Günah İşlemek, Allah'a Rağmen Varlık Ortaya Koymaktır / Şenel İlhan Beyefendi'nin Sohbetinden

İlim İrfan ve Hikmet Ehli Şenel İlhan Beyefendi'nin Sohbetinden

Bizim isteklerimiz, Rabbimiz’in isteklerinin önüne geçmesin; bu konuda duyarlı ve gayretli olalım. Ben merkezli, kendi merkezli yaşayan insanlar, Allah ile olan ilişkilerinde de hep kendi isteklerini öncelerler. İnsanın şartları ne olursa olsun aldırmadan, Allah’ın isteklerini hep öne almaya çalışmalıdır. Niye bu böyle, niye şu şöyle demeden Allah’a teslim olalım. Bu konuda irademiz ikide bir devreye girmesin. Yani Allah’a rağmen kendi varlığımızı ortaya koyuyoruz. Allah’ın isteklerinin yanında bizim isteklerimiz nasıl var oluyor? Ben günahları da böyle düşünerek kolayca terk ettim. Günah işlemek, “Allah var ben de varım.” diyerek, aslında Allah’ın istemediği ve yasakladığı bir şeyi O’na rağmen istemek ve yapmak, dolayısıyla da Allah’a rağmen bir varlık ortaya koymaktır.                      Bu anlamda bütün günahlarda Allah’a karşı böyle bir kibir, benlik ve varlık hali söz konusudur. Bu nedenle günahlardan kaçarken ve tevbe ederken, içine düştüğümüz bu negatif duruşu da göz önünde bulundurmamız gerekir. Yani günaha düşen bir müminin ayrıca; “Ey Rabbim! Bu günahla asla sana karşı bir varlık ortaya koymayı düşünmedim, hâşâ, böyle bir kibir halinden sana sığınırım; ama nefsim veya gaflet halim beni bu işe sürükledi.” diye bu kibir kokan tavır için ayrıca tevbe etmesi ve özür dilemesi gerekir. 

Evet, Allah’a isyan, Allah’a rağmen varlık ortaya koymak olunca elbette en büyük bencillik de bu olur. Benim en sevmediğim adamlar bencil adamlardır. Çünkü bencil olan kişide güzel ahlakın olması mümkün değildir. Güzel ahlakın oluşumu; sencil olmak, başkalarını kendine tercih etmekle başlar. İnsanlarla olan ilişkilerinde fedakâr olabilen, Allah ile olan ilişkilerinde de sencil olmayı kolay başarır. Allah ile olan ilişkilerde sencil olmanın bir adı teslimiyettir ki zaten bu da kulluğun diğer adıdır. 

Şeytanı kovduran ve lanete uğratan da Allah’a rağmen varlık ortaya koyması değil miydi? Allah “Adem’e secde et.” dedi, o kabul etmedi. Çünkü şeytan aslında kendine tapıyor, kendini ululamak için ibadet yapıyordu. Böylelikle kendi egosunu ve nefsini büyüttü, çünkü bencildi. Bencilliğinin altında da sevgisizliği vardı. Sadece kendini seviyor, narsist mantıkla ben diyordu. Bu sebeple imtihan edildiğinde gerçekler açığa çıkmış oldu. Yani bencil olan yönüyle şeytan, Allah’a teslim olamamış, “Sen ne dersen odur ya Rabbi!” diyememiş, “ben” diyerek Adem’e olan secde emrini yerine getirememişti. Mevzu Allah rızası ise kendi egonu dahi iptal edeceksin. Ku’rân’da anlatılan bu olaylar bizlere örnektir. Kendi iradeni Allah’a teslim edeceksin ve her şey imtihan formatında yaratıldığı için başına gelen sıkıntılara karşı, ”İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” demeyi bileceksin... Yani Allah’tan geldik Allah’a döneceğiz diyeceksin. Üç günlük dünyada kendi nefsî isteklerinin peşinde koşarken ahiretini perişan etmeyeceksin. Dua ederken dahi isteklerimiz, Allah’ın istekleri ile paralellik arz etmeli. Böyle dua etmeliyiz. Bunların en kestirme yolu dürüst olmaktan geçiyor. Kısaca Allah ile olan ilişkilerimizde, Allah neyi istiyor ben de onu istiyor ahlakı ve psikolojisi içerisinde olmamız lazımdır. Okuduğumuz ilim, yaptığımız ibadetler bizi gurura sevk ediyor ve Allah’ın isteklerinin önüne geçiriyorsa dikkat etmek lazımdır.

Günahlardan kaçmanın önemli bir ilacı sevgidir, yani Allah sevgisi… Günah işleyen bir mümin, ben bu davranışlarımla Allah’ı incittim psikolojisine girerse o zaman “Rabbim’e ben bunu nasıl yaparım?” diyecektir.  Allah sevgisini elde etmenin ilacı Allah’ı çokça zikirdir ve kestirme yolu da salihlerle, Allah’ı sevenlerle beraber olmaktır. Allah (cc) “Eğer size yasaklanan (günah)ların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere koyarız.” (Nisâ, 4/31) buyuruyor. Evet, burada Allah’ın bir rahmeti söz konusu. Küçük günahlardan kaçınmanın zorluğu ile bu konuda ciddi bir merhamet ve bağışlama var. Ama hedefi büyük olan müminlerin küçük günahlardan da kaçınması gerekir. Nitekim ”Mü’min erkeklere ve kadınlara söyle gözlerini haramdan sakınsınlar.” (Nûr, 24/30-31) ayeti küçük günahlardan da kaçmamızı istiyor. Zira bu sadece göz zinası meselesi değil, bunun psikolojik boyutu da var. Mümin “Allah’a rağmen ben bunu nasıl yaparım?” demeli. “Bunu yaparsam teslimiyet nerede, sencillik nerede, Allah’ın istekleri nerede” demeli… 

Ayrıca şunu unutmamak lazım ki, günahlardan kaçınmak, sadece ahirette değil bu dünyada huzurlu olmak için de lazımdır. Günahlar nedeniyle kalbi kararan ve zulmet alan kişilerin yüzlerinde de bu günahların izlerini ve karanlığını görmek mümkündür. Günahların karanlığı kalplerinde iken, gerçek bir huzur ve mutluluğun tadına da bu kişiler asla varamazlar. Yine kalp gözünün açılmasının önündeki engel de günahlardır. Gavs-ı Bilvanisi Hazretleri “Hiç ummadığınız günahlar bile adamı Allah yolundan alıkoyar.” demiştir.

Sabır, Allah’tan Yana Tavır Koymaktır

Allah (cc) Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 2/155) 

“Andolsun, içinizden, cihad edenleri ve sabredenleri belirleyinceye ve durumlarınızı ortaya koyuncaya kadar sizi deneyeceğiz.” (Muhammed, 47/31)  

Bu ve buna benzer birçok Ku’rân ayetinde açıkça görülüyor ki Allahu Teâlâ insanları, bu dünya hayatında çeşitli sıkıntılara, belalara uğratarak imtihan ediyor. İmtihandan maksat ise insanın gelişimi ve terakkisidir ki bununla ilgili bir hayli ayet ve hadis de var. O zaman, ayet ve hadislerin açık beyanlarıyla; eğitim, gelişme ve terakki için dünyaya gelmiş olan insanoğluna bu imtihan âleminde en çok lazım olan ahlak, şüphesiz ki sabır ahlakıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz’e (sav) “İman nedir?” diye sorulduğunda “Sabırdır.” buyurmuşlar. (Deylemi) Yine Efendimiz (sav) “İbadetin başı sabırdır.” (Hâkim), “Sabrın imandaki yeri, başın vücuttaki yeri gibidir.” (Deylemi) buyurarak sabrın Müslüman’ın hayatında ne kadar önemli bir yer tuttuğunu ifade etmişler. Demek ki İslam’ın içinden sabrı çekip alırsan geriye bir şey kalmıyor. 

“Müminlerin iman açısından en mükemmel olanı, ahlakı en iyi olanıdır.” (Buhari) hadisine göre ise din, güzel ahlaktan başka bir şey değil. Güzel ahlakların başı ise sabırdır. Hatta güzel ahlakların tamamı, sabrın değişik adlar almasından başka bir şey değildir. Mesela, günahlara karşı sabrın adı takva, cimrilikten kurtulmak için gösterilen sabrın adı cömertlik… Zinadan kaçınmak için gösterilen sabır iffet, başa gelen her türlü sıkıntı, bela ve musibetlere sabrın adı rıza… Öfkeyi yenmenin adı hilm… Evet, sabır, bir şehrin ana yollarına benziyor. Şehrin trafiğinin yükünü o çekiyor, diğer ahlaklar ise tali yollar gibi. O sebeple, sabır nedir ne değildir iyi öğrenmeli ve niçin sabretmeliyiz mantığını iyi kavramalıyız. 

Sabır; nefsi bağlamak, akıl ile duyguları kontrol altında tutmak, duygular devreye girince aklın kontrolü kaybetmemesi demek… Eğer anlayabilirse bu tarif ateiste de yetecek bir ders içerir. Çünkü insanların hayatında duygulara aklıyla hâkim olabilmek çok önemlidir. Ve bu anlamda sabır herkese lazım bir ahlaktır. Eğer Müslüman isen bu tarifin içine aklın yanına dinin emirlerini de eklersin. O zaman sabır; duyguların her türlüsüne karşı sabretmek, akla ve İslam’a göre yaşamak demek olur. 

Sabretmek aktif bir süreçtir. Sabır mazoşistlik değil, haktan yana tavır koymaktır. “Allahım, bunu sen istedin, ben de senin istediğini istiyorum!” demektir. İnsana isabet eden bir eza, bir cefa, bir bela veya hastalığa şikâyet etmeden katlanmanın yanında, meşru daire içinde o sıkıntıları aşmak, onlardan kurtulmak için mücadele etmek de sabrın tanımı içindedir. Örnek verecek olursak; hastalanan kişinin hastalığının acılarına katlanması, şikâyet etmemesi sabırdır ama tedavisi için çare araması da gerekir. 

Mesela, bir beldeyi düşman istila etse ve oradaki Müslümanlara her türlü işkenceyi, eza ve cefayı reva görse; bir taraftan düşmanın eza ve cefasına katlanırken, bir taraftan da bu belanın savuşturulması için her türlü çareye başvurmak sabırdır. Yoksa sabretmek; zillete razı olmak, tecavüzlere, insan şerefini ayaklar altına alan saldırılara katlanmak demek değildir. Böyle durumlardan razı olmamalı ve bunlarla mücadele etmelidir. İnsanın kendi gücü ve iradesiyle üstesinden gelebileceği kötülüklere katlanması, yine çalışarak karşılayabileceği ihtiyaçlarını yalnız Allah’a havale etmesi sabır değil, acizlik ve tembelliktir. Resulullah (sav); “Ya Rabbi! Acizlikten ve tembellikten sana sığınırım.” diye dua etmiştir. (Buhari)

Sabır ahlakı; ibadetleri yapmak için sabır, günahlardan kaçmak için sabır, bela ve musibetlere karşı sabır olmak üzere üç şekilde mütalaa edilir. Musibetlere sabırdan maksat, Allah’tan yana tavır koyma bilincinin sende yerleşmesidir. Bu anlamda bela ve musibetler, kulda Allah’tan yana tavır koyma bilincini geliştirmek gibi hayırlı bir maksada hizmet ederler. “Sabrediniz.” emrinin manası da budur. Sabredince niye sevap alıyorsunuz? “Başınıza gelenleri benden biliyorsunuz ve buna rağmen benim dostluğumu tercih ediyorsunuz.” anlamına geldiği için… Yani aslında sabırla, Allah’ı çok sevdiğimizi gösteriyoruz. Çünkü sabır, imanın pratiğe dökülmüş halidir ve Allah’ın iradesine teslimiyettir.

Sabrın doruk noktası sabr-ı cemil’dir. Güzel sabır anlamında peygamberlerin makamıdır. Müminler için ise bir hâldir. Sabr-ı cemil sahibi kişinin hâli şöyledir: Mesela o kişi çok sevdiği bir yakınını kaybetse, bu acı şoku ve duygu yoğunluğu karşısında hemen ilk tepkisi şöyle olur: “Allahım, sen böyle istedin, ben de senin istediğini istiyorum!” Sonra da büyük bir sabır örneği sergileyerek içindeki acısını çevresine yansıtmaz. Rutin olarak yaptığı işlerini yine yapmaya devam eder. Hanımına, çocuklarına farklı davranmaz. Komşusuna selam verir. Yemeğini yer, namazlarında huşûsuna dikkat eder, o gün hiçbir işinde diğer günlerinden farklı değildir ve kendine yapılan yanlışlara da farklı tepki vermez. “Bugün benim acım var; bana dokunmayın, üzerime gelmeyin…” demez. Yani, kan kussa da kızılcık şerbeti içtim der. Dolayısıyla sabr-ı cemil; bir insanın başına gelebilecek olan her türlü hastalık, ölüm, acı, üzüntü, sıkıntı gibi zor koşullarda aklının başında olması, duyguların onu yıkmasına ve rutin işlerini engellemesine karşı irade ortaya koyarak acıya, üzüntüye teslim olmaması hâlidir. Bir adam düşünün ki o an, içinden büyük bir acı yaşıyor, ama o acıya rağmen dışarıya hiçbir şey aksettirmiyor ve yapması gereken görevlerini yapıyor. İşte o kişi tutkuların tutsağı olmayan şahsiyetli bir adamdır. Evet, duygulara yenilmemekten büyük ahlak yoktur. Üzüntülerin insanı yönetmesi ise bir bakıma deliliktir. Zihnin üç işlevi vardır: akıl, irade, tutku. İnsanda akıl ve irade her zaman ön planda olmalı. İnsan üzüntüye teslim olmadığı gibi tutkuların da esiri olmamalı. Bu konuda sabır ona en büyük yardımcıdır. Mesela, herhangi bir kadına veya herhangi bir günah işe tutsaklık derecesinde bağlanarak aklı ve iradeyi iptal etmek çok kötü, hastalıklı bir durumdur. 

Dışarıya keder aksetmezken içerden üzüntünün yaşanması, gözlerin yaşarması, ağlamak gibi duygu boşalmaları sabr-ı cemil’e engel değildir. Hazreti Peygamber (sav) oğlu İbrahim’in ölümünde ağladı ve şöyle söyledi: “Bu iş bir Emr-i Hakk olmasaydı, vade tamam olmuş bulunmasaydı, sonra gelenler evvel gelenlere katışmaya mahkûm olmasaydı, senin ölümüne daha çok mahzun olurduk yavrum.” Bir müddet derin bir sükût hüküm sürdü. Sonra şunları dedi: “Göz yaşarır, kalp mahzun olur. Allah’ın rızasına uygun olandan başka bir söz söyleyemeyiz. Ey İbrahim! Seni kaybetme yüzünden derin bir hüzün içindeyiz.” Yanındakiler Hazreti Peygamber’in ağladığını görünce bundan kendilerini nehyettiğini hatırlattılar. Onlara şu cevabı verdi: “Ben hüznü nehyetmedim. Bağıra çağıra ağlamayı yasak ettim. Bende gördüğünüz şu yaşlar, kalpteki sevgi ve merhamet eseridir. Kalp yanar, göz yaşarır. Kim ki merhamet göstermezse başkaları da ona merhamet etmez.” 

Merhametlilerin en merhametlisi olan Rabbimiz, mümin kuluna işkence olsun diye bela vermez. Belalar, sıkıntılar, dertler aslında ilaçtır. İlaçlar ise acıdırlar ama içlerinde şifa taşırlar. Başına dert, bela gelen bir kul isyan ve şikâyet etmeden bir taraftan bu hale sabır göstermeli, diğer taraftan da bu dertlerin içinden dersler çıkarmalı, eğitimi ve manevi gelişimi için bu durumdan faydalanabilmelidir. İmam-ı Rabbâni gibi aklını, kalbini maneviyat istila etmiş, hayallerini maneviyat süslemiş büyükler, bela gelmeyince üzülürler ve “Ne oluyor, terakkim kesildi mi, ilerlemem durdu mu yoksa?” derlermiş. O sebeple iyi şeylere fazla sevinmemeli, kötü gibi görünen şeylere de fazla üzülmemelidir. 

Ahiretteki nimetleri düşünerek, bu dünyadaki sıkıntıları ne olursa olsun gözümüzde büyütmemeliyiz. Şuna inanın: Dünyada bir ömür boyu en büyük acıları yaşayan bir mümini cennete koyduklarında gördüğü ihtişam ve güzellik karşısında şaşkına dönerek kendi kendine şöyle söylenecek: “Aman kimse duymasın, cenneti bedavaya getirdim!”

İbadetler kişinin müspet benliğini güçlendirmelidir. Yoksa Allah, kullarının ibadetlerinden, günah ve sevaplarından müstağnidir. Yani O’nun, hiçbir kulun ibadetine de övmesine de ihtiyacı yoktur. O sebeple bir kul ibadet yaptıkça ancak kendi benliğini yücelttiğinin, iradesini güçlendirdiğinin bilincinde ve farkında olmalıdır. Allah’ın kulundan razı olması da kulun müspet benliğini yüceltmesi ve Allah’ın onun o halini sevip ondan razı olmasından başka bir şey değildir. 

Ulûvv-i Himmet Sahibi Olmak Gerekir

Ulûvv-i himmet, insanın himmetini yüksek tutmasıdır. Manevi hırs sahibi olmak, güzel ahlakın esasından olup büyük bir şeref ve yüksek bir meziyettir. Bir insanın manevi anlamda hem kendisi hem dostları için yüksek makamları istemesi ve onlara göz dikmesi, bunun için gayret göstermesi  ulûvv-i himmettir. Ulûvv-i himmet sahibi olmayanlar bence aklını sorgulamalıdır. Dünya için bile olsa hırslı adamlar görürseniz onların akıllı olduklarını söyleyebilirsiniz. Ama gerçek akıllı adam, hem dünya hem ahiretini birlikte götürmeye çalışan adamdır. İkisini beceremiyorsa ahirete ağırlık vermesi tabi ki daha doğru olandır.

Evet, bir insanın yükselebileceği en yüksek makamı istemesi ulûvv-i himmettir. Bunun kibirle, ucubla alakası yoktur. Kibir, ucub; bir kişinin kendini Allah’ın (c.c.) yardımını görmezden gelerek, ben yaptım, ben ettim mantığında değerlendirmesinden olur. Yani, üstünlüğünü veya yaptığın güzel işleri, Allah’ın üzerindeki yardımlarını dışlayarak kendine mâl etmektir yanlış olan. Yoksa insanın yaptığı güzel şeyleri görmesi, bunların farkında olması, şükür anlamında ve izzet-i nefsi oluşturmak anlamında güzeldir ve gereklidir. Bu önemli konuların inceliklerini maalesef hiçbir yerde ve kitapta bulamıyor, göremiyoruz.

“Bana bu kadar Müslümanlık yeter.” demek çok akılsızca bir şeydir. Allah muhafaza buyursun, hiçbir günah veya düşünce bana böyle dedirtemez. İşlediğimiz hatalar veya günahlar sebebiyle böyle bir düşünceye girmek tevazudan değil, ancak şeytandan veya cahillikten olabilir. Bu tür duyguya giren, bunun şeytandan olduğunu bilmeli, tevbe etmeli, manevi hırsından vazgeçmemelidir. En yüksek dereceler için birbirimizle yarışacağız. Nitekim ahir zamanda Abdulkadir Geylani’den bile büyük ruhlar olacağını işaret eden hadisler var. Böyle büyük olmayı istemek ve bunun için mücadele etmek ve asla vazgeçmemek elbetteki doğru olandır. 

Ruhlar bedenlerine gelirken kemâlli gelirler; yani yeni doğan bir çocuğun ruhu da çocuk değildir. Küçük çocuğun yaşı bile senin yaşındadır. Ama manevi yetenek ve özellikler her ruhta birbirinden farklıdır. İnsanoğlu dünyaya kemâlâtını artırmak için gelmiştir. Ana rahminde başlayan eğitim, önce dünyada sonra ölünce de kabirde devam eder. Kabir azabı müminlere eğitimdir, yani dünya gibi kabirde de terakki vardır.

Nefs, ruhun bir şubesi değildir. Kelamcılar, felsefeciler ruhun bir şubesi derler ama bu dedikleri yanlış. Beden ve nefs kabirde kalır, ruh gider gezer. Ruhun irtibatı bedenden ve nefsten kopmaz. Kabirde nefs ve beden vardır. Ahirette kişinin ameline göre bedenini değiştirecekler, 33 yaşına gelecek. İnsan dirilirken nefsiyle, bedeniyle dirilir. Nefsin ebedilik özelliği vardır; ruhla beraber sonsuza kadar yaşayacaktır. Tek başına beden insan değildir, tek başına nefs de insan değildir, tek başına ruh da insan değildir; insan hepsinin birleşiminden oluşur. Üçünün bir arada olması gerekir. Tezkiye olmamış haliyle emmare nefs, günahlara ve dünyaya son derece meyillidir ve ruhu da kendine çeker. Ayette “Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir; onu kötülüklere gömen de ziyana uğramıştır.” (Şems, 91/9-10) buyrulması bu duruma işaret eder. Nefsin itminanıyla ruhun itminanı da ayrıdır. Ama asıl olan nefsin itminanıdır. “Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” (Şems, 91/7-9) ayeti de buna işaret eder. Bazen ruha kalp, kalbe ruh derler. Bunların hepsi birbirine bağlı, birbirinden ayrı, birbiriyle ilişkilidir; kolay anlatılamaz. Mübarekler nefsin tabakalarını yediye ayırmışlar ama bu kadar değil. Nefsi anlatmak için apartman boyu kitap yazmak lazım; anlatılacak şey değil. Bu bilgi ilm-i ledün olup Allah vergisi bir bilgidir.