Ahlaken yozlaşmış, unutulan ya da unutturulan, nefsimizin işine gelen ama Allah katında önemli olan ve yapılmaması gereken, rızasına uymayan ne varsa bunları usulünce bizzat gösteren ve tüm ciddiyetiyle yol ve yordam öğreten bir yerde durmak… İslam’ı bilmeden ve yaşamadan asla mümkün değildir. Aradaki fark, ilim ve hikmetten nasiplenmektir. Hele bu zamanda gönlünü Allaha bağlamadan asla mümkün değildir. Dünyanın neresinde olursa olsun, hangi topluluk içinde olursa olsun, kendini ve başkalarını kandırmadan kalbinde hakiki Allah korkusu ve sevgisi olarak ve büyük bir sorumluluk duygusuyla Allah’ın tek ve son dini İslam’ı anlatan her akıl sahibi insan gönül ehlidir. Özel insandır. Hatta oluk oluk kalbine feyz gelir ve her geçen gün kemalatı artarak duygu ve düşünceleri gelişir de gelişir. Böylelerini Allah (c.c.) yetiştirir. Onun eliyle ve diliyle, gönlüyle İslam’a hizmet ettirir. Çünkü o ve benzerleri, Allah’ın (c.c.) yeryüzünde açık ya da gizli askerleridir. Hatta öyle ki, kâinat böyle insanları yetiştirmek için vardır. Çünkü gerek dünyanın gerekse kendisinin yaratılış sebebi budur. Maneviyatın doğası ve o insanın meşrebi gereği bu muhkem bir gerçektir. Dinin varlık sebebi, o insanların şahsında hayat bulur. Çünkü din, yaşansın diye gönderilmiştir. Ve yaşayanlar kazananlardır…
Allah’a isyanı doğallaştıran bir dünyada ilk sorulması gereken şey “Allah” ve “insan” kelimelerinin insana neyi hatırlattığı ve düşündürdüğüdür. Allah’ın hüküm ve emirleri bütün incelikleriyle yeryüzünde insanı dünyada ve ebedi hayatta gerçek mutluluğa ulaşması için varken “din” ne anlama geliyor? Sadece insanlar kendi ruhlarına uygun ve farklı kimlikler edinsin diye mi? İnanma ihtiyacı karşılansın diye mi? Düşünme eylemi asla durdurulamayacak insan huzur bulsun diye mi? Ruhun derinleşme ihtiyacı kemal bulsun diye mi? Aradığı şeyi doğru yerde arasın ve bulsun diye mi? Nefsi ile ruhu arasındaki kavgada güçlü bir destek bulsun diye mi? Evet, bunların hepsi, kendi kendimize sorabileceğimiz doğru soruların doğru cevapları… Çünkü bunların hepsine doğal olarak ihtiyacımız var. Bunların doğruluğunu test etmeye kalkışmak akan bir nehirde tersine kürek çekmek demek. Ahlaken gelişmeye çalışmayanların bu soruların içeriğiyle de bir teması olmaz. Çünkü ahlakın kaynağı gerçek manada dindir ve aradığı / araması gerektiği her şeyi ancak dinde bulması mümkündür. Dinin kaynağı ise tahrip edilmemiş, özünden saptırılmamış şekliyle ilahidir. İlahi olan şey, hem insanın fıtratına ve ihtiyaçlarına uygun hem de yön veren olmalıdır. Yani terbiye eden, eğiten, şekillendiren, ihtiyaçlara cevap veren… İnsanın her türlü sapıtma eğilimi nedeniyle ilahi menşei olan, her şeyiyle ilahi, düzeltici, düzenleyici, yön verici bir “din” olgusundan bahsetmek kaçınılmaz ve zaruridir. Bir hastanın acı çekmesine rağmen sadece “hastayım” diyecek kadar kendini bilmesi, onun tedavisine yetmez ve becerilerinin çok çok üstündedir. İnsanoğluna yakışan hastalığına ya da ihtiyaçlarına dair bir farkındalığı kovalamaktır. Din ise muhtaç ve hasta insanın özelliklerinin çok çok üstünde müteal ve aşkın olan, merhametli bir zaviyeden insanı kuşatır, sarar sarmalar. İnsanın acizliğine Allah, bizzat kendi varlığıyla ilaç olmakta ve müdahale etmektedir. Kendi büyüklüğünü insana dayatmaz, insan o büyüklüğü farkederek teslim olur. Çünkü Allah’ın (c.c.) müthiş mükemmellikte bir ahlakı vardır. İlmi, kudreti, tüm sıfatlarıyla “Allah en büyüktür” dedirtecek akla hayale sığmayacak özellikleri vardır. İnsan, o “en büyüklüğün” azametine ve kudretine teslim olur. Üstelik insan, kendi varlığını inkâr etmeden, kendi vasıflarını yok saymadan bunu yapar. Yani kendi özgür iradesiyle kendi özellikleriyle o büyüklüğe tüm direncine rağmen teslim olur. Bunu aklıyla ve gönlüyle başaran insan, “muhabbet” yolunu tutmuş demektir. Muhabbet insana çabuk yol aldıran, insan kalbine ait çok özel bir yakıttır. Üstelik kullandıkça artar. Tadına doyulmaz. Her seferinde farklı lezzetler verir. Mayasında sevgi vardır. Uzun yolları kısaltır. Sevenle sevilen arasındaki bu bağ, teklifsizdir, hesaplardan bağımsızdır, sınır tanımaz ve üstelik çabuk yol aldırır. Çünkü kavuşma isteği bir aşka ve gayrete dönüşmüştür. Bu anlamda, muhabbetin meyvesini yiyen, sıradanlığın GDO’lu ürünleriyle beslenmez. Vücudundaki gaflet toksinlerini atar, talep iştahıyla beslenir, bir kuş gibi verilecek maneviyat lokmalarını bekler. Sevgiden uzak bir günün, gündemin ya da modern hayatın katı ve donuk yapısından, hayatı bahşedenin, hücrelerine hayat veren ve devam ettirenin merhamet havuzunda yüzmeye doğru insan ruhu, yelkenlerini açar ve asude bir yolculuğa başlarsınız. Çileler yol azığı, dertler düşünme aracı, sıkıntılar sabır yelkeni olur. Buldukların umduklarından fazla, aradıkların ümide mihver olur. Çaldığın kapılar yüzüne kapanmaz, birer birer açılır ve hakikate giden yolda gerçekten hayy ve diri olanın yolunda bir yolcu olduğunu anlarsın… Çünkü perdeler açılmış, çaldığın kapılar yeni yollara dönüşmüştür. Yol arkadaşlarının vasıfsız değil, gayet nitelikli olduğunu farkedersin. Bunun verdiği mutluluk ve huzur, sana sevecek yeni bir azık olur. Sosyal olmanın getirdiği rahatlığı ve samimiyeti yakalar, çevrene de hissettirirsin… Bölüşmeyi biliyorsan dağıtmayı da öğrenirsin… Senden giden maddiyata değil, maneviyattan sana kalana talip olursun… Kazanmak ve kaybetmenin dünyevi kıstaslarından sıyrılır, ebedi kazanç ve nimetler peşinde koşarsın… Ya bir de yapanın ve yaptıranın gerçekte sen olmadığını farkettiğinde çok büyük bir hayretle sevmekle sevdirilmek arasındaki çizginin kaybolduğunu görürsün… Bu arada yaşadıklarının hayretiyle hissettiğin hayranlığın aslında bir “temaşa kapısı” olduğunu farkeder ve şükredersin…
Evet, yol ve yolcu metaforu her zaman çok anlamlı gelmiştir bana… Yolda olmaya, yol arkadaşlarınızı bulmaya, yola revan olmaya var mısınız?
