Rü’yet ve Rüya / Dr. Sevda Aktulga Gürbüz

Anlam olarak rü’yet nedir? Rü’yete hangi anlamlar yüklenmektedir?

Rü’yet; Allah’ı, Hz. Peygamber’i, melekleri, vefat etmiş velîlerin rûhlarını âhirette veya dünyada gözle görmektir. Bu tanımdan hareketle âhirette ve dünyada Allah Teâlâ’nın, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ve meleklerin görülmesinin mümkün olup olmadığı konusunda çeşitli görüşleri içeren bir kavramdır. Rü’yet, İslâm literatüründe Allah’ın âhirette görülmesi olarak bilinen “rü’yetullah”, meleklerin ve Hz. Peygamber’in (s.a.v.) dünyada görülmesi anlamlarına gelen rü’yetün-nebi ve rü’yetül-melek olarak bilinmektedir. Rü’yet genellikle semâvî dinlerin inancıdır. Hristiyanlık ve Yahudilikte rü’yet, “teophani (Tanrı’yı görmek)” şeklinde bir anlaşma ve aşkın ile içkin varlığın delili olarak kabul edilse de tasavvur edilen Tanrı, mücessem varlıkların kılığına girerek de görülebilmektedir. İslâm inancında ise Allah’ın keyfiyeti bizce bilinmeyen (bila-keyf) ve benzetme olmaksızın; Allah’ı yaratılmışlara benzemekten uzak bir şekilde (bila-teşbih) Allah’ın görülmesi mümkünken, ihata edilmesi mümkün değildir.

Mutasavvıflar açısından rü’yetullah, müminlerin bulutsuz bir gecede dolunayı görmesi gibi Allah Teâlâ’nın cennette görülmesini ifade eder. Sûfîler, genel olarak Allah’ın dünyada baştaki göz ve kalple görülemeyeceği konusunda ittifak hâlindedir. Ancak ikân (yakîn) yönünden “aynü’l-kalb, dîde-i cân, ayn-ı cem‘, aynü’r-rü’ye, ayne’l-yakîn” olarak isimlendirilen kalp gözüyle Allah Teâlâ’nın dünyada görülmesi mümkündür. Bu anlamda Allah’ın dünyada görülmesini sınırlandıran herhangi bir engel bulunmamaktadır. Ancak belirtmek gerekir ki tasavvuf erbabı, Allah’ı bu dünyada görmekten çok, O’nu akıl ve basîretle adeta görüyormuş gibi idrâk etmenin önemi üzerinde durmaktadır. Dolayısıyla rü’yet ile ilgili olan kavramlar üzerinde durmuşlardır. Bunlardan ilki kalptir. Kalp; ilim ve irfânî bilgilerin hâsıl olduğu Rabbânî latîfelerin mazhar yeridir. Kalp, bir göz gibidir. Kalpte hâsıl olan ilim, gözdeki idrâk, basar ve şeylerin aynını görme kuvvetindedir. Bu görme kuvvetine, kalbin bu idrâkine de Allah Teâlâ, rü’yet adını vermiştir. İkinci kavram Allah’ın vechini âhiret gününde inananlara göstermesi şeklinde tefsir edilen nazardır ki ilâhî kudretin tecellîsi ile verilen nimettir. Üçüncü kavram eşyayı görmeye yardımcı olan aydınlık, zuhûr ve ışığın kaynağı olarak tarif edilen nurdur. Özellikle ilimler içerisinde tasavvufun özel anlam yüklediği nûr; Allah’ın, yakîn olarak kalp gözüyle görülmesi sonucunda hakikatin inkişâfı ve gözün önce idrâki sonrası onun vasıtasıyla görülecek şeyleri görmesi, algılamasıdır. Sûfîler genellikle nûra, rü’yetle alâkalı perdelerin kalktığı kimselerin vasfı; nûrânî âlemden alınan mânevî zevk, rü’yetin zuhur yeri olarak özel anlam vermektedirler. Dördüncü kavram tecellidir. Allah’ın Zât ve sıfatlarının kulla olan irtibatı ile alakalı bir husustur. Mutasavvıflarca ilâhî tecellî; perdelerin açıldığı, hakîkatin belirdiği tüm güzel ve güzelliklerin çok ötesinde, Allah’ın Zât’ı ve sıfatlarıyla kulun kalbine doğması, görünmeyenin kalplerde görünür hâle gelmesidir. Son olarak basiret kavramı rü’yetle ilgili kavramlardandır. Zira Kur’ân-ı Kerîm inceden inceye düşünüp keşfedemeyen kalplerden ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) davetine kör olan gözlerin basiretsizliğine vurgu yapmaktadır. Basiret sahibi insan kalp gözü ile baktığı şeyi tevhid nazarıyla anlamlandırdığı için Allah-u Teâla tarafından çeşitli rü’yetlere mazhar kılınabilir.

Allah’ı (c.c.) daha dünyada iken / rüyada görmenin mümkün olduğunu kimler söylemektedir? Bu konudaki izahları alabilir miyiz?

Kur’ân-ı Kerîm’de; Hz. İbrahim, Hz. Yusuf, Mısır Firavunu ile ilgili rüyalardan bahsetmesi, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Bedir Savaşı öncesinde rüyasında az bir düşman ordusuyla karşı karşıya kaldığını görmesi, Hudeybiye’de bulunduğu sırada, rüyasında kendisiyle ashabının Mekke’ye güven içinde başları tıraş edilmiş ve saçları kısaltılmış olarak girdiklerine dair rüya görmesi rüyanın bilgi kaynakları arasında kabul edilmesini sağlamıştır. Mutasavvıfların rüyaya verdikleri değer, Hz. Peygamber’in rüyayı nübüvvetin kırk altı cüzünden biri olarak değerlendirmesinden dolayıdır. Peki, rüyada Allah görülür mü? Âhirette rü’yetin varlığının dünya ve rüya ile rü’yet için perde olduğunu düşünen âlimlere göre insanın ebediyet âleminde ulaşabileceği en büyük nimet, âhirette kazanılacak bir durumdur ve her türlü koşul gerçekleşse de hayal ve temsil olarak görülen rüyada rü’yet imkânsızdır. Genel olarak ehl-i sünnet inancını taşıyan sûfîler, dünyada Allah’ı baş gözüyle görmenin vakî olmadığını ancak rüyada görmenin mümkün olduğunu belirtmektedir. Allah Teâlâ’yı mümkinat aynalarında görmek, kalpten O’ndan başkasını atmakla mümkün görülmektedir. Tasavvuf ehli, keşf ve ilhama mazhar olan kimselerin rüyalarını hakikat olarak görmekle beraber rüyaları vaaz, ikaz ya da irşad görevi olarak algılanmaktadır. Rüyada rü’yeti kabul eden bu sûfîler için bu yolla Allah’ı görmek, âhirette rü’yete mazhar olmak gibidir. Ancak bu görüş Allah Teâlâ’nın kendi zâtıyla değil, sıfatlarının ve isimlerinin tecellisi şeklindedir. Peki, kimler rüyada Allah’ın sıfat ve isimleriyle tecellisine şahit olduklarını belirtmişlerdir: Bâyezîd-i Bistâmî, İbrahim b. Edhem, Şah Şucâ’ Kirmânî, Hakîm Tirmizî, Serî es-Sakatî, Ahmed b. Hadraveyh, Süfyân-ı Sevrî gibi sûfîler; rüyada Allah’ı gördüklerini, bu görüşü vaaz, ikaz ya da irşad görevi şeklinde algıladıkları tasavvuf klasiklerinde görülmektedir. Ancak dünyada baş veya kalp gözüyle Allah’ın görülemeyeceği hususunda Ehl-i Sünnet kelâmcılarıyla birleşen sûfîler, Allah’ın kullarına ikrâmının en büyüğü olan bu nimetin dünyada gerçekleşmesi halinde cennetin bir anlamının kalmayacağını belirtmişlerdir. Mekânların en üstünü olan cennetten başka bir yerde böyle bir ihsana nâil olmak mümkün değildir. Sûfîlere göre dünyada Cenâb-ı Hakkı görme dayanılamayacak bir durum olduğu için Hakk, cemâlin Zât nûrunun tecellileriyle kulunu kendisinden haberdar eder. Dünya; aşağılık, kötülük, eksiklik, geçicilik, kaybolup gitme özellikleriyle sıfatlı olduğu için burada hakiki müşâhede imkânsızdır. Bu nedenle Allah, dünyada sıfatlarını göstererek kulunu teselli etmektir.

 

Hz. Peygamber’in (s.a.v.) dünyadayken hangi hal ve durumlarla ve nasıl görülmesi konusunu izah eder misiniz?

Sûfîler, Hz. Peygamber’in hayata geçirdiği dini hayatı ve mânevi yönünü hedef aldıkları için rüya, ya da yakaza yolu ile görmeyi arzulamaktadır. Peygambere olan sevgi ve ittiba ile nefsin müdahelesinden korunmuş keşf ehlinin, yakaza veya rüya hâlinde Hz. Peygamber’i (s.a.v.) görmelerinin mümkün olduğu belirtilmektedir. Buna delil olarak da Hz. Muhammed’in (s.a.v) “Sizden kim beni rüyasında görürse, bilsin ki o gerçekten beni görmüştür; çünkü şeytan benim sûretime giremez” (Buhârî, İlm 38; Ta’bîr 10) hadisini göstermişlerdir. Mutasavvıflar Hz. Peygamber’i (s.a.v.) rüyada görmenin hak olduğunu ancak bu görmenin bazı şartları taşıdığını kabul etmektedir. Tasavvuf ehli genel olarak, rüya yoluyla Hz. Peygamber’i (s.a.v.) görmenin, onunla konuşmanın olağan bir durum olduğuna inanmaktadır. Ancak asıl sorun, uyanık (yakaza) hâlde görülüp görülmeyeceğidir. Uyanık halde Hz. Peygamber’in (s.a.v.) görüleceğini iddia edenlere göre “kalp” veya “sır” gözünün açılmasıyla gayb âlemi görülebilir. Bu, uyanıklık halinde olursa ‘ilham’ uykuda olursa “doğru rüya” adını alır. Böyle bir makama ulaşan kişi, uyanık halinde Hz. Peygamber’i (s.a.v.) görerek O’nunla konuşur ve O’ndan yardım diler. Zira bu hâl, Peygamber sevdalıları olan sûfiler için ödüldür. Mutasavvıfların üzerinde durduğu yakaza, ilm-i esrar dediğimiz, melekût ve peygamberler âleminin müşâhede edildiği olağanüstü bir durumdur. Bu konunun akılla anlaşılabilmesi imkânsız görülmektedir. Ferâset sahibi velîlerin sırlara vâkıf olması, tasavvufi irfânın zenginliğini göstermektedir. Meseleye bu açıdan bakmak ve bu hâlin müminin mânevi haline ne kattığını görmek son derece önemlidir. Zira sahih bir istikâmette olan sûfî, hakikat ile vasıtasız ve doğrudan temas hâlinde olabilir. İmam Gazâlî ve İmam Suyûtî gibi mutasavvıflar için bu mânevî hâller tadılan ama anlatılamayan, yaşanmadan bilinmeyen durumlardır. Hz. Peygamber’i (s.a.v.) yakaza hâlinde görerek mürşidini bulan tasavvuf erbabları arasında Şeyh Ebü’l-Abbas et-Tancî Safiyyüddîn-i Erdebîlî gibi sûfîler bulunmaktadır. Bundan dolayı Kur’ân ve sünnet ile amel eden, sünnete olan bağlılıkları fikirde ve teoride kalmayarak bu bağlılıklarını pratik hayata da yansıtmış olan sûfîlerin, yakaza hâlinde Hz. Peygamber’le (s.a.v.) görüşmelerini kerâmet olarak kabul ederek Yüce Allah’ın sınırsız nimetlerinden biri olarak görmek gerekir. Fenâ fi’r-resûl mertebesine vâsıl olan sûfîlerin, mertebelerinin cilvesi olarak Hz. Peygamber’i (s.a.v) bu âlemde görmesi, onunla rûhen-mânen görüşüp sohbetinde hazır ve nâzır bulunabilmesi aklın ve bilincin taalluk etmeyebileceği bir durumdur. Dolayısıyla kişisel ve mânevî bir tecrübe olan yakaza hâli, rûhun yükselerek ulvî makamlara ulaşmasıyla elde edildiği için varlığında öze ulaşan Allah dostları için olağan bir durumdur.

Kur’ân ve hadislere göre melekler hangi hallerde ve niçin görülürler? Sahabe melekleri görmüş müydü?

Meleklerin nûrâni ve rûhâni varlıklar oldukları, Peygamberler dışındaki kişiler tarafından gözle görülmeyeceği, duyularla algılanamayacağı genel olarak kabul edilen bir görüştür. Zira insanların melekleri gözle görememesinin nedeni, insanın gözünün genellikle melekler gibi nurâni ve latîf varlıkları görebilecek şekilde yaratılmaması dolayısıyla asli hüviyetleriyle görmeye güç yetirilemeyeceğine dair inançtır. İslâm âlimlerinin bir kısmına göre ise melekleri peygamberlerin hâricinde görmek mümkündür. Onlara göre melekleri görmekle ilgili herhangi bir söylemin olmaması, onların hiçbir şekilde görülmedikleri ve algılanmadıkları anlamına gelmemektedir. Allah’ın seçkin kulları olan peygamberler, melekleri aslî yapılarıyla görebildikleri gibi Peygamber mirasına gönül vermiş Allah dostları da melekleri yakaza veya rüya halinde görebilir. Ancak bu görme genellikle “insan sûretinde görme” şeklinde tezâhür etmektedir. Bu kanıda olanlardan olan İmâm Eş’arî’ye göre melek ve cin gibi latîf varlıklar görülebilir. Çünkü rikkat (letâfet), görmeye mâni değildir. İslâm’ın ana kaynakları olan Kur’ân ve hadîslerde, meleklerin çeşitli kılığa bürünerek insanlar arasında göründüklerine dair bilgiler bulunmaktadır. İslâm âlimlerinden bir kısmına göre, meleklerin “insan suretinde” başta peygamberler olmak üzere insanlara görünmesi, aslında meleğin zâtının insana dönüştüğü anlamına gelmemektedir. İnsanların soyut gerçekleri görmeleri sınırlarını aşacağından, zihne uygun olan bir tarzda görünmeleri rahmet sayılmaktadır. Ayrıca meleğin hitap ettiği kişiye kendisini alıştırmak için insan sûretinde görünmesi de insan şekline girmeleri üzerinde etkili olmaktadır. Nitekim sahâbeler, Hz. Peygamber’e Cebrâil’in insan sûretine girerek vahiy getirdiğinin şahidi olmuşlardır. Ayrıca Peygamberimizle beraber çeşitli sûretlerde melekleri gördüklerine dair rivâyetler bulunmaktadır. Hz. Peygamber’in savaşlarındaki ilâhî yardımın melekler tarafından verilmesine sahâbelerin şahit olduğu kaynaklarda belirtilmektedir. Başta Bedir Savaşı olmak üzere, Uhûd, Hendek ve Huneyn savaşlarının meleklerle yardım yapıldığından söz edilmektedir. Bu savaşlara katılan sahâbelerin melekleri gördüğüne ve bunların melek olduklarını anladıkları kaynaklarda belirtilmektedir. Meleklerin temessül şeklinde sahâbelere görünmesi, özel hâllere hastır ve Allah Teâlâ’nın kendilerine verdiği bir güç ve özellik sayesinde olmaktadır. Girdikleri şekilleri hayali ve misâli olarak değerlendiren İbnü’l-Arabî, insanların çoğunun, sahâbeler de dâhil, melekleri cismani gözle görmek ile hayal gözüyle görmek arasındaki farkı anlayamadığını belirtir. Ona göre bu bir ilimdir ve herkes bu ilme sahip olamaz. Meleklerin kemâl derecesine ulaşan kişilere rüya ile de tecellisi ve Allah’ın emri ile insanların gönüllerine ilkâ etmeleri önemli tasavvuf kaynaklarında meleklerin kerrûbî ve rûhâniyetlerinin göstergesi olarak olağan karşılanmaktadır.

Rüyaların bilgi değerine dair değerlendirmelerinizi alabilir miyiz?

İnsanlık tarihinde rüya tecrübesi, farklı kültür, gelenek ve dinlerde imgelerin anlamlandırılarak geleceğe dair işaretler barındırdığını varsayar. Müslümanlar ise, Hz. Peygamberin (s.a.v.) Peygamber olmadan evvel sâdık rüyalar gördüğünü kabul ederler. Nübüvvetin kırk altıda biri olarak görülen rüya, nübüvvetten bir cüz olarak kabul edilmiştir. Müslümanlar arasında özellikle sûfiler, rüyada elde edilen bilgiye özel bir anlam yükleyerek, kâmil insan (insân-ı kâmil) olma sürecinde âdeta yol gösterici bir role sahip olduğunu kabul ederler. Bu inanç o denli güçlüdür ki, tasavvufta rüya yolu ile tâ’limin mümkün olduğu kabul görmüş, belki de insanlık tarihinde rüyanın yeri kutsal ile en güçlü şekilde ilişkilendirilmiştir. Rüya meselesinin tasavvufta metafizik omurgayı teşkil etmesi, beraberinde uyku ve yakaza halinde vukûa gelen hallerin kayıt altına alınmasını sağlamış ve geniş bir literatürün ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir. Oluşan bu literatürün kronolojik olarak tedkîki, tahlili, uyku ve yakaza halinde ortaya çıkan imgelerin -ki biz bunlara genel olarak rüya dedik- Ekseriyetle tarîklerin, tasavvufî tecrübenin merhalelerinin anlaşılmasında ve yorumlanmasında özel bir mâhiyete sâhip olduğuna inandıkları rüyanın, insan-ı nâkısın tekâmülünde son derece kilit bir role sahip olduğunu söylememiz mümkündür.