Kendine Değer Vermeyene Değer Verilmez / Abdulkadir Yılmaz

Marifet ilminden nasibini almış Koca Yunus bir dizesinde: “İlim ilim bilmektir/İlim kendin bilmektir/Sen kendini bilmezsin/Bu nice okumaktır.” der. Yani demek ister ki kendini bilmeyen bir kişi, dış dünyaya ait ne kadar bilgi sahibi de olsa bu kişi aslında cahil bir kişidir. Zira önce bilmeye, kendini bilmekten başlamak akıllı kişinin işidir. Peki, Yunus’un dediği gibi, kendimiz hakkında ne biliyoruz, kendimizi ne kadar tanıyoruz? Bu soruları hiç can yakıcı bir şekilde kendimize sorduk veya yönelttik mi? Yoksa hayat meşakkatleri içerisinde koştururken sadece arada bir aynada gördüğümüz cismimizi, suretimizi kendimiz mi sanıyoruz? İyi de aynaya baktığımızda neyi görüyoruz? Çoğunlukla tanımaktan dolayı çok da mutlu olmadığımız ve elimizde imkân olsa değiştirmek isteyeceğimiz gözümüzün rengini, saçımızın, burnumuzun, kulağımızın... şeklini mi? Bunları bilmek, bu kadar bilgi sahibi olmak kendimizi tanımak mı? Sen kendin hakkında bu kadar bir bilgiye sahipsen kusura bakma, Yunus’un dediği gibi sen kendini bilmiyorsun! Benim adım şu, etiketim, kariyerim, mesleğim şu demek, bunların hiçbirisi seni ifade etmiyor. Yazık ki bu durumda iç organların senden daha bilgili… Mesela senin bağırsakların, kimya ilminde, biyoloji ilminde öyle bir seviyede ki dünyanın bütün biyologları, kimyagerleri, doktorları bir araya gelse, bağırsaklarının bilgisine ve marifetine erişemezler. Şaşılacak iş ki karaciğer, böbrek, kalp, mide, pankreas gibi tüm organları kendinden daha bilgili ve becerikli olduğu halde bir insan, bu organları kendi yaratmış ve kendi idare ediyormuş gibi bir gurura kapılıyor. Bu nedenle kendi hakkında aynadaki görüntüsü kadar bilgi sahibi birisi, ben ateistim diyerek rahatça gezebiliyor…

Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki: “Nefsini bilen Rabbi’ni bilir.” Şimdi bu ateiste soruyorum: Sen nefsini biliyor musun, yoksa bildiğini mi sanıyorsun? Çok komik durumdasın, aynada gördüğün seni, sen mi sanıyorsun? Evet, bir insan kendini bilmezse böyle acınacak durumlara düşüyor.

Cenabı Hak bir ayet-i kerimede “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar fasık kimselerin ta kendileridir.” (Haşr 59/19) buyuruyor. Bu ayeti ilk okuduğumda adeta beni çarpmıştı ve hayrete düşürmüştü. Gerçekten bir insanın kendini düşünmeyi unutması nasıl bir şeydir, insan niçin bu hale düşer? Demek ki önce yaratılış mucizesine gözlerini kapatarak Rabbi’ni unutur. Bu kâfirliği nedeniyle de artık hem kendinde hem çevresinde olan sayısız mucizeleri göremez olur... Sonra da artık inanmak için başka mucizeler, başka olağanüstülükler aramaya başlar. Tanrı varsa bana görünsün, ölülerin dirildiğini göreyim, cennet cehennem hani nerede, der. Böyle düşünen bir adama “akıl” varsa bize göster demek tam da yerinde bir soru olmaz mı? Hâlbuki akıllıca işler yapması bir kişideki aklı göstermez mi? Evleri yolları aydınlatan, motorları döndüren, bilgisayarları, cep telefonlarını çalıştıran elektriği kim görmüştür, ama elektriği inkâr eden var mı? Yani yaptığı işler bir şeyin varlığına en güçlü delil değil midir? Her mimari eserin bir mimarı, her aletin bir mucidi, her planın, projenin bir mühendisi varken, en ince hesaplar üzerinde saat gibi tıkır tıkır işleyen şu muhteşem evrenin bir mimarı, bir mühendisi yok demek ne demektir? Açıkça bu acımasız itham, hakikatin üstünü örtmektir. “Kâfir” örten demektir, yani gerçeklerin üzerini örten… Bir insanı taammüden öldürmenin cezası müebbet hapistir. Tanrı’yı kasten yok saymak onu öldürmekle eştir; bu nedenle cezası da müebbettir, yani sonsuza kadar cehennemde hapistir...

İnsanoğlunun düştüğü vahim durumun sebebi çoğunlukla sadece alışkanlıktır. Zira mucizeler arasında gözünü açtı, mucizeler içinde yaşadı ve artık bu mucizeler normalleşti. Her sabah güneşi aynı yerden doğarken gördü, dünya hep aynı hızla dönüyordu, bu nedenle günler hep yirmi dört saatti, yazlar kışlar baharlar hep aynı hesap üzere birbirini takip ettiler. Bir yerde hesap varsa, düzen varsa, onları hesaplayan, düzenleyen birisi olmaz mı? Bunlar mucize değil mi ki, şimdi bazı insanlar başka mucizeler arıyor?

Elindeki oyuncaklarla oynayan bir çocuk, onların asıllarını asla düşünemez. Çünkü o ne yaş olarak, ne akıl olarak buna hazır değildir. Bu büyük insanların, aklı başında insanların işidir. Küçük çocuk sadece oyuncaklarla oynamanın zevkini çıkarır. Büyük olduğu halde, dünya oyuncağı ile çocuklar gibi oynayan insanların psikolojisi de aynıdır. Onlar da hayattan zevk almanın, keyif almanın dışında, hiçbir şeyle meşgul olmak istemezler. Maalesef işte bunlar gibi derin düşünmekten, tefekkür etmekten aciz insanlar nedeniyle, Tanrı’yı inkâr eden bir zümre ile karşı karşıya kalırız. Düşünse, akıl etse bu inkâra gücü yetmeyecektir.

Bir kişiye “Bilgisayarı biliyor musun?” diye soruyorsun “Evet, biliyorum.” diyor. Neresini biliyorsun? Açmayı, kapatmayı, bilgisayarda yazı yazmayı mı? Bilgisayar teknolojisi öyle bir noktaya geldi ki bütün dünyayı içine sığdırdı. Her şeyin bilgisi onun içinde, bir âlem onun içine sığıyor. O küçük kutu bir âlem oldu, haberin var mı? Onun programını, dizaynını yapanlar muhteşem işler yapıyorlar. Şimdi sen bilgisayarda bir iki işlemi yapıyorum diye bilgisayarı tanıdığını mı iddia ediyorsun? Aynı cehaletin kendin için de geçerli. Adımı soyadımı biliyorum, anamı babamı biliyorum, işimi gücümü biliyorum, çoluğumu çocuğumu biliyorum, kilomu biliyorum diye kendini tanıdığını sanıyorsun. Senin kendini tanımanın, bilgisayarı açıp kapatmayı öğrenen bir insanın bilgisayarı biliyorum demesinden hiç farkı yoktur. Bilgisayarı gerçekten bilsen, şu anda bütün dünyaya hâkim olurdun. Zira bu teknolojiyi bilen bugün bütün dünyayı ele geçirdi bile… İşte onun gibi insan kendini bildiğini sanarak aldanıyor.

Marifet ilmi sultanlarından Şeyh Galip bak senin hakkında ne diyor:

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.

(Kendine bir hoşça bak, âlemin özüsün sen, varlıkların gözbebeği olan insansın sen.)

O yüzden insan bilgi sahibi olmaktan ziyade, irfan sahibi olmak için çalışmalıdır. İrfan senin kendin hakkında gerçek bir bilgiye sahip olman, kendini tanıman, ruhî kabiliyetlerinin, melekelerin farkına varmanla alakalı bir bilgidir. Sonra bu bilgi Yaratıcı hakkında bilgi sahibi olmaya götürür insanı, sonra da yaratılış amacına... Gerçek bilgi, işe yarar bilgi bu bilgidir ve ancak bu bilgi varken diğer bilgilerin de bir önemi vardır. Yoksa diğer bilgiler küçük bir çocuğun oyuncakları ile oynarken yaşadığı duygularla aynıdır. Çocuklar oyun oynarken gerçekmiş gibi oynarlar. Hayatın anlam ve amacını ıskalayan büyüklerin, gerçek sanarak oynadıkları hayat oyunları da çocukların oyununda hiç farklı değildir.

“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir.” (En’âm 6/32) “(Ey Muhammed!) De ki: Amelce en çok ziyana uğrayan; iyi iş yaptıklarını sandıkları hâlde, dünya hayatındaki çabaları kaybolup giden kimseleri size haber verelim mi?” (Kehf 15/103-104) İşte bu ayetler tam da yaşadığımız garabete açıklık getirmektedir.

Hâlbuki insan, Cenabı Hakk’ın yarattığı bu evrenin en güzide, en akıllı varlığıdır. Nitekim Kur’an insan hakkında en güzel şekilde yaratıldı der ve yeryüzünde Allah’ın halifesi olma vasfını ona verir. Bu vasfından ötürü evrendeki her şey onun istifadesine ve hizmetine sunulmuştur. Bütün bunlar insan için çok büyük önem arz etmesine rağmen, insanlığın geneli bunun farkında değildir. O yüzden de kendine yeterli derecede saygı göstermez, kendini çok küçük görür. Bütün insanlar Allah katında çok kıymetli yere sahipler ama bu gerçeği bilmeleri, bu önemli hakikatin farkında olmaları gerekiyor. Mesela elmas, yakut, pırlanta gibi taşlar malumunuz çok kıymetlidir. Bir yerli kabilesinde bu taşların sıradan parlak taşlardan bir farkı var mıdır? Hayır, o yüzden medeni dünyadan bir kişi elindeki beş para etmez taşlarla, boncuklarla yerli insanları kandırarak, bu kıymetli taşlarla takas edebilir. Bu nedenle bir yerli bir şehri satın alacak kıymetli bir taşı, bir boncuk parçasına değişir. Niye böyle yaptı? Cahilliğinden, gafletinden, elindekinin değerini takdir edemediğinden… Bizler de kendimizi tanıma noktasında maalesef ki bu yerliler gibiyiz. O yüzden de sonsuz bir cennet yaşamı ile değerlendirebileceğimiz hayatımızı çok kısa bir dünya yaşamı ile takas edebiliyoruz...

Kendimize gelelim, kıymetimizi, değerimizi bilelim. Zira kendine değer vermeyene değer verilmez...

Allah’a (c.c.) emanet olun.