Peygamber Efendimiz ve Ashabının Yolu Ehl-i Sünnet / Yrd. Doç .Dr. Halil İbrahim Kutlay

Ehl-i Sünnet, İslam Cemaatinin Ana Gövdesidir

Ehl-i Sünnet deyince ne anlamalıyız? 

Ehl-i Sünnet yolu, Peygamberimiz (s.a.v.) ve ashabının (r.a) üzerinde yürüdüğü yoldur. Ehl-i Sünnet anlayışı; sahabe dediğimiz ilk nesilden sonraki nesillere titizlikle nakledilen Nebevî hayat anlayışıdır. 

Ehl-i Sünnet anlayışı; sünneti hafife almayı, sünneti küçümsemeyi, sünnete yedekte bir konum tanımlamayı reddeden; asr-ı saadetten, tarihten günümüze kadar aynı tazelik ve güzellikle Sünnet-i Seniyye’ye sahip çıkan ve onu baş tacı eden saf, arı, duru İslam anlayışıdır.

Ehl-i Sünnet, İslam cemaatinin ana gövdesidir. Ehl-i Sünnet düşüncesi bir tezdir, anti-tez değildir. Ehl-i Sünnet’in benimsediği hayat anlayışı, Peygamberimiz ve dört halife döneminde en güzel şekliyle yaşanmıştır.

 

Sünnet Kur’ân’dan Asla Ayrı Düşünülemez

Günümüzdeki İslamî toplulukların kendine “Ehl-i Sünnet” diyebilmesi için hangi İslamî kriterler göz önünde bulundurulmalıdır? 

Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılması, tefsiri ve tatbikinde sünnetin yeri çok çok önemlidir. Ehl-i Sünnet’i, ehl-i bid’at fırka ve mezheplerden ayıran en bariz özellik; “Kur’ân’ın anlaşılmasında sünnete verdiği yer”dir.  Ehl-i Sünnet’in hadislere karşı tutumu, Ehl-i Sünnet’in ana çizgisini, temel özelliğini belirlemiştir.

Ehl-i Sünnet’e göre; sünnet Kur’ân’dan asla ayrı düşünülemez. Sünnet, Kur’ân’ın en güzel tefsiri ve en eşsiz uygulamasıdır. Kur’ân’ı sünnetten, sünneti Kur’ân’dan koparmak Kur’ân’a karşı işlenmiş bir cinayettir. Sünneti bırakıp sadece Kur’ân’a itimad edilmesi iddiası, en çirkin bid’atlerden biridir.

Bu konuda Prof. Dr. Halil İbrahim Mulla Hatır Hocaefendi’nin; “Sünneti Bırakıp Sadece Kur’ân’a Dayanma Davası Bid’ati” “Bid’atü Da’vâ el-İ’timad alel-Kitab Dûne’s-Sünne” başlığıyla tercüme edilebilecek değerli eserini tavsiye ediyoruz. 

Allah’ın Kitabı’nda nerede Allah’a itaatten söz edilmişse hemen onunla birlikte Rasûl’e itaatten de söz edilmi    ştir. (bkz. Nisa: 59;  Enfal: 20; Mücadile: 13) Allah’a itaat şeklini ve anlamını bize öğreten, gösteren ve tanıtan sevgili Peygamberimiz’dir. Allah’ın en sevgili kulu olarak bize Allah’a kul olmayı öğreten, sevgili Peygamberimiz’dir (sav). 

Kur’ân’ın hayata yansıması, Kur’ân’ın hayata intikali, Kur’ân’ın hayatı şekillendirmesi, Kur’ân’ın hayata yön vermesi Kur’ân’ın hayat kitabı olması, hayatımızın Kur’ân’a göre düzenlenmesi sünnet sayesinde olmuştur. 

Kur’ân-ı Kerîm’e göre Peygamberimiz’e verilen ilahî görev, “açıklama” görevidir. Peygamberimiz, bu görevini eşsiz bir şekilde yerine getirerek Kur’ân’ı hayatıyla canlı bir şekilde açıklamış ve Kur’ân’ın en güzel uygulamasını sergilemiştir.

İmam Malik’in ifadesiyle “Sünnet, Nuh aleyhisselamın gemisi gibidir. Ona binen kurtulur. Ona binmeyen boğulur.” (Süyûtî, Miftahu’l-Cenne:  s.53) 

Sünnet adı verilen bu uygulamaya karşı beklenen ve istenen değer, bizzat Ehl-i Sünnet tarafından verilmiştir. Ehl-i bid’at mezhepler, Kur’ân’ın müstesna uygulaması olan sünnete gereken önemi vermemiş, zaman zaman sünneti yok farz etmişlerdir. 

Kur’ân’a sahip çıkan ve Allah’ın yardımıyla Kur’ân’ı koruyan ümmet, Kur’ân’ın canlı yorumu sünneti de korumuştur. Sünnetin yazılı şekli olan hadisleri koruma ve kollama adına “Cerh ve Ta’dil İlmi” tesis edilmiş, binlerce muhaddis âlim titiz çalışmalarıyla hadisleri her türlü şaibelerden koruyabilmek, sahih hadisi sahih olmayanından ayırt edebilmek için ciddî çaba harcamışlar, binlerce eser yazmışlardır.

Kur’ân’ı “mütevatir” olduğu için kabul edip hadislerde beşer unsurunun müdahalesinden söz edenler, Kur’ân-ı Kerîm’in de aynı muhterem şahsiyetler kanalıyla bize kadar intikal ettiğini neden görmezden gelirler?

 

Ehl-i Sünnet’in “Sahabe Sevgisi”

Ehl-i Sünnet’in “sahabe sevgisi” Ehl-i Sünnet’i, Şia gibi ehl-i bid’at mezheplerden ayırır. İmam Ebu’l-Hasen el-Eş’arî, Makalâtü’l-İslâmiyyîn adlı eserinde “Ehlü’s-sünneti ve’l-Eser” özelliklerini sayarken özellikle sahabeye duyulan derin hürmeti zikretmektedir.

Allah Rasûlü’nün özel eğitiminden geçen altın nesil sahabe, O’nun ifadesiyle “insanların en hayırlıları” idiler.  Onun ilminden, feyzinden, ibadet sevgisinden, kulluk anlayışından ders ve ibret aldılar. Onunla beraber cihad ettiler.

“Siz en hayırlı ümmetsiniz” hitabına muhatap olan ilk nesil ashab-ı kiram arasında ayrım yapma yetkisi kim tarafından verilmiştir? 

Kur’ân-ı Kerim ayetleri ve Peygamberimiz’in takdir ve senaları dikkate alınarak sahabe arasında derecelendirme yapılabilir. İlk Müslümanlarla diğerleri, Bedir Ashabı ile diğerleri arasında elbette farklılık açıktır. Ancak sahabeye düşmanlık etmek, sahabeye buğz beslemek, sahabeyi hedef tahtasına oturtmak hiçbir şekilde kabul edilemez.

Ensar ve muhacirleri isim isim ayırmaksızın tamamını takdirle zikreden Kitabımız’ın açık ayetlerine rağmen şahsî, indî ve keyfî tasniflerle ayrımcılık yapan, ilk Müslümanlardan bir kısmını sahabe kavramı içerisinde mütalaa edemeyen, “...Allah, onlardan razı olmuştur...” (Maide, 5/119) âyetine rağmen bazı sahabelerine isimlerini anarken “Allah razı olsun” diyemeyen, içtihad farklılığı sebebiyle bazı tarihî olaylardaki farklı tutumlarını dile getirerek Hz. Aişe, Hz. Ömer, Ebu Hureyre, Hz. Muaviye (radıyallahu anhüm) gibi sahabe-i kiramı seviyesiz tenkitlere tabi tutan Şia mensupları; Kur’ân’la taban tabana zıt olan, Allah’ın sevgili kullarına düşmanlık anlayışıyla Cenab-ı Hakk’ın huzuruna nasıl çıkacaklardır?

Batıl karşısında asla susmayan Allah Rasûlü (sav), ashabının yanlış yapmasına müsaade eder miydi? Yani sahabe ondan sonra mı değişti? İlk nesle iyi niyetle bakmamak, o nesil hakkında ileri-geri konuşmak bizi Peygamberimiz’den soğutmayacak mıdır? Sahabeyi dilimize dolamanın varacağı noktayı hiç düşündük mü?

 

Tekfir Müessesesi ve Ehl-i Sünnet’in Anlayışı

Ehl-i Sünnet geleneğinde ilmi olarak “tekfir” müessesesi nasıl işletilir? Sizce bugün hangi boyutlarda ve nerede gerekli?

İmanlı kul, küfrü gerektiren bir söz söylememek için titiz ve dikkatli olmalı, imanını canı gibi korumalıdır. Her an imansızlık dalgasına kapılabileceğini, inançsızlık tehlikesiyle karşılaşabileceğini düşünmeli, iman konusunda son derece duyarlı, titiz ve dikkatli olmalıdır.

“Ey Rabbimiz!.. Bizi hidayete eriştirdikten sonra kalplerimizi yamultma...” (Âl-i İmrân, 3/8) şeklindeki Kur’ânî dua sık sık okunmalıdır. 

Bilerek veya bilmeyerek küfrü gerektiren, inkâr sayılabilecek bir söz söyleyen Müslüman kardeşimiz, tatlı-sert ifadelerle uyarılmalı, kendisine konunun önemi hatırlatılmalıdır. Küfrü gerektiren sözler söyleyen, bu konuda ısrarlı olan, gerçekleri kabule yanaşmayan ve küfür ifadelerini başkalarının yanında fütursuzca tekrarlayan kişiye karşı izlenecek yol şu şekilde özetlenebilir:

- İnkârda ısrar ederse ilim erbabı tarafından ilmî delillerle ikna edilir ve tevbeye davet edilir.

- Tevbe etmediği takdirde hâkimin uygun gördüğü te’dib ve ta’zir cezası verilir.

- İslâm dininden dönen ve bunda ısrarlı olan kimseye hâkimin hükmüyle “mürted” cezası uygulanır.

- İnkârıyla birlikte bilerek, kasden İslâm’ın izzet, şeref ve itibarı ile oynayan, İslâm’ı lekelemek isteyen kimseye yine hâkim kararıyla “zındık” muamelesi yapılır. 

 

İsra ve Miraç Mucizesi Gayb’e İman İmtihanıdır

Miraç olayı hakkında Ehl-i Sünnetin görüşü nedir?

İsra suresinin ilk ayetinde işaret edilen, Peygamberimiz’in Mekke ile Kudüs arasında Burak adı verilen binekle yaptığı manevî yolculuk “İsrâ”, Kudüs’ten semalara doğru Cebrail aleyhisselam birlikteliğinde yaptığı ulvî yolculuk ise “Miraç” olarak adlandırılmaktadır. Her mucize gibi İsra ve Miraç mucizesi de gaybe iman imtihanıdır. Nasıl meydana geldiği konusundan çok, niçin meydana geldiği konusunda derin derin düşünmemiz gereken bir mucizedir. 

Hicret yolculuğu bir yana; tarihin en mübarek ve en şerefli yolculuğu olan İsra yolculuğu, Ehl-i Sünnet’in selef ve halef âlimlerinin, muhaddis, müfessir, fakih ve kelamcıların büyük çoğunluğunun ittifakıyla uykuda rüya şeklinde değil, uyanık halde, ruh ve cesetle birlikte yapılmıştır.

Miraç gecesinde Ümmet-i Muhammed’e ilk olarak elli vakit namaz farz kılınmıştı. Peygamberimiz (sav), ümmetine takdim edilen bu mübarek hediye ile dönerken altıncı semada Hz. Musa’ya uğramıştı. Hz. Musa (a.s)’ın: “Senin ümmetin buna dayanamaz, Rabbin’den ümmetin için bunu hafifletmesini iste.” şeklindeki uyarısı üzerine Peygamber Efendimiz (sav), Cenab-ı Hakk’tan bunun hafifletilmesini talep etmiş, iki Yüce Peygamber arasında birkaç defa tekrarlanan bu görüşme ve Peygamberimiz’in Cenab-ı Hakk’a arzı sonucunda elli vakit namaz beş vakte indirilmiştir. Ancak hadis-i kudsîde bu beş vakit namaza elli vakit sevabı verileceği bildirilmiştir:

“Benim nezdimde ezelî söz değişmez. Namaz, Levh-i Mahfuz’da senin üzerine farz kıldığım gibi elli vakittir. Ancak her haseneye on misli ile karşılık verilir. Dolayısıyla beş vakit namaz Levh-i Mahfuz’da elli vakit sayılır. Kim bu beş vakit namazı inanarak ve sevabını sadece Allah’tan bekleyerek kılarsa ona elli vakit namaz sevabı verilir.” (Buharî: Menakıbu’l-Ensar 42; Müslim: İman 164)  

Bazı modernistler tarafından elli vakit namazın beş vakte indirilmesi ile ilgili hadis-i şerife “İsrailiyyat” diye itiraz edilmesi anlamsızdır. Bu hadis-i şerifteki iki Yüce Peygamber arasındaki şerefli diyalogun “senaryo” şeklinde nitelendirilmesi ise tek kelimeyle çirkin bir yakıştırmadır.

Bu hadis-i şerifte iddiaların aksine Hz. Musa (a.s) yüceltilmemiş, bilakis Peygamberimiz (sav) yüceltilmiş, sevgili Peygamberimiz’in ümmetine duyduğu sonsuz güven ifade edilmiştir. İsrailoğullarından çok ızdırap ve sıkıntı çeken Hz. Musa (a.s), bu acı tecrübesine dayanarak Muhammed Ümmeti hakkında da benzeri kanaat ortaya koymuştur. 

Bu hadis-i şerifte Peygamberimiz’in üstün manevî derecesi yanında ilahî takdir ve emirlere tam teslimiyeti ve ümmetine duyduğu güven vurgulanmaktadır. 

Peygamberimiz’in son arzından sonra Cenab-ı Hakk tarafından namaz beş vakte indirilmiş, bunun üzerine Hz. Musa, Efendimiz’e yine: “Rabbin’e dön, ümmetin için bunu hafifletmesini iste.” demişti. Peygamberimiz (sav) Hz. Musa’ya hitaben: 

“Ben, Rabbim’den birkaç defa hafifletme istedim. Ama artık istemekten hayâ ediyorum. Ben şimdi razı olup teslim oluyorum.” demiştir. Bu ifade Peygamberimiz’in yüce makamını açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

 

Kul Niyet Eder, Allah Yaratır

Kadere İman konusunda Ehl-i Sünnet’in görüşü nedir?

Ehl-i Sünnet, kadere imanı, imanın altı temel esasından biri olarak kabul eder. Ehl-i Sünnet’in kader hakkındaki görüşünü, Kur’ân-ı Kerîm ayetlerinin işaretleri ile kadere imanı açıkça ifade eden hadisler belirlemiştir. Sahih-i Müslim’de “Kitabü’l-İman”ın baş kısmındaki ilk hadislerin “Kadere İman” konusuyla ilgili hadisler arasından özellikle seçildiği görülmektedir. 

Ehl-i Sünnet’e göre kadere iman; hayır ve şerri yaratanın Allah olduğuna inanmaktır. Ehl-i Sünnet’e göre kul kâsib, Allah Hâlık’tır; kul niyet eder, Allah yaratır. Kul sebeplere sarılmakla, iradesini hayır yolunda kullanmakla yükümlüdür. Neticeyi yaratan Allah’tır. 

Mutezile mensupları ve onun günümüzdeki modernist rasyonalist temsilcileri kaderi reddeder. “Kul kaderini kendisi çizer.” “Kaderi tayin eden kulun kendisidir.” gibi ifadeler Ehl-i Sünnet anlayışıyla çatışmaktadır.