabii ki haz, bireyin kendini mutlu hissetme yani iyi hissetme sebeplerinden biridir. Mesela güzel bir yemek yediğimizde kendimizi iyi hissederiz, bu haz duygumuzla ilişkilidir. Ancak bu duygu geçici ve anlık bir duygudur. Mutluluk ise daha kalıcı, temelleri ve sebepleri daha sağlam olan bir duygudur. Mutluluk genel bir ruh halidir ve bu ruh hali zamanla karakter biçimini de alabilir.

İslam dini, hem dünya hem de ahiret mutluluğuna vurgu yapar. Her gün namazda “Rabbimiz! Bize dünyada iyilik ve güzellik ver, ahirette de iyilik ve güzellik ver. Bizi ateş azabından koru.” (Bakara 2/201) diye dua ederiz. Ancak dünyadaki mutluluk da hazlardan ibaret bir durum değil, genel bir huzur halidir ve Allah’a (c.c.) yakın olmanın verdiği bir duygudur diyebiliriz. “Kalpler ancak Allah’ı zikretmek ile huzur bulur.” (Ra’d 13/28) ayet-i kerimesi de bu konuda verilebileceğimiz en güzel örneklerdendir.

İslam tasavvuf düşüncesinde de mutluluk ve huzur ile ilişkilendirebileceğimiz birçok kavram ele alınmıştır. Tevekkül, sabır, şükür, rıza bunlardan bazılarıdır. İslam tasavvufunda mutluluk, hazcı ve faydacı anlamda bir mutluluk olmayıp erdem odaklı ve Allah’a (c.c.) yakın olmanın sağladığı duygusal bir doygunluk halidir diyebiliriz. Nitekim İslam tasavvuf düşüncesinin en önemli isimlerinden olan İmam Gazali, Kimya-ı Saadet isimli eserinde mutluluğu Allah’ı (c.c.) bilmeye (marifetullah) bağlı bir durum olarak tanımlamıştır. Ona göre her şeye yönelik mutluluk, o şeyin tecrübe edilmesinde ise, kalbin lezzeti de kendisi için yaratıldığı şeyi temin etmek ve hakikatini kavramaktır. Bu, Gazali’ye göre hayvanlarda da var olan şehvet, gazab ve beş duyu ile elde edilenden farklı bir lezzet halidir. Nitekim insan bedenine bağlı olan bütün arzu ve lezzetler ölümle son bulacakken Allah’ın (c.c.) tanınması (marifetullah) ile ilgili bilgi baki kalacaktır.

İslam dini haz ve dünyevi zevklerin elde edilmesine helal dairesinde izin vermiştir. Yemek yemek bir zevktir ve helal olan gıdalar ile de bu zevk pekâlâ yerine getirilebilir. Burada önemli olan sınırların korunmasıdır. Tabi helal olan durumlarda da aşırıya kaçmamak ve itidali gözetmek gerekir. Bazı psikoloji akımlarında da, haz elde etmenin kişiyi gerçek anlamda tatmin etmediğine dikkat çekilmiştir. Buna göre tatminsizlik duygusu ile daha fazla haz elde etme çabasına giren birey “haz kısır döngüsü” olarak tanımlanan bir durumun içine girmektedir. Tasavvufi düşüncede de dünyevi zevklere mesafe koymak, onları dizginlemek ve bazen de tamamen terk etmek, gerçek huzuru yakalamak için gerekli görülür. Bu durum nefis terbiyesi ve nefsi kötülüklerden arındırma yolundaki eğitimi ifade eden “riyazet” kavramı ile açıklanır. Riyazette öncelikle yiyeceklere ve cinselliğe düşkünlüğün terbiye edilmesi, bunların yanı sıra, haset, kin, öfke gibi kalbî hastalıkların tedavisi ile dünya malına olan düşkünlüğün yok edilmesi amaçlanır. Nitekim Kur’ân’da da dünya sevgisinin insanı aldatıp sorumluluktan uzaklaştırdığından bahsedilmiştir (Bkz. Hadid Suresi, 14; Lokman Suresi 33.). Buna göre zevklerin belli ölçülerle kısıtlanmasının da aslında kalıcı huzura ulaşmanın bir yolu olduğu söylenebilir.

Din ve mutluluk arasındaki ilişkide dinin birey mutluluğuna/öznel iyi olma haline farklı yöntemlerle katkıda bulunan bir yapıya sahip olduğu ifade ediliyor. Bu durumu etkileyen faktörler ya da yöntemler nelerdir? Düşüncelerinizi alabilir miyiz?

Din, insan hayatının tamamını kuşatan, tamamını şekillendiren bir yapıya sahiptir. Din yalnızca Allah (c.c.) ile olan ilişkimizi değil, çevremiz ve kendimiz ile olan ilişkilerimizi de düzenler. Dinin insanın kendini iyi, mutlu ve huzurlu hissetmesinin hangi yollarla katkıda bulunduğuna dair pek çok görüş ileri sürülmüştür. Bunları genel olarak dört ana başlıkta ele alabiliriz. Birincisi, dinin bireylerin kendi tecrübelerini ve hayatı anlamlandırmalarını kolaylaştıran bir anlam sistemi sunmasıdır. Bütün insanlar fıtraten yaratılışı, kâinatı, hayatı anlamlandırma isteği içindedir. Hayatın anlamı ile ilgili sağlam temellere dayanan açıklamalar olmadığında birey psikolojik açıdan kendisini bir boşlukta hisseder. Bu da kalıcı bir şekilde kendisini iyi hissetme, huzurlu ve mutlu olma duygusuna ulaşmasını engeller. İnsanlar farklı kaynaklardan da hayatını anlamlandırabilir. Ancak dinin insan hayatına verdiği anlam başka bir kaynaktan elde edilemeyecek kadar güçlü ve sağlam temellere sahiptir. Mesela aile, arkadaşlık ilişkileri, iş hayatında başarılı olmak, bunlar da hayatın anlamı ve amacı haline getirilebilir. Ama durumu İslam dini özelinde ele alırsak, aynı amaçların bir Müslüman için dinî bir anlam çerçevesinde daha farklı bir renk aldığını söyleyebiliriz. Yani aile ilişkileri, toplumsal ilişkiler, iş hayatı, bunların hepsi dinin belirlediği sistemde rıza-i ilahi çerçevesinde hareket etmeye götüren bir motivasyona sahiptir. Bu sebeple diyebiliriz ki; din tüm yaşam alanlarımızdaki anlamı, daha derin ve kalıcı, tatmin edici bir hale getirir.

Dinin birey mutluluğuna olan katkısında ikinci olarak değinmemiz gereken husus, dinin aynı dine mensup bireyler arasında bir sosyal destek ağı oluşturmasıdır. Dinimizde cami cemaati ve Kur’ân Kursları veya çeşitli dinî toplum ve grupların sunduğu sosyal desteği buna örnek olarak gösterebiliriz. Aynı değer yargıları ve aynı inançlara sahip bireylerden oluşan bir topluluğa dâhil olmamanın kişiye verdiği yalnızlık ve yalıtılmışlık duygusu, modern çağın en önemli sorunlarındandır. Dinî topluluk bireyin kendisine ve başkalarına karşı sorumluluklarını kendisine hatırlatmaktadır. Ayrıca dinî topluluğa mensup olmak hem ruh sağlığına hem de fiziki sağlığına olumlu katkıda bulunmaktadır. Fiziki sağlık denince dinin, sağlık problemleri riskini artıran alkol, uyuşturucu ve evlilik dışı cinsellik gibi birtakım uygulamaların önüne geçmesi kastedilmektedir. Bu tarz risk grubuna giren davranışlar ile sapkın ve illegal davranışları terk etmeye karşı bireye bir cesaret veren dinî topluluk, ahlaki ve etik öğretimi de sağlayarak bireyi olumlu davranışla yönlendirme görevi icra etmektedir. Dinî kurumlar hem resmi hem de gayrı resmi bir yardım ve destek kaynağı da sağlamaktadırlar. Dinî grup aynı değer yargılarına, ilgilere ve aktivitelere sahip olan bireyler arasındaki arkadaşlık ilişkilerinin hızlı bir şekilde gelişmesini sağladığından bu yardım dinî gruba dâhil olan bireylerin birbirlerinin ziyaretine gitme, birbirleriyle dertleşme ve birlikte faaliyette bulunma gibi manevi destek şeklinde olabilirken maddi yardımlaşma şeklinde de olabilir. Bu ise dinî grubun, sosyal desteğin birçok türü için bir kanal görevi icra ettiğini göstermektedir. Dinimizde Cuma namazları, Ramazan akşamlarında kılınan teravih namazları, dost ve akrabalarla birlikte geçirilen iftarlar, kandiller ve bayramlar, Müslümanların bir araya geldiği, sevinç ve mutluluklarını paylaştığı günlerdir. Diğer sosyal birlikteliklerden farklı olarak dinî bir anlam ve amaç da içeren bu anlar, dinin inananlar arasındaki sosyal bağı kuvvetlendiren bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir.

Dinin birey mutluluğuna olan katkısında üçüncü olarak ele almamız gereken husus, dinin bireylerin hayatta karşılaştıkları sorunlarla ve olumsuz durumlarla başa çıkmalarını sağlamasıdır. Yaşam seyrimizde her zaman her şey öngörebildiğimiz şekilde gerçekleşmez. İnsanoğlu, hayatı boyunca yakınların vefatı, ani olumsuz değişimler, sağlık problemleri gibi çeşitli stres yaratıcı olumsuz durumlarla karşılaşabilir. Uzun süreli strese maruz kalma, eğer bu stresle başa çıkılmazsa “psikolojik çöküntü” denilen duygusal tükenme, benlik yitimi ve kişisel başarıdaki azalma gibi durumların ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Böyle bir durumda sağlıklı olan, kişinin psikolojik dengesini koruyabilmesidir. Yaşam içerisinde bireylerin karşılaştıkları olumsuz durumların ortaya çıkardığı stres ve kaygı ile baş edebilmeleri içinse koruyucu bir unsur olarak bir referans noktasına ihtiyaçları vardır. İşte dinî inanç, bireylerin kendilerini destekleyen ve koruyan bir referans olarak bu dünyaya ait olmayan bir otoriteye, yani Allah’a (c.c.) güvenmelerini sağlayarak sorunlarla başa çıkabilmelerine yardım etmiş olur. Bizim dinî kaynaklarımızda da sabır, sorunlarla başa çıkmada önemli bir başa çıkma tarzı olarak tavsiye edilir. Kur’ân-ı Kerîm’de sabır çokça vurgulanmış hatta birbirine sabrı tavsiye edenler övülmüştür. (Bkz. Asr suresi, 3. ayet.) Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) sabrın ilk anda gösterilen bir durum olduğunu belirtmesi de, insanın kendisini üzen bir durumla karşılaştığında ilk andan itibaren psikolojik dengesini koruması gerektiğini hatırlatması açısından oldukça önemlidir. Yine tasavvuf kültürümüzde sabır ve tevekkül konusu üzerinde çokça durulur. Kâşâni, sabrı, musibetlere karşı ruhun direnç göstermesi olarak tanımlar. İmam Kuşeyrî de kişinin sabır için kendisini zorlaması gerektiğini söyler. Yani sabır bilinçli bir şekilde ortaya konulması gereken psikolojik bir eylemdir. İnanan ve her şeyin gerçek sahibinin Allah (c.c.) olduğunu bilen bir kimse için sabrın, kişiye bu gerçeği hatırlatarak sükûn bulmasını sağlayan ve böylece huzuru temin eden bir yöntem olduğu söylenebilir. Özetle diyebiliriz ki din, bireyin hayata dair bütün sıkıntıları kendi omzunda taşımak yerine, sabır, teslimiyet ve rıza ile sağduyulu davranabilecek bir konuma gelmesini sağlamaktadır. Hayata daha geniş bir perspektiften bakmak suretiyle en üst anlam sistemi olan dinî inançlar içerisinde yaşanılan sıkıntıları yorumlamak, onlardan duyulacak sıkıntı ve acıyı hafifleterek bireyin kendisini daha huzurlu, daha güvenli ve daha mutlu hissetmesini sağlayacaktır.

Din ve mutluluk ilişkisi bağlamında mutluluğa etki eden bir diğer faktör de dinin olumlu duygu durumunu artırması ve bunu ortaya çıkaracak erdemleri desteklemesidir. Burada dinin sevgi, affetme, güven, memnuniyet, şükür gibi duyguları ortaya çıkarmasından bahsetmemiz gerekmektedir. Bu olumlu duyguların ortaya çıkmasının, genel olarak bireyin hayata ve kendisine dair iyimser bir bakış açısına sahip olmasından kaynaklandığını düşünebiliriz. Çünkü bireyin dini anlam sistemi ile anlamlı hale getirilmiş bir hayata ve bu sistem içerisinde değerlendirdiği benliğine dair iyimser bir bakış, tüm olumlu duyguları destekleyerek bireyin olumlu bir ruh haline bürünmesini sağlayacaktır. Yapılan birçok araştırma dinin şükür, affedici olma, güven gibi olumlu duygular ile ilişkili olduğunu göstermektedir. Hem Kur’ân-ı Kerîm’de hem de hadis-i şeriflerde de bu olumlu duygular teşvik edilmiştir. Özellikle şükür ve tevekkül, hayata bakışımızı “her şeyde bir hayrın olabileceği” noktasına getirerek bize hayata karşı olumlu bir bakış açısı sağlar. Şükretmek de sabır gibi bilinçli bir şekilde ve kişinin kendisine hatırlatarak yapması gereken bir eylemdir. Şükür, hayatımızda sıradan olarak gördüğümüz ve alıştığımız her nimete karşı bakış açımızı yeniden şekillendirir. Her gün nefes alıyorsak, sağlığımız yerinde ise, barınacağımız bir ev varsa, ailemiz, dostlarımız vs. varsa, bunların hepsi aslında tek tek üzerinde düşünüp şükretmemiz gereken durumlardır. Şükür ile birey ruh halini daha olumlu bir duruma getirmiş olur, böylece diğer olumlu duygu ve düşüncelerin de ortaya çıkmasına zemin hazırlanmış olur. 

Dinin birey mutluluğuna katkısını özetleyecek olursak, dinî inanç, teslimiyet ve tevekkülün beraberinde getirdiği güzel duygular, strese, depresyona ve hatta fiziksel hastalıklara karşı bir zırhtır. Bireyde olumlu duyguların ortaya çıkmasını sağlayan ve var olan olumlu duyguları geliştiren dinî inançlar tüm hayatı kuşatan bir anlam dairesi çizerek bireyin hayata karşı bakış açısını belirlemektedir. Bu anlam dairesi içerisinde hayatındaki her vakıayı, her olguyu bir yere oturtan ve Yaratıcısına sığınan inançlı birey, sıkıntılı durumların üstesinden gelerek olumlu duygu durumuna kavuşan ve genel olarak hayatından memnun, mutlu ve huzurlu bir birey olur.

Din-mutluluk ilişkisini anbean, yani aslında her an hissetmek mümkün mü sizce? Bu hissedişler her zaman kelimelere sığar mı? Yoksa mutluluk, dindeki ibadetlerin zamana yayılmış, insanı mutlu kılan nefes aldırma biçimleri midir?

Dinin hayatımıza olumlu bir gözle bakma noktasında bizi motive etmesi ile birlikte din ve mutluluk ilişkisini her an hissetmek mümkün elbette. Ancak hayat serüvenimizde karşılaştıklarımız ve başımıza gelenler neticesinde dinimizin bizlere öğütlediği sabır, tevekkül, rıza gibi durumlar için bilinçli bir şekilde talepkâr olmamız gerekir. Yani Rabbimizin bizden istediği gibi “Allah’a (c.c.) dayanıp güvenmek” (Bkz. Âl-i İmrân suresi, 159. ayet), “Allah’ı (c.c.) zikir/anmak ile kalp huzuruna erişmek” (Bkz. Ra’d suresi, 28. ayet.) için gayret etmemiz gerekir.

İbadetler, kişinin kendisini Allah’a (c.c.) en yakın hissettiği anlardır. Bu anlarda Müslüman bilinçli bir biçimde Allah’a (c.c.) kulluk görevini yerine getirirken Yüce Yaratıcısına yakın olmanın verdiği huzuru en üst seviyede hisseder. Burada önemli olan tüm ibadetleri yerine getirirken alışılmış ve tekrarlanan bir işi yapar gibi değil, kul olma bilincini hissederek ibadetleri ifa etmektir. Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de namazın hayâsızlıktan ve kötülükten menettiğini (Bkz. Ankebût suresi, 45. ayet.) bizlere bildirmektedir. Demek ki ibadetler doğru bir şekilde ve kulluk bilinci ile yerine getirildiğinde insan üzerinde müthiş etkiler göstermektedir. İşte mutluluk/huzur da ibadetlerin insan psikolojisi üzerindeki etkisi bağlamında bizim ibadetlerimizde duyduğumuz o güzel ruh haline karşılık gelmektedir. O duyguyu zamana yaymak, her an Allah’la (c.c.) birlikte olduğunu hissetmek için gayret sarf etmek gerekir. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) Cibril Hadisi olarak meşhur olan hadis-i şerifinde ihsan, “Allah’a (c.c.) onu görüyormuşsun gibi kulluk etmek” (Bkz. Müslim, İman, 1.), şeklinde açıklanır. Burada “ihsan” kavramının Allah tasavvurumuzdaki önemini iyi kavramamız gerekir. Kul, her an Rabbi ile birlikte olduğunu hissetmeye başladığında ibadetlerinde hissettiği o tarifsiz huzuru tüm yaşamında da hissedebilir. 

İnsanın kâinat tasavvuru, evrendeki muhteşem tasarım, insanın varoluşa dair kendini bir yere konumlandırması, niçin insanda bilişsel bir öz ya da ruhî bir doyum unsuru haline dönüyor? 

Dinin insana hayata dair genel bir anlam ve amaç duygusu verdiğinden bahsetmiştik. Din, hayatın her alanını anlamlı kılar. Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de kâinata bakıp ibret almamızı, bu muhteşem tasarımı tefekkür ederek Yaratıcımızın yüceliğini anlamamızı ister. (Örnek olarak bkz. Bakara suresi, 164; Yunus suresi, 6-101; Ankebût suresi, 44; Ra’d suresi 2-5. ayetler.) Gerçekten de kişi kâinatı incelediğinde üzerinde tefekkür ettiğinde, kendisini o koca kâinat içerisinde Yaratıcısı tarafından korunmuş, kollanmış, sevilmiş ve değer verilmiş olarak hisseder. Nitekim Rabbimiz insanı şerefli ve yaratılmışlar içinde üstün bir konumda yarattığını bizlere bildirir. (Bkz. İsrâ suresi, 70. ayet.) Kişinin bu şekilde üstün yaratıldığını ve sorumluluklarının olduğunu bilmesi ona başka herhangi bir kaynaktan sağlayamayacağı güçlü bir amaç duygusu da verir. İnsanoğlu hayatındaki her şeyi anlamlandırma isteği içerisindedir. Bu sebeple tüm kâinatın tesadüfen var olduğu ön kabulüne dayanan ateizmin kâinatı anlamlandırmaktan yoksun olan felsefi temeli, akl-ı selim insanları tatmin etmemektedir. İnsan fıtratı kâinattaki muhteşem tasarımı ve kendi hayatını tam olarak din ile anlamlandırabilmektedir. Yapılan araştırmalar hayatın anlam ve amacından yoksun olmanın kişiyi mutsuz ve huzursuz yaptığını, tam tersi bu anlam ve amaca sahip olmanın da onun mutluluğuna katkıda bulunduğunu ortaya koymuştur. Kişi iman ile kâinatı anlamlandırdığı gibi bu kâinat içerisinde bir amacı ve görevi bulunduğunu da bilir. Bu ise ona hem ruhi bir doyum hem de psikolojik dayanıklılık ve genel bir huzur hali verecektir.

Dinin insana huzur ve mutluluk veren yapısına daha çok hidayet öykülerinde rastlıyoruz. Bunu nasıl değerlendirebiliriz? 

İhtida, kişinin herhangi bir dinî inanca sahip değilken ya da bir dine mensup iken İslam dinini benimsemesi anlamına gelmektedir. İngilizcede din değiştirme “conversion” kelimesi ile ifade edilmektedir. Din değiştirmede duygusal etkilenmenin önemli bir rolü vardır. Kişinin önceki dininde ya da benimsediği ateizm, agnostisizm, nihilizm gibi görüşlerde bir duygusal boşluk hissetmesi, onu yeni bir din arayışına yönlendirebilmektedir. İslam’ın Allah (c.c.), kâinat ve insan tasavvurunun hayatı anlamlandırmada önemli bir etkisi vardır. İslam dininde Allah (c.c.), hem aşkın hem de içkin bir güç olarak tasavvur edilmektedir. Bir başka ifade ile her şeyden üstün olan Yaratıcı, aynı zamanda kullarının her yakarışına icabet eden, onları seven, koruyan ve kollayandır. Yaratıcıya aracısız bir şekilde yakın olduğunu hissetmek, dua ve ibadetlerden duyulan hazzı da artırmaktadır. Hidayet öykülerine baktığımızda genel olarak uzun zamandır söz konusu olan bir arayıştan bahsedilir. Bu arayış serüveninde farklı dinler ve görüşler denenir, zihni ve manevi tatmine ulaşılmayınca da arayış devam eder. Özellikle günümüzde İslam dinini seçmede eski dönemlerde olduğu gibi toplum olarak İslam’ı benimseme tarzındaki sosyolojik dönüşümlerden ziyade bireylerin psikolojik serüvenleri ile bir yönelimin öne çıktığını söyleyebiliriz. İslam dinini tercih eden mühtediler, İslam’ın insan ruhunun derinliklerine hitap eden tasavvufi boyutundan da etkilendiklerini ifade etmektedirler. Bu durum dinin insan psikolojisi üzerindeki olumlu etkisinin bir göstergesidir. Din, insan ruhuna hitap ederek bireye olumlu bir ruh hali, bir huzur sağlamaktadır. 

Dinî inanç ve bağlılığın bireylerin mutluluk ve huzur duyguları ile ilişkili olmasına rağmen bütün inançlı insanların mutlu oldukları da iddia edilemez şüphesiz. Burada dinin içselleştirilmesinde ve hayatın tamamında etkisinin hissedilmesinde bir eksiklikten bahsedilebilir. Bir başka ifade ile kişi Allah’a (c.c.) bağlılığını ibadetleri tam olarak yerine getirmek suretiyle güçlendirmiyor ya da dinî bağlılığını tam olarak hayatına yansıtmıyor, olaylara iman penceresinden bakıp değerlendirmiyor olabilir. Böyle bir durumda dinî bağlılığın zayıflamasından, dinin birey yaşamına ve psikolojisine etkisinin azalmasından bahsedebiliriz. Öte yandan dinî bağlılığa sahip olmayan ya da sadece ismen inançlı olan ve inandığı dini, hayatında hissetmeyen bireyler de mutlulukları için farklı kaynaklar bulurlar. Böyle bir durumda genellikle bireyler daha ben merkezli ve hazcı bir mutluluk arayışının peşine düşebilirler. Ancak dinî bağlılıktan uzak seküler mutluluğun yüzeysel köklere sahip olmasına rağmen dinin, birey hayatına nihai bir anlam ve amaç sağlaması ve ona zihni ve duygusal bir doygunluk hali yaşatması dolayısıyla, çok daha derin ve kalıcı bir mutluluk sağladığını söyleyebiliriz.