Kalbin Eğitimi / Doç. Dr. Adem Ergül

“Kalbin eğitimi” ifadesinden neyin kastedildiğine geçmeden önce “eğitim”in ne olduğu sorusunun cevaplandırılması gerekmektedir. Fakat itiraf etmek gerekir ki eğitim kavramına yönelik ortak bir tanımdan bahsetmek zordur. Zira her ilim dalı, tabiî olarak meseleye kendi açısından yaklaşmış ve ona göre bir tanım oluşturmuştur. Meselâ psikolojiye göre eğitim, “Ferdî kabiliyetlerin nasıl ortaya çıktığının tespiti ve bunların gelişmesini temin” iken, sosyolojiye göre “Toplumun muayyen değerlerini bilinçli ve planlı bir şekilde ferde kazandırmak suretiyle onu toplum içinde uyum içinde yaşayabileceği bir şahsiyete eriştirmektir.” Bu tariflerden de kolayca anlaşılabileceği gibi eğitimin tanımına ilişkin yaklaşımların farklılığı, esasen maksadın farklı oluşundandır. Binâenaleyh eğitimi genel anlamda, “Muayyen bir maksadın gerçekleşmesi için ferdi o yönde geliştirmeye yönelik, bilinçli, planlı ve tedrici bir şekilde yapılan faaliyetler bütünüdür.” şeklinde tarif etmek mümkündür. Eğitimde esas olan, ferdin belli bir yönde gelişimidir. Eğitim kavramının Arapça karşılığı olan “terbiye” kelimesinin, “Bir şeyi kademe kademe, tedric ile kemâline eriştirmektir” şeklinde tarif edilmesi de bu hakikate ışık tutmaktadır.

Bu kısa açıklamadan sonra şu soruyu sorabiliriz: Acaba İslam’a göre ferdin eğitiminden maksat nedir? Bu soruya doğru cevap verebilmek için öncelikle insanın yaratılış gayesinin ve mükellefiyetlerinin belirlenmesi zaruridir. Kur’ân’a göre insanın yaratılış gayesi, Yaratıcısına gereği gibi kul olmak ve O’nun adına yeryüzünü imar edip bu suretle hilâfet vazifesini icra etmektir. Bu nihai hedefi göz önünde bulundurarak İslam eğitimini, “Ferdi, Allah’ın razı olacağı bir kulluk seviyesine eriştirerek, yeryüzündeki hilâfet vazifesini gereği gibi deruhte edebilecek bir şahsiyet yapısına eriştirme ameliyesidir.” şeklinde tanımlamak mümkündür. İnsanın maddi ve manevi tüm fakülteleriyle ulaştırılması gereken eğitim seviyesi bu olunca, acaba bu bütün içinde Kur’ân’a göre ferdin en temel ve en merkezi cephesi olan “kalb”in, eğitiminden ne anlaşılmalıdır? Bu sorunun cevabı da kalbin insandaki fonksiyonunun bilinmesiyle verilebilecektir.

Kur’ân-ı Kerîm, kalbi bir taraftan insanın Allah ile olan ilişkilerinde odak noktası olarak gösterirken, diğer taraftan da yine insanın varlığı yorumlayan ve yaratıklara karşı davranışlarını düzenleyen idrak, duygu ve irade/amel fonksiyonlarının merkezi olduğunu bildirmektedir. Kalbe yüklenen bu mükellefiyetler, bir anlamda onun eğitim alanlarını gösterirken, “O (kıyamet) gün(ünde) ne mal ne de evlat fayda verir; ancak Allah’a selim bir kalp getiren müstesna” (Şuarâ, 26/89) ayetinde geçen “selim kalp” ifadesi de kalbin ulaştırılması gereken hedefi göstermektedir, denilebilir. Kalplerin hasta olabileceğinin açıkça bildirilmesi ve Kur’ân’ın göğüslerde bulunan hastalıklara şifa olduğunun beyan edilmesinden hareketle, Kur’ân tarafından “sıhhatli bir kalp” hedefinin gösterildiği ifade edilebileceği gibi itikadi ve ameli olumsuzlukların “pislik” şeklinde tavsif edilmesi ve kalbin temizliğinden bahsedilmesi sebebiyle de “tertemiz bir kalb”e sahip olmanın gaye olarak gösterildiği de söylenebilir. Ancak hedef ister “selim kalp” olsun, isterse “temiz” ya da “sıhhatli kalp” olsun netice değişmemektedir. Fakat kabul etmek gerekir ki “selim” kelimesi, “temiz” ve “sıhhatli” anlamlarını da ihtiva edecek bir mana zenginliğine sahip olması bakımından kalbe hedef olarak gösterilmeye daha elverişli görünmektedir. Buna bir de dinin en temel unsurlarından biri olan “teslimiyet”  kavramına delâletini eklemek gerekir. Binâenaleyh “kalp eğitimi”ni, “Kalbin Allah ile ilişkilerinde ve idrak, duygu ve irade gibi fonksiyonlarında sıhhatli bir yapıya kavuşturulması ve böylece her nevi manevi hastalıktan arınmış olarak tam bir teslimiyet kıvamı içinde Rabb’e sunulacak hale getirilmesidir.” şeklinde tarif etmek mümkündür.

Kalbin etkiye açık oluşu gerçeği, onun eğitiminde öncelikle dikkate alınması gereken bir husustur. Onu etkileyen iç ve dış amiller arasında ona faydalı olanlar olduğu gibi zararlı olanlar da vardır. Hiç şüphesiz, kalbi nihai gayesine eriştirmek için faydalı amillere yönelmek zaruridir. Ancak, “Her doğanın selim bir fıtrat üzere dünyaya geldiği”ni haber veren nebevi düsturu da göz önünde bulundurarak diyebiliriz ki kalbin eğitiminde öncelik verilmesi gereken husus, onu zararlı amillerden korumak, olmalıdır. Nitekim Mecelle’nin “Def-i mefâsid celb-ı menâfiden akdemdir” kaidesi de zararın önlenmesinin öncelikli olduğunu ifade etmektedir. Fakat tüm amillerin üstünde yegâne güç ve kudret sahibi olan Allah Teâlâ’nın; “Mükallibü’l-kulûb” olduğu gerçeği unutulmamalı ve kalbin hidayet üzere sebatı için sürekli O’na sığınılmalıdır. Bu kısa açıklamadan sonra kalbin eğitimini şu üç başlık altında incelemenin mümkün olabileceğini ifade edebiliriz:

A) Zararlı Amillere Karşı Korumak,

B) Faydalı Amillere Yönelmek,

C) Duâ

ZARARLI ÂMİLLERE KARŞI KALBİ KORUMAK

Kalp; insanın Allah ile ilişkilerinde iman, marifet, sevgi, korku, zikir, takva ve teslimiyet gibi dini hayatın en temel unsurlarına mahal olması ve yine insanın idrak, duygu ve irade gibi entelektüel boyutunu ihtiva etmesi sebebiyle titizlikle korunması gereken nurani bir latifedir. Kalbe olumlu veya olumsuz yönde etkisi olan her bir şeyi biz burada “amil” kelimesiyle ifade etmiş olacağız. Herhangi bir şeyin kalp için zararlı ya da faydalı olduğunun tespiti ise o şeyin kalbin söz konusu fonksiyonlarına olan müspet ya da menfi etkisine bağlıdır. Bu itibarla kalbin “selim” niteliğini zedeleyen veya “selim” oluşuna engel olan her nevi etki, kalbe zarar veren bir amildir.

Kalbin gerek Allah’a yönelik gaflet, nisyan, şüphe, şirk ve inkâr gibi olumsuz yönelişlerde bulunmasında olsun ve gerekse bu yönelişlerin tabiî bir uzantısı olan menfi vasıfların kazanılmasında olsun etkili olan zararlı amillerin temelinde, onun Allah’ın teşrîî ve tekvini ayetlerine karşı ilgisizliği veya şartlı yaklaşımını görmek mümkündür, insana Allah’ı tanıtacak ve ona varlık ve hâdiseler hakkında doğru bilgi verecek bu ayetlerden yüz çeviren kalp, bu haliyle bilgi ışığından mahrum olmakta ve adeta cehalet karanlığına gömülmektedir. Nitekim şu ayet bu gerçeğe işaret etmektedir:

“Rabbinin mesajları kendisine ulaştırıldığı halde, kendi eliyle işlediği bütün (kötü) işleri de unutup, onlara yüz çeviren kimseden daha zalim kim olabilir? Bakın biz böyle olanların kalplerine, hakkı kavramalarına engel olan bir örtü ve kulaklarına da bir ağırlık yerleştirmişizdir. Dolayısıyla, onları hidayete çağırsan da asla doğru yola girecek değillerdir.” (Kehf, 18/57)

Bilgi vasıtaları diyebileceğimiz sözlü ve sözsüz ayetlere karşı kapanmış bir kalbin, Allah’a yönelik ilişkilerinde müspet bir gelişme kaydetmesi mümkün olmadığı gibi sıhhatli amellere kaynaklık etmesi de zordur. İdrakten mahrum ve menfi davranışlarla kuşatılmış bir gönülde ise güzel duyguların oluşmayacağı açıktır.

Kalp hastalığının esas kaynağı, “İlâhî bilgiden mahrumiyet (cehalet)”tir. Bu tespit, aynı zamanda kalp eğitimine başlama noktasını da belirlemiş olmaktadır. Zira bilindiği gibi hastalığın tedavisinde ilk adım hastalığın teşhisi, ikinci adım ise hastalığa sebebiyet veren mikrobun izalesidir. Kalp eğitimi/tedavisi söz konusu olunca yapılması gereken şey, kalbin idrak melekesinin çalışmasına yardımcı olmak maksadıyla, sıhhatli bilgilenme yolunu ona açmaktır. Bu itibarla, kalbin akletme, anlama, tedebbür ve tefekkür gibi fonksiyonlarını körelten ve böylece onu ayetler karşısında ilgisiz kılarak hastalanmasına ya da paslanmasına zemin hazırlayan amillerin neler olduğunun tespiti ve onların etkisiz hale getirilmesi zaruridir.

Kur’ân-ı Kerîm, kalplerin paslanmasına, körelmesine ve hatta mühürlenmesine sebebiyet veren hastalıkların esas kaynağını, -insanın benliği diye ifade edebileceğimiz- “nefs” olarak belirler. Zira nefs, Kur’ân’ın beyanına göre başlangıçta takvâ (korunma melekeleri) ile donatıldığı gibi kısaca “ahlâkî zaaflar” diyebileceğimiz “fücûr” işleme meyilleriyle de donatılmış ve bunun tabii bir sonucu olarak da günaha temayülün ve dünyaya ait isteklerin odak noktası olmuştur. Kur’ân ve sünnet çerçevesi içinde şekillenen İslâm tasavvufunun yegâne hedefinin, “Kalbi, nefsin esaretinden kurtarıp tümüyle Rabbe bağlamak” olduğunu söyleyebiliriz.

İlahi bir donatım neticesinde nefs cevherine “fücûr” işleme meyillerinin verilmesi ve o cevherin merkezinde yer alan kalbe de fücûra karşı direnç gösterebilecek “takva” melekelerinin yerleştirilmesi, insanın içinde bir mücadelenin doğmasına sebebiyet vermiştir. Bilindiği gibi Kur’ân-ı Kerîm, kısaca “İlâhî sınırları aşma” şeklinde tanımlayabileceğimiz, “menfi tutum ve davranışlar”ı yasaklamıştır. Bu yasağa rağmen insanın içinde onları yapmaya yönelik arzu ve meyillerin varlığı ise inkâr edilemez bir vakıadır. İşte Kur’ân, bu çeşit meyilleri “heva” kelimesiyle ifade ederek nefsin bundan alıkonulması gerektiğine işaret eder:

“Rabbinin makamından korkanın ve nefsini kötü arzulardan (heva) alıkoyanın varacağı yer cennettir.” (Nâzi’ât, 79/40-41)

Nefs, hevasını gerçekleştirmek için kendi özü ve korunma melekelerinin merkezi sayılan “kalp” engelini aşmak mecburiyetindedir. Bu sebeple sürekli olarak kalbe vesvese vermektedir. Tasavvuf literatüründe nefsin bu fısıltılarına genel anlamda “havâtır”, özel anlamda ise “hevacis” adı verilmiştir. Nefs, bu fısıltılar sayesinde kalbi etkileme fırsatı bulursa kişide kötülük işleme iradesi ortaya çıkacaktır. Bu irade neticesinde meydana gelen inanç, amel ve duygu ise hakikatte kalbin fonksiyonlarını zayıflatan ve onu hasta duruma düşüren bir virüs işlevini görecektir. Bu faaliyet bu yönde devam ettikçe kalp, bir anlamda nefsin esiri durumuna düşecektir ki bu durum, kalp için âdeta bir ölüm demektir. Kalbin anlayışının yok olması ve mühürlenmesi işte bu şekilde gerçekleşmektedir:

“Nefsinin arzusunu ilâh edinen, Allah’ın; (hâlini) bildiği için saptırdığı ve kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?” (Câsiye, 45/23)

Ayette de açıkça işaret edildiği gibi kalbi koruma adına yapılması gereken en önemli husus, nefsin hevasına ram olmamaktır. Bunun yolu da; bir taraftan nefsin hevasını besleyen ve onu güçlü kılan unsurların izalesine yönelirken, diğer taraftan da kalbin korunma melekelerini manevi gıdalarla sürekli güçlendirmektir. Bu tahakkuk ederse nefsin kalbe yönelik etkisi kemmiyet ve keyfiyet olarak zayıflayacak ve buna karşılık kalp de nefsin fısıltılarından büyük ölçüde kurtulmanın verdiği hürriyetle, kendi esas fonksiyonlarını icra etme fırsatını bulacaktır. Ancak söz konusu neticeyi gerçekleştirmek kolay olmayacaktır. Zira nefis, bir anlamda insanın iç düşmanıdır. Bilindiği gibi düşmanın en tehlikelisi de içte olanıdır. Nefsin hevasıyla girişilecek mücadelede öncelikle yapılması gereken şey, hevayı harekete geçirecek ve güçlendirecek şartları ortadan kaldırmaktır. Hevayı harekete geçiren amilleri iki kısımda değerlendirmek mümkündür. Bunlardan birincisi, insanlardan olsun cinlerden olsun Kur’ân’da genel anlamda “şeytan” adı verilen vesveseci varlıklardır. İkincisi de bizim “çevre” diye isimlendirdiğimiz insanı etkileyen diğer unsurlardır.

Kur’ân-ı Kerîm, insan düşmanı olarak tanıttığı şeytan ve askerlerine karşı sürekli uyanık olunması tavsiyesinde bulunur. Zira o, İlâhî divandan kovulmasının ardından Allah’ın kullarını doğru yoldan saptırmayı kendine vazife olarak seçmiş ve başarıya ulaşma uğruna her yolu deneyeceğini açıkça ilan etmiştir. Kur’ân’ın beyanına göre şeytan, insanı doğrudan etkileme gücüne sahip değildir. Onun hilesi zayıftır. Ancak onu başarılı kılan şey, insan nefsinin zafiyetleridir. Yani şeytan bir anlamda nefsin menfi temayüllerinin uyarıcısı ve destekçisidir. Gazâlî (v. 505/1111) şeytanın kalbe nüfuz etme yollarının insanda bulunan menfi vasıflar sayısınca çok olduğunu ifade ederek onlardan belli başlı “büyük kapılar”ı şöyle sıralar: Şehevî arzular, gazap, hırs, hased, tamahkârlık, cimrilik, taassup, çok yemek, ziynet tutkusu, acelecilik, para ve mal sevgisi, uzun emelli oluş ve dünyaya aşırı bağlılık. Kalbin selâmetini temin bakımından bu kapıların kapatılmasının lüzumu üzerinde duran Gazâlî, bunun ancak söz konusu vasıfların kalpten sökülüp atılmasıyla sağlanabileceğini belirtir. Yine devamla der ki: “Bu vasıflar temizlendikten sonra şeytanın kalbe etkisi sadece vesvese vermek suretiyle kalpte havâtır oluşturmaktır. Bu ise zikrullah sayesinde kolayca giderilebilecek bir durumdur. 

Kur’ân-ı Kerîm, insan sadrına vesvese veren varlıkların cinlerden ve insanlardan olabileceğine dikkat çeker ve bunların şerrinden Allah’a sığınılması gerektiğini vurgular. Şeytanların zikirden uzak kalan kimselerle âdeta arkadaşlık yaptığını haber vererek, onun şerrinden korunmanın yegâne çaresinin, Allah’ı unutmamak olduğunu bildirir. Hiç şüphesiz Allah’ı hatırlayan kimse O’nun sevap ve azabını göz önüne getireceği için İlâhî hudutlara riayet edecek ve böylece yalnız Allah’a kul olmak suretiyle O’nun koruması altına girecektir. 

Nefsin hevasını harekete geçiren ve güçlendiren diğer bir unsur da çevre faktörüdür. Biz burada çevre kavramıyla daha çok insanın içinde yaşadığı ve uzuvlarıyla ilişki kurduğu ortamı kastetmiş bulunuyoruz. Kur’ân-ı Kerîm, geçerli mazereti olmadığı halde dinini daha iyi yaşayabileceği beldelere hicret etmeyip de kâfirler arasında kalmaya devam eden kimseleri acı bir akıbetin beklediğini haber verir. Allah’ın ayetlerine inanmayan ve hatta onlarla alay eden kimselerle gereksiz bir şekilde oturup kalkmanın, neticede onlara benzemekle sonuçlanacağına dikkat çekerek, müminlerin Yahudi ve Hristiyanları dost edinmemeleri tavsiyesinde bulunur. Hz. Peygamberin -sallallâhü aleyhi ve sellem- “Kişinin arkadaşının dini üzere olacağı” (Tirmizi, Zühd, 45)  ve “Selim fıtratla yaratılan çocuğun genelde anne ve babasının dinine göre şekilleneceği”ni (Buhari, Cenaiz, 80, 93) bildiren beyanları da yakın çevrenin insanı etkileme gücünü vurgulaması bakımından dikkat çekicidir. Nitekim günümüzde kitle psikolojisiyle ilgili yapılan çalışmalar, kitlenin, ferdin şahsiyetini oluşturmada ve duygularını yönlendirmede son derece etkili olduğunu ortaya koymaktadır.

İçinde yaşanılan coğrafî çevrenin bile kişinin duygu ve davranışlarına yansıyan etkisi göz önünde bulundurulursa, çevre faktörünün kalbi etkileme boyutları daha iyi anlaşılacaktır. Nitekim taşrada yaşayan bedevilerin “inkâr ve nifak bakımından çok şiddetli olduklarını” (et-Tevbe, 9/97) bildiren ayetin, bu hususa telmihte bulunduğu ifade edilebilir. 

Netice olarak kalbin eğitimi açısından öncelikle yapılması gereken şey, onu zararlı amillerden korumaktır. Bu amillerden birincisi olan ve esasen kalbi de ihtiva eden “nefs”, bir anlamda insanın kendisi olduğu için ondan kaçıp kurtulmak mümkün değildir. Nefs, mayasına içirilen (ilham) “fücûr”un gereğini icra için kendi merkezinde yer alan “kalp” cevherine sürekli fısıltılar gönderecektir. Kalbin burada yapması gereken vazife, kendinde var olan “korunma melekelerini” (takvâ) harekete geçirmek ve Allah’a isyankâr olmamak için O’nun yardımını da talep ederek bu vesveselere iltifat etmemektir. Gâlibiyet için bu mücâhedede ısrar şarttır. Nefsin bu fısıltılarını güçlendirecek çevre şartlarından uzaklaşmak da kalp eğitimi adına bir zarurettir. Yine aynı şekilde kalbi doğrudan ya da dolaylı olarak vesveseleriyle etkilemeye çalışan şeytan ve askerlerine karşı da uyanık olmak gerekmektedir. Bundan korunmanın yegâne yolu da Allah’ı hatırlayıp ona sığınmaktır.

FAYDALI ÂMİLLERE YÖNELMEK

Kalbi zararlı amillerden koruma gayreti, eğitim süreci boyunca kesilmemesi gereken bir faaliyet olmakla birlikte kalp eğitimi adına yeterli sayılamaz. Zira eğitim, sadece hedeften uzaklaşmaya engel olmak değil, aynı zamanda kemâle doğru ilerleyerek gayeye yaklaşma ve hatta ulaşma ameliyesidir. Bu ise gayeye eriştirecek vasıtaların devreye girmesini gerektirecektir. Kalp eğitiminden maksat, onu, “fonksiyonlarını müspet yönde gereği gibi icra eder hâle getirmek ve neticede “selim” niteliğine eriştirmek” olduğuna göre yapılması gereken şey, bu hedefe hangi vasıtalarla ulaşılabileceğinin tespitidir.

Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’in gönüllere şifa olduğunu bildirerek bir anlamda selim kalbe ulaşmanın en güvenilir yolunu göstermiş olmaktadır:

“Ey insanlar! İşte size Rabbinizden bir öğüt, göğüslerin içinde olan (kalpler)e bir şifa ve inananlara bir yol gösterici ve rahmet gelmiştir.” (Yûnus, 10/57)

Kur’ân-ı Kerîm’in “şifa” oluşuna daha başka ayetlerde de işaret edilmiştir. Müfessirlerin bu ayete yönelik yorumu genellikle Kur’ân’ın “kalplerde bulunan inkâr, şirk, nifak ve şüphe gibi itikadi hastalıkları tedaviye yönelik bir şifa” olduğu şeklindedir. Kur’ân gönüllerde olan itikadi hastalıklara olduğu kadar, olumsuz duygu ve ahlaki yaralara da bir merhemdir. Hatta davranış ve amellerin kalple yakın ilişkisi ve ona etkisi düşünüldüğünde Kur’ân’da açıklanan ibadet ve muamelâta ait ayetlerin bile kalp için “şifa” olduğunu söyleyebiliriz. Hülâsa Kur’ân’ın tüm beyanları ve yönlendirmeleri, kalbi, “selim” hale getirecek birer reçete hükmünde olduğu için gönüllerin huzur ve inşirahı, gerçek anlamda ancak Kur’ân’la tahakkuk edebilecektir.

Kalbin hasta oluşunun esas sebebini, daha önce ilâhî bilgiden mahrumiyet olarak tespit etmiştik. İnkâr, nifak, şirk ve şüphe gibi itikadi hastalıklar olsun, Allah’tan başkasından korkmak, fânilere bel bağlamak, kin, hased ve kibir gibi menfi duygular olsun bütün bunların kaynağı sıhhatli bilgilenmeden yoksun kalmaktır. Nitekim bu durum birçok ayette açıkça vurgulanmıştır. Ancak unutmamak gerekir ki Kur’ân’a göre ilim, kuru bir bilgi demek değildir. Aksine kişiyi değiştiren ve geliştiren bir hususiyete sahiptir. “De ki Rabbim beni ilim bakımından artır.” (Tâhâ, 20/114) ayetinde bu hususa işaret vardır. Hatta ilimleri kendilerine fayda vermemiş kimseler, kitap taşıyan merkeplere benzetilmiştir. Bu itibarla Kur’ân’ın bilgi bakımından şifa oluşu, ancak gereğinin icrasıyla gerçekleşebilecektir. İşte ilmi bu anlamda kabul ettikten sonra diyebiliriz ki sebebi cehalet olan her çeşit “kalp hastalığımın çaresi; gönül kapılarının Kur’ân’a (İlâhî bilgiye) doğru açılmasıdır. Gerçekleri hatırlatıcı (zikr) olarak Allah tarafından indirilen bu ilâhi mesaja menfi bir yaklaşım sergilemek, gönlü daraltacak ve kişiyi tam bir strese sevk edecektir. Nitekim şu ayetler bu gerçeğe işaret etmektedir:

“Kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun dar ve sıkıntılı bir hayatı olacaktır. Kıyamet günü de onu kör olarak (yüce divana) süreriz. (Bunun üzerine o) Rabbim, der, niçin beni kör olarak haşrettin? Hâlbuki ben (dünyada iken) gören birisi idim. (Allah) buyurur ki: Nasıl sana ayetlerimiz geldiği zaman sen onları unuttuysan, bugün de sen öylece unutulursun.” (Tâhâ, 20/124-126)

“Allah’ın göğsünü İslâm’a açtığı kimse, Rabbinden bir nur üzerinde değil midir? Allah’ın zikrine karşı yürekleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun. Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.” (Zümer, 39/22)

Kur’ân-ı Kerîm, bilenlerle bilmeyenlerin müsavi olamayacaklarını belirterek cehaletin körlük olduğu üzerinde durur ve böylelerinin doğru yolu bulamayıp dalâlete düşeceklerine dikkat çeker. Bu bakımdan kalbin diriliğini gerçekleştirecek iman, marifet, haşyet, zikir, takva ve teslimiyet gibi müspet yönelişler, Kur’ân bilgisi sayesinde gerçekleşebileceği gibi kalbin münîb, selim ve mutmain olması da ancak Kur’ân ahkâmının yaşanmasıyla sağlanabilecektir. Bu sebeple kalbin gelişmesine yönelik amilleri, ilahî mesajlar sayısınca çoğaltmak mümkündür. Zira her bir mesajın içeriği, kalbin hastalıklı olan bir yönünü doğrudan ya da dolaylı olarak şifaya kavuşturmakta ve geliştirmektedir. Bu gerçeğe bu şekilde işaret ettikten sonra kalp eğitimi bakımından Kur’ân’ın işaret ettiği belli başlı amilleri kısaca açıklamanın faydalı olacağını düşünüyoruz.

Kur’ân-ı Kerîm, kalplerin ancak Allah’ın zikriyle mutmain olacağını bildirerek inananların hiçbir zaman Allah’tan gâfil olmamalarını ister. Hatta denilebilir ki, kalbin “selim” hale gelmesine yardımcı olması bakımından zikir (Allah’ı hatırlamak), en etkili amillerin başında gelmektedir. Konuyla ilgili çok sayıda ayet ve hadisten bahsetmek mümkündür. Kalbi müsbet yönde geliştirmek için en önemli amillerden biri de salih amellerdir. Kur’ân’ın yapılmasını istediği amelleri yerine getirmek, yapılmasını istemediği şeylerden de uzaklaşmak, kalbin fonksiyonlarını onarır ve geliştirir. Kötü amellerin kalbi karartmasına karşılık, iyi ameller onu nurlandırır. Kötü amellerin kalpte oluşturduğu siyah noktacıklar, tevbe ile temizlendikten sonra güzel duygu, amel ve vasıflarla kalp âdeta gıdalanır ve güçlenir. Nitekim orucun, takvayı gerçekleştirici bir etkisinin bulunması, sadakanın, kişinin manen temizlenmesine ve gelişmesine vesile olması, yetim başı okşamanın kalbi yumuşatması, güzel amellerin kalp eğitimi bakımından önemini vurgulamaktadır. Kur’ân’da takva sahiplerine “hakkı bâtıldan ayırma melekesi” “furkan”ın verileceğinin bildirilmesi de bu gerçeğin açık bir ifadesidir.

Netice olarak kalbin hastalıklardan arınması, ancak ilahî mesajların anlaşılıp gereğinin yerine getirilmesiyle sağlanabilecektir. İnsan, kıyamet gününde rüsvay olmamanın yegâne yolu olan “kalb-i selim”i elde etmek için Kur’ân zikrini hayatına nakşetmeli, “itmi’nân ve huzura erişmek için de “ihsan”  duygusu içinde sürekli Allah’ı anmalıdır. Bu ise sıhhatli bir çevre içinde gerçekleşebilecektir. Ancak kabul etmek gerekir ki pek çok kimsenin, zaman, zemin ve imkân bakımından Kur’ân’ı gereği gibi anlayıp tatbikine yönelik bilgilenme fırsatı olmayabilecektir. Böyleleri için en güzel çözüm, salih ve sadık kimselerle beraber olmak ve ilahî ahkâmı bilen ve yaşayan âlimlerin irşadına teslim olmaktır. Zira peygamberlik müessesesinin tamamlanmasından sonra ilâhî mesajı insanlara öğretme ve onları tezkiye etme vazifesi peygamberlere vâris olan âlimlere verilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber -sallallâhü aleyhi ve sellem- “Âlimler peygamberlerin vârisleridir.” buyurmuştur. 

Kalbin eğitimi bakımından zararlı amillerden sakınmak ve faydalı amillere yönelmek, önemli ve gerekli olmakla birlikte kalbin hak üzere sebatının esas amili Allah Teâlâ’dır. Onun izni ve tasarrufu olmadan hiçbir zarardan kaçınmak mümkün olamayacağı gibi faydalı bir amelde muvaffak olmak da mümkün değildir. Bu bakımdan nefsin tezkiyesi ve kalbin tasfiyesi de ancak O’nun lütuf ve merhametiyle sağlanabilecektir. Nitekim “Eğer size Allah’ın lütfu ve rahmeti olmasaydı, hiçbir kimse asla temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini arındırır. Allah işitir ve bilir.” (Nûr, 24/21) buyrulmuştur. Binâenaleyh kalp eğitiminde muvaffak olmak için sürekli Allah’a dua ve niyazda bulunmak gerekmektedir.

DUA

Sözlükte “çağırmak, seslenmek ve istemek” gibi manalara gelen “dua” kavramı, ıstılahta “Kulun bütün benliğiyle Allah’a yönelerek O’ndan hayır ve rahmet niyazında bulunması” şeklinde tarif edilmiştir. Dini duygunun en temel tezahürlerinden biri olan dua, esasen ihtiyaçlarını gereği gibi karşılayamayan ve tehlikelerden korunma bakımından da kendini zayıf ve yetersiz gören insanın, her şeye gücü yeten yüce bir kudrete duyduğu ihtiyacın tabiî bir sonucudur. Bu itibarla, hemen her dinde önemli bir ibadet şekli olmuştur. Hatta muayyen bir dine mensup olmasa bile her insanda yüce bir kudretin yardımına sığınma meyli fıtrî olarak mevcuttur. Nitekim Kur’ân bu gerçeğe işaret ederek sıkıntıya düşen insanların yaratıcıya olan yalvarışlarından sıkça bahseder. 

Yüce Allah “Ey insanlar! Hepiniz Allah’a muhtaçsınız” (Fâtır Sûresi 35/15), buyurarak insanın kendisine yönelmesinin zarurî olduğunu hatırlatır. Kur’ân her fırsatta yegâne güç ve kudret sahibinin Allah olduğunu, O’na rağmen ya da O’nun izni ve tevfîki dışında hiçbir varlığın hiçbir şeyi gerçekleştirme şansı bulunmadığını vurgular. Tüm nimetlerin kaynağının Allah olduğu ve her nevi zarar ve tehlikeden koruyacak olanın da ancak Zât-ı ulûhiyeti olduğu gerçeğine dikkat çekerek O’ndan başkasına yönelik yapılan dua ve ibadetlerin anlamsızlığını belirtir. Bu bakımdan iman edenlerin “Ancak sana kulluk eder ancak senden yardım dileriz.” (Fâtiha, 1/5) şuuruyla hareket etmelerini ister.

Kur’ân, duaya büyük bir önem verir. Birçok ayet ve surede âdeta dua öğretir. İnsanlara örnek olarak gösterilen peygamberlerin dua yüklü hayatlarını nazara verir. Hatta Hz. Peygamberden “Duanız olmasa Rabbim sizi ne yapsın.” (Furkân, 25/77) mesajını insanlara iletmesi istenir. Bu sebeple olacak ki Allah Resûlü -sallallâhü aleyhi ve sellem-; “Dua kulluğun/ibadetin özüdür.” buyurmuştur. Dua için yer ve zaman tayini yapılmamış ve böylelikle her zaman ve mekânda dua etme imkânının varlığı hissettirilmiştir. Bununla birlikte bazı zaman ve mekânların dua için daha elverişli olduğuna da işaret edilmiştir. Dua için aracı tanrılar edinmenin gereksizliği üzerinde durularak Allah Teâlâ’nın kullarına yakın olduğu, dua edenin duasına icabet edeceği açıkça bildirilmiştir.

Kur’ân ve sünnette öğretilen dualar, kullar için büyük bir nimettir. Zira ne isteyeceğini bilmek de dua kadar önemlidir. Nitekim Hz. Nûh’a -aleyhisselâm- yönelik şu ihtar dikkat çekicidir: “Ey Nûh! Bilmediğin bir şeyi benden isteme. Sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim.” (Hûd, 11/46)

Dua, sadece bir metnin okunma hâdisesi değildir. Bilakis insanın tüm benliğiyle Yüce Kudret’e yönelip ihtiyacını arz etme niyazıdır. Nitekim Allah Resûlünün -sallallâhü aleyhi ve sellem- “Kabul edileceğine inanarak Allah’a dua ediniz. Şunu bilin ki Allah, gafil bir kalple yapılan duayı kabul etmez.” (Tirmizi, Deavat, 65) sözü, bu hakikati beyan etmektedir. Duanın birçok edebi sayılmıştır. Haram ve helale dikkatli olmak, samimi olmak, Allah’a karşı saygı ve tazimde kusur etmemek bunlardan bazılarıdır. Duada takınılması gereken tavrı Kur’ân-ı Kerîm şöyle açıklar:

“Rabbinize yalvararak ve gizlice dua edin. Zira O haddi aşanları sevmez.” (A’râf, 7/55) Dua, küçüğün büyükten, âcizin kadirden hacet ve arzusunu talep ve istirhamı demek olduğundan fiil, hâl ve sözle yalvarmak, ihlâs ve ciddiyet, bir de istenilen şeyin, isteyen ve istenilen hakkında lâyık ve münasip olması gibi şartları taşımalıdır. Bunun için duada tazarru halinde bulunmamak, varlığa, pervasızlığa, bir nevi çalıma delâlet eder. Cüz’î bir saygısızlık etmek, dua haddinden emir veya iltimas haddine geçen bir tecavüz olduğu gibi duayı gizli (hafî) bir surette yapmamak, bağırıp çağırmak da hadd-i ihlâstan riyaya, hadd-i duadan şikâyet ve dâvaya geçen bir tecavüzü ihtiva eder. Binâenaleyh duada gizlilik (ihfâ) vacip değilse bile en azından menduptur. Sonra duada layık olmayan bir şey istemek, meselâ harika talep etmek, nübüvvet mertebesi istemek dahi duada tecavüz cümlesindendir.

Tüm ihtiyaç ve arzuların Allah’ın yardım ve tevfîkıyle gerçekleştiği göz önünde bulundurularak sebeplere tevessülün de fiilî bir dua olduğu ifade edilmiştir. 

“O’na ancak güzel kelimeler yükselir: Onu da salih amel yükseltir.” (Fâtır, 35/10) ayeti, fiilî dua ile kavli duanın birlikteliğinin gereğine işaret etmektedir. Esasen Elmalılı’nın da ifade ettiği gibi Hakk Teâlâ’nın tecelliyât-ı nimeti, her zaman böyle maddi ve manevi sebeplerin sırr-ı ictimaındadır. Sebeb-i manevî olan dua, sebeb-i maddînin ilhamına vesile olduğu gibi güzel maddî sebepler de manevî sebep olan dualara kapı aralamaktadır. Binâenaleyh sebeplerin olmaması kişiyi ümitsizliğe sevk etmemesi gerektiği gibi sebeplerin içtimaı da Allah’ı unutturacak bir güvene götürmemelidir. Ne dua bırakılmalı ne de sebeplere tevessül terk edilmelidir.

Kalp eğitimi bakımından, fiilî dua/sebep sayılabilecek; zararlı amillerden kaçınmak ve faydalı amillere yönelmek, ne kadar lüzumlu ise muvaffak olmak için kavli dua yani Allah’a tazarru ve niyazda bulunmak da o kadar önemlidir. Çeşitli etkenler sebebiyle halden hale çevrilen kalbin, hak üzere sebatı için, sürekli Allah’a yalvarmak ve O’nun yardımını talep etmek en güzel çaredir. Kalbin başlangıçta hidayette olması yeterli değildir. Hidayette kalmak ve hidayet üzere son nefesi vermek gerekmektedir. Nitekim müminlerin beş vakit namazda okudukları “Fâtiha Suresi”nde geçen “Bizi dosdoğru yola, kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna ilet (hidayet et)! Dalâlete düşenlerin ya da gazaba uğrayanların yoluna değil!” (Fâtiha, 1/6-7) duası manidardır. Kalbin hidayetten mahrumiyeti, dalâletle sonuçlanacağı için Yüce Yaratıcı kullarına şu duayı âdeta tavsiye etmektedir:

“Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalbimizi batıla kaydırma ve katından bize rahmet bağışla. Muhakkak lütfu en bol olan sensin.” (Âl-i İmrân, 3/8)

Hz. Aişe validemizin bildirdiğine göre Nebiy-yi ekrem -sallallâhü aleyhi ve sellem- geceleyin uyanır uyanmaz bu ayette öğretilen dua ile Rabbine yalvarırdı: “(Ey Allahım!) Senden başka ilah yok. Seni tesbih ederim. Ben nefsine zulmedenlerden biriyim. Allahım! Günahımın bağışlanmasını istiyorum. Rahmetini diliyorum. Rabbim, ilmimi artır! Bana hidayeti lütfettikten sonra kalbimi bâtıla kaydırma! Katından bana bir rahmet bağışla! Muhakkak lütfu en bol olan sensin.”

Kalbin hidayeti, Hakk’a bağlılığı ile doğru orantılıdır. Nitekim Kur’ân, Allah’a sarılan kimsenin, kopmayan sağlam bir ipe yapışmış olacağını ve sırât-ı müstakim üzere tutulacağını haber vermiştir. Bu gerçeği en iyi bilen ve yaşayan Allah Resülü -sallallâhü aleyhi ve sellem- sık sık: “Ey kalpleri evirip çeviren (Allahım)! Kalbimi dinin üzere sebat ettir.” şeklinde dua etmiştir. Hz. Peygamberin bu dualarını işiten Enes b. Mâlik: “Ey Allah’ın elçisi! Biz sana ve getirdiklerine iman ettik. Bizim için herhangi bir endişeniz var mı?” diye sorunca Allah Resûlü: “Evet. Gerçek şu ki kalpler Allah Teâlâ’nın iki parmağı arasındadır; onları istediği gibi evirip çevirir.” cevabını verir.

Kalp hastalıklarının izalesinde Allah’ın yardımına müracaat edilmesi gerektiği gibi faydalı amillere sarılmada da O’nun rahmet ve ihsanına talip olunmalıdır. Nitekim Kur’ân, gönüllerde olan kin ve düşmanlık gibi rahatsızlıkların dua ile giderilebileceğine şöyle işaret eder: 

“Onlardan sonra gelenler  (Rabblerine) şöyle yalvarırlar: Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Ey Rabbimiz! Sen şefkat sahibisin, rahmet kaynağısın!” (Haşr, 59/10)

Kalp eğitiminin esas gayesi olan “kalb-i selim”e vasıl olabilmek ancak Yüce Rabbin lütfuyla gerçekleşebilecektir. Nitekim Rabbine selim bir kalp sunmaya muvaffak kılınan Hz. İbrahim  -aleyhisselam-, gizliliklerin açığa çıkacağı mahşer gününde mahcup olmamak için ince bir üslupla Rabbinden “kalb-i selim” talebini şöyle dile getirmiştir:

“(Rabbim!) Malın ve evlâdın fayda vermediği, ancak Allah’a “kalb-i selim” getirenlerin fayda göreceği o diriliş gününde, beni mahcup etme.” (Şuarâ, 26/87-89)

Hz. Peygamber -sallallâhu aleyi ve sellem- de büyük babası Hz. İbrahim gibi Rabbinden aynı şeyi istemiştir:

“Allahım! Senden doğru söyleyen bir dil ve selim bir kalp isterim.” (Tirmizî, De’avât, 23)