İslam'dan Amaç Güzel Ahlaktır / Şenel İlhan Beyefendi'nin Sohbetinden

Bütün müminlerin birinci derecede hedefi şüphesiz Kur’ân ahlakıyla ahlaklanmak olmalı. Bu konudaki örnek şahsiyet ise şüphesiz Kur’ân’ın yüce beyanıyla “üsvetun hasenetun (güzel bir örnek)” (Ahzab, 33/21) iltifatına mazhar olan Efendimiz’dir (sav). Hazreti Peygamber’e (sav) benzemek ise tabi ki O’nun (sav) sünnetlerini bizatihi yaşamak demektir. Ama Müslümanlar üzerindeki tespitim şu ki; Hazreti Peygamber’in sünnetini yaşamak deyince akıllarına gelen; sakal, sarık, cübbe, misvak vs gibi zahire yani vitrine yönelik detaylardır. Veya bir ilerisi, bunlara teheccüd, evvabin, işrak, kuşluk gibi nafile namazları da ilave edenlerdir. Efendimiz’in (sav) tüm sünnetleri kıymetlidir; elbette gücümüz oranında hepsini yapmamız gerekir.  Ama Kur’ân-ı Kerîm’de Rasulullah’a (sav) hitaben: “Sen en yüce bir ahlâk üzeresin.” (Kalem, 68/4) buyrulması ve Hz. Peygamber’in kendisinin de; “Ben ahlâkî prensipleri tamamlamak üzere gönderildim.” (İbni Hanbel, Müsned, II, 381) “Mîzana konan ameller arasında güzel ahlâktan daha ağır gelecek hiçbir şey yoktur. İnsan güzel ahlâkı sayesinde, oruç tutup namaz kılan kimseler derecesine yükselir.” (Tirmizî, Birr, 62 ) “Müminlerin iman açısından en mükemmel olanı, ahlâkı en iyi olanıdır.” (Buhârî, Edeb, 39) buyurması gibi uyarıları gösteriyor ki, imandan sonra İslam’ın en önemli rüknü, güzel ahlak üzerinde çalışmak ve bu konuda derinleşip incelmektir. Maalesef bu mevzudaki çok çarpıcı ayet ve hadis-i şerifleri görmezden gelerek, zahirde furuattan sayılabilecek şeyleri en önemli sünnetler gibi ortaya koymak, sahabeden sonra gelen nesillerin önemli bir yanılgı ve hastalığı olmuştur. Bu nedenle İmam-ı Gazali gibi gerçek âlimler güzel ahlak üzerinde çok durmuşlar ve kendi zamanları için; “Bu zamanda güzel ahlakı elde etmeye çalışan kalmadı. Şimdi bu konuda sohbet eden âlimin yüzüne bakmak bile en büyük ibadettir.” demek durumunda kalmışlardır. Evet, güzel ahlak olmadan Müslümanlık olmaz. Biz bu konuda hep güzel ahlak diyeceğiz ve bunu hep anlatacağız. Böyle yapmazsak, Kur’ân’a, daha çok ahlakı değil de sanki dış görünüşü düzenlemek için nazil olmuş gibi bakan ve öyle de yaşamaya çalışan Müslümanların düştüğü yanılgı veya hataya bizler de düşmüş oluruz ki bu yaklaşım çok büyük şuursuzluk ve kolaycılıktır. Maalesef ortalık; mektep-medrese gördüm diye ilmini, akademik kariyerim var diye kariyerini, ibadetim çok diye ibadetini çevresine dayatan, ahlaki erdem ve inceliklerden yoksun, yani riya, gurur, kibir gibi marazi duygulardan ve ihlâstan bihaber âlimlerden geçilmiyor. Tuzun bile koktuğu bir zamanda yaşıyoruz; bu sebeple bu konuda bizlere çok iş düşüyor.

Sünnet Deyince Ne Anlıyoruz?

Baştan aşağı güzel ahlakı tanımlamak ve tamamlamak için gelmiş olan İslam’ı, yalnız zahiri süslemeye indirgemek yukarıda dediğimiz gibi şuursuzluk ve kolaycılıktır. Sünnet deyince öncelikli olarak anlaşılması gereken de Efendimiz’in güzel ahlakı olmalı.

Yunus Emre bu konuyu şu dizede ne güzel özetlemiş: “Dervişlik olsaydı tâc ile hırka/Biz dahi alırdık otuza kırka.” Evet, meselenin özünün güzel ahlak olduğunu kavramak ve her şeyden fazla güzel ahlaka yoğunlaşmak gerekir. Güzel ahlakın temelinde ise Allah’a, Peygamber’e ve insanlara duyulan sevgi yatar. Allah’a duyulacak sevginin en kısa yolu ise duygusal yakınlıktır. Bu konunun üzerinde önemine binaen çok duruyoruz. Rabbi ile duygusal bir bağ kuramayan ve Rabbi’ne yeteri derecede sevgi duyamayan müminlerin önce bu meseleyi çözüme kavuşturmaları gerekir. Zira Hazreti Peygamber’in (sav) en önemli sünneti Rabbi’ne duyduğu aşk derecede sevgisidir. Allah sevgisi tüm sevgilere baskın hale gelmeden Hazreti Peygamber’in (sav) en önemli sünneti ve ibadetlerin kabulünün olmazsa olmaz şartı olan ihlâs da kâmilen elde edilemez. Bu sebeple, nafile namazlara sünnet diye dikkat ettikleri, bu konuda çok gayretli oldukları halde; insanları sevmede, onlara acıma, merhamet ve yardımda, tevazuda, tevekkülde, cömertlikte, hoşgörüde, ihlâsta samimiyette, Hazreti Peygamber’i unutan insanların sünnet anlayışlarına şaşarım. Tamam, sünnet olarak teheccüdü kaçırma ama sevgi, şefkat merhamet, cömertlik, tevazu, ihlâs gibi en önemli sünnetler senin aklında ve gündeminde yoksa sen hangi sünnetten bahsediyorsun? Mesela, küçükleri sevip başını okşamak, hastaları arayıp sormak, herkese güler yüz göstermek, fakirlere ve düşkünlere yardımcı olmak, işi ehline vermek, aşırılık ve gösterişten kaçınmak, adaletten ayrılmamak gibi ahlaklar da O’nun sünneti değil mi? Hazreti Peygamber’e benzemeyi sadece kıyafet ve şekilde benzemek mi sanıyorsun? Şunu hatırlatalım ki; nafile namaz ve oruçları kaçırmadığı için ibadetlerine veya mektep-medrese gördüm diye ilmine güvenerek ucublu ucublu dolaşıp çevresine ego dayatanlar, yani İslam’ı, egosunun tatmini için kullanmak bayağılığına düştüğünün farkında bile olmayacak kadar ahlaki mevzulardan habersiz olanlar bilsinler ki, bu halde iken Efendimiz’in (sav) sünnetini yaşıyorum iddiaları boş bir iddiadır. Bu haller Rabbimiz’i memnun etmez ancak gazaplandırır, bilmek gerekir.

Güzel Ahlak Dengeli Olandır

Benim ahlâkım Hazreti Peygamber’e (sav) çok benziyor; tevazu bilinme adına bu konuda gerçekleri saklamayacağım. Sebebine gelince, elhamdülillah benim bütün ahlâklarımda bir denge hali mevcuttur. Buna çok dikkat ederim. Güzel ahlâkta bu ifrat-tefrit arasındaki orta yol Hz. Peygamber’in ahlâkıydı.

Mesela merhametli bir insanı ele alalım. Hazreti Peygamber çok merhametliydi. Kur’an bunu özellikle belirtiyor: “O, Raûf ve Rahîm bir peygamberdi. Mahlûkata karşı derin bir sevgi, şefkat ve merhamet hisleri ile doluydu.” (Tevbe, 9/128) Evet, Peygamberimiz, kendi şahsına karşı yapılan kusur ve kabahatlerde son derece affediciydi. Bağışlamasının bu konuda neredeyse sınırı yoktu. Ama Allah’a (c.c) ve O’nun dinine yapılan saldırılarda öyle hiddetlenirdi ki hiddetinden alnında bir damar belirirdi. İnsanlar bu halinden dolayı korkar, paniklerdi. Dostlarının gönlüne sevgi, huzur, güven, dağıtan Hz. Peygamber; düşmanın kalbine de korku salardı. Demek ki güzel ahlâk, her zaman affedici ve bağışlayıcı olmak anlamına gelmiyor.

Benim merhametim de elhamdülillah Resulullah’ın (sav) merhametine çok benziyor. Benim de içimde Allah’ın (c.c) yarattığı her mahlûka, kâfire, en büyük günahkâra bile çok büyük merhamet, acıma, sevgi, şefkat hisleri vardır. Onların acıklı hallerini düşünür, üzüntüden mahvolurum. Ama onların dine, imana saldırı ve taarruzlarına da öyle bir öfke, öyle bir hiddet beni sarar ki o zaman benden korksunlar. Gerekirse vallahi King Konglar ordusuna tek başıma saldırırım, içime korku gelmez. O sebeple bir taraftan bütün insanlara karşı böyle merhamet dolu iken, merhametimin hemen yanında böyle bir duygum da hazır bekler.

Şimdi bir adam, bir lider düşünün… Güya merhametli, sevgi dolu oluyor, herkesi seviyor, herkesi kucaklıyor,  hoşgörüsünün sevgisinin sınırı yok. Müslüman’a düşmanlık edeni, Allah’ın (c.c.) dinine en büyük hıyaneti yapanı da diğer günahlar cephesine, yani kendine karşı yapılan zulümler yerine koyuyor ve sonuçta hiç kızmıyor, öfkelenmiyor, her zaman hoşgörü adı altında seviyor, bağışlıyor. Sonra da bununla, Hazreti Peygamber’e ahlâken benzediğini düşünüyor; ona benzediğini sanıyor. Böyle bir şey mümkün mü?

Cömertliğe gelelim. Ben çok cömert bir insanım. Bu bende yaratılıştan gelen bir ahlâktır. Rabbim’e bu konuda çok şükrederim. Benim cömertliğim dostumun da düşmanımın da kabul ettiği bir ahlâkımdır. Yardıma ihtiyacı olan adama acırım. Dostummuş, düşmanımmış fark etmez; şahsi anlamda imkânım ölçüsünde veririm. Bütün bu cömertliğim israf noktasına gelince işler değişir. Allahu Teâlâ’nın Kur’ân’da “sevmem” dediği günahlar azdır. Onlardan birisi de israftır. Kur’an’da Arâf suresi 31. ayette “...Allah (c.c.) israf edenleri sevmez.” buyrulur. İsra suresi 27. ayette de “İsraf edenler, saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir...” buyrulmuştur. O sebeple bence cömertlik ahlâkından daha önemlisi, israf etmemektir. Ben de israfa çok dikkat ederim.

Sevgi ahlâkı da öyledir, dengeli olması gerekir. Sevgi konusunda çok hassasımdır. Sevgimi öyle herkese, her şeye bedava dağıtmam; böyle lüksüm yoktur. Kimi, niçin, ne kadar sevdiğimizden sorumluyuzdur. Allah’ın (c.c.) bütün kullarını, yarattığı varlıklar olarak değerlendirip genel olarak seversin, sevmen gerekir. İnsanları severken de her şeyden önce onların zâtını, insan oluşlarını seversin, değer verirsin. Ahlâk ve fiillerinde ise Kur’an ahlâkına uygun olanlarını sever, diğerlerini sevmezsin. Layık olanı sevmek en büyük ibadet olduğu gibi, hak etmeyeni sevmemek de o derece önemli ibadettir. Cömertliğe benzer. Layık olmayana sevgini saçmak, israf gibi tehlikelidir. Elhamdülillah ben bu konularda çok iyiyimdir. Kimi ne kadar sevmem gerektiğini çok iyi ayarlarım. Sevgi, saygı ve güven konusunda hak edene hepsini veririm… Güvenmek de önemli bir duygu. Ben herkese belirli ölçülerde güvenirim. Sevdiğim ve güvendiğim insanların bana göre gönlümde uzaktan yakına mesafeleri vardır. Çaktırmadan herkesi kendi yerine koyar, sonra bana yaklaşmak isteyenleri, o gayreti gösterenleri, layık olmalarına göre her zaman gözden geçirir ve yerlerini değiştiririm. Bazılarını da incitmeden uzaklaştırırım. Bunlar bana göre çocuk oyuncağı denilecek işlerdendir, kolaylıkla yaparım.

İşte bir insan, “Benim ahlâkım Hazreti Peygamber’e benziyor.” derken böyle iyi düşünmeli. Sadece hep veren, yalnızca cömert olan, her şeye rağmen seven ve merhamet eden insan, “Hazreti Peygamber’in ahlâkı bende var.” demesin… Bu ahlâk Budist ahlâkıdır. Budist ahlâkı İslam’da olmaz. Budist rahiplerinin yaptığı gibi tevazu olunmaz. 

Tevazu için de bu söylediklerim geçerli. Kimseyi küçük görmem. Her sınıftan insanı; çocuk, deli, yaşlı, herkesi muhatap alır, küçük görmeden onların seviyesine inerek onlarla konuşur, onlara sohbet ederim. Allah (c.c) “Hamam böceklerine sohbet et.” dese onlarla bile ciddi ciddi konuşurum; yani onlara tebliğ mümkün olsa yaparım. Ama bu tevazumun yanında vakarımdan da asla taviz vermem. Şahsiyetimden, izzet-i nefs duygumdan asla taviz vermem. Saygısızlığı asla affetmem. Benim izzet-i nefs duygum çok güçlüdür. Yakınlarıma, eşime, çocuklarıma karşı çok şakacıyımdır, latife yapmayı ve güldürmeyi severim. Onların bana şaka yollu takılmalarına müsaade ederim. Ama bu, saygı sınırlarını aşıp izzet-i nefs duyguma zarar verecek olursa iş orada biter. Birden sertleşirim ki sizler de böyle olun; izzet-i nefs duygunuzu her zaman koruyun. Asla bu duygudan taviz vermeyin. İşte bütün ahlâkları böyle değerlendirmek suretiyle bir insan “Benim ahlâkım Hazreti Peygamber’e benziyor.” derse ona hak veririm.

İslam’da Tebliğin Önemli Prensipleri  

Hz. Peygamber’in “Ahlâkınızı güzelleştiriniz.” “Allah’ın ve Rasulü’nün ahlâkı ile ahlâklanınız.” diye tavsiyelerde bulunması, Müslüman’ın bir ömür bu uğurda mücadeleyi bırakmaması gerektiğine dair önemli uyarılardır. İslam’da Emri Bi’l-Ma’ruf ve Nehyi Ani’l-Münker prensibi de insanların ahlâkını daima iyiye doğru yönlendirmek içindir. Bizler, insanlara tebliği ve Emri Bi’l-Ma’ruf ve Nehyi Ani’l-Münker yapmayı hayatımıza düstur edinmiş insanlarız. Her gün bu görevi yapan kardeşlerime tavsiyem, şu prensipleri kendilerine her zaman yol gösterici rehber edinmeleridir.

1- Karşılıksız Saygı:

Tebliğ yapan kişiler, tebliği ulaştırdıkları kişilere saygı duyduklarını göstermeli ve bunu hissettirmeliler. Zira saygı göstermezsen, saygı göremezsin. Saygı göremezsen muhatabında olumlu izler bırakamaz, onu etkileyemezsin. Bizim karşıdan saygı görmek gibi bir beklentimiz de amacımız da asla olmamalı. Amacımız, insanların doğru yolu bulmaları veya hidayete ulaşmaları. Biz bir vesile olmaya çalışacağız. Bu arada eğer karşıdaki kişiden saygı görüyorsak muhatabımızda olumlu izler bırakmışız, doğru yoldayız demektir. Her şeye rağmen bizim karşıdan saygı görmek gibi bir beklentimiz olmayacak. Bu beklentilere girmek hem ihlâsımıza zarar verebilir hem de mücadelemizde gevşeklik meydana getirebilir.

2- Karşılıksız Sevgi:

Tebliğ için olmazsa olmazlardan birisi de sevgi ve şefkat hisleri ile dolu olmaktır. Bu duygular bir aracın yakıtı gibidir. Araç nasıl yakıtsız gitmezse insanlar da bu duyguların yardımı olmadan bu işi sürdüremezler. Tebliğde insanları karşılık beklemeden sevmek ve bu sevgiyi onlara hissettirmek önemlidir. İki türlü sohbet vardır: akıllara sohbet ve gönüllere sohbet. Akla sohbet; felsefe gibi bir şeydir, kalıcı değildir. Gönüllere sohbet kalıcıdır ve önce gönül kazanmakla olur. Sevmek ve sevilmek gönle giden yolun kapısıdır. Bizler yine insanları karşılık beklemeden sevecek ve sevgimizi göstereceğiz. 

3- Doğru İlgi:

Muhatabımızla ilgilenirken onun bütün sıkıntılarını, dertlerini, içinden çıkamadığı sorunlarını samimi olarak hem anlamaya hem de elimizden geldiğince bu sorunlarını aşması için yardımcı olmaya çalışmalıyız. Onu dinlerken bütün dikkatimizi ona yöneltmeli, derdiyle dertlenmeyi ve samimi olarak yardımcı olmayı istediğimizi karşımızdakine hissettirmeliyiz. İhtiyaçlarını iyi tespit edip önce ihtiyacı olan (bilgi, ilgi vs. gibi) konulardan yardıma çalışmalıyız. 

4- Sıfır Beklenti:

Tebliğde öncelikli amaç Allah’ın (c.c.) rızasını kazanmak olmalı. Tebliğ yaparken Allah’ın (c.c.) en sevdiği işi yaptığımızı düşünmeli, bununla mutlu olmalıyız. Başarılı olmayı istemeli, arzulamalı, bunun için azami performans göstermeliyiz ama mutlaka başaracağım dememeliyiz. Yüce Rabbimiz’in, Efendimiz’in (sav) şahsında tüm ümmete olan “Sen istediğine hidayet edemezsin...” (Kasas, 28/56) hatırlatmasını aklımızdan çıkartmamalı, kendimizi başarısız sanmanın düşürebileceği gevşeklik ve ümitsizlikten kaçınmalıyız. Hâlbuki biz her halükârda isteğimize ulaşmışız. Rabbimiz’in rızası yolunda çalışmışız. Evet, sonuç bizim için Rabbimiz’in takdirine kalmalı. Bu anlamda sıfır beklenti içinde olmalıyız. 

5- Sabır: 

Kur’ân’da Yüce Rabbimiz; Lokman’ın (as) lisanı ile bizlere şu tavsiyeyi yapmakta: Lokman (as) oğluna dedi ki: “Yavrum! Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten alıkoy. Başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir.” (Lokman, 31/17) 

Bu ve buna benzer sayısız ayet ve hadislerin ışığında anlıyoruz ki sabır ahlâkı her zaman bizim can yoldaşımız olmalı. Çünkü tebliğ görevi en zorlu bir iştir. Bunun, sabrı ve azmi gerektiren bir ibadet olduğunu bizzat Rabbimiz yüce kitabında haber vermektedir. Sonuçta unutulmamalı ki zafere ulaşanlar hep sabredenler olmuştur.