Fıkıh ve Tasavvuf İlmi Kardeştir

Tasavvufun bazı ilmi kaideleri vardır. Bunları bilmek gerekiyor. Tasavvuf, insanı ilme ve iyi ahlaklı olmaya yönlendirir. Bu yön ve yönlenmenin doğruluğunun şartı, Allah’ın rızasını kazanmak ve rıza gösterdiği emir ve nehiylerini  yerine getirmeye bağlıdır. Mürşitlerin de bazı şartları vardır, sâliklere seyri sülûk yaptırmak için şartsız olamaz. Çünkü Allah (cc), kulunun küfrüne razı olmaz. 

 

“Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz ki Allah sizin iman etmenize muhtaç değildir. Ama kullarının inkâr etmesine razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizin için buna razı olur. Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın yükünü yüklenmez. Sonra dönüşünüz ancak Rabbiniz’edir. O da size yaptıklarınızı haber verir. Çünkü O, göğüslerin özünü (kalplerde olanı) hakkıyla bilir.” (Zümer, 39/7)  

Yani Allah (cc) rızasını kazanmak asıldır. İlahi rızayı kazanmak için de önce iman gerekir. O zaman Allah’ın  rızası imansız olmaz. Eğer şükrederseniz Allah (cc) sizden razı olur. Öyleyse bu ayete göre İslam dini ile amel edilmesi gerekir. Allah’ın,  Kur’an-ı Kerim’de beyan ettiği yola ve Rasûlullah Efendimiz’in sünnetine tâbi olmak gerekir.

Allah’ın rızasını kazanmak isteyen sâlik, Kur’an ve sünnet yoluna girdikten sonra verilen nimetlere şükredecek. Dolayısı ile tasavvuf, ilimsiz ve fıkıhsız olamaz. Çünkü Allah’ın zahirî (açık) hükümleri ancak fıkıhla bilinir.  Fıkıh ilmi de tasavvufsuz olamaz. Çünkü doğru yön ve yönlenme olmadan doğru amel olamaz. Fıkıh ilmi, insanlara amel yolunu açar; tasavvuf ilmi ise doğru yönlenmeyi açar.  Bu iki ilim (fıkıh ve tasavvuf) ilk başta da söylediğimiz gibi imansız olamaz. İlla imanla olması gerekir. İman, fıkıh, tasavvuf birbirini takip eder. Ruhların cesetlere lüzumu gibi bu iki ilmin varlığı illa imanla olur. Bu lüzumundan dolayı İmam Malik şöyle diyor:

“Kim, fıkıhsız tasavvuf yolunda gider ise zındık olur. Kim de tasavvufsuz fıkıh yolunda gider ise fasık olur. Bu ikisini beraber tutan hakikati yakalamış olur. Birinci sözümde zındık olur dedim. Çünkü tasavvuf ilmine sahip olup da fıkıh ilmine sahip olmayan, Cebriye itikadına maruz kalır.  Cebriye ise Allah’ın  hikmet ve ahkâmlarını inkâr ediyor. İkinci sözümde fasık olur dedim. Çünkü halis amellerden mahrum kalır. Üçüncü sözümde de  hakikati yakalamış olur dedim. Çünkü gerçeği görerek daima hakka bağlı kalır ve hakikatten hiç ayrılmaz.”

Tasavvufun aslı ihsan makamıdır. Rasûlullah (sav) ihsanı şöyle izah etmiştir: “Allah’ı görüyormuş gibi ibadet et. Sen Allah’ı görmesen de o seni görüyor.” Tasavvufun lafzı murakabeye “iyiliği gözetlemeye” delalet eder. Murakabeyi, yani iyiliği gerektiren gereksinimlere teşvik etmek tasavvuf yolunun özelliğidir. Nasıl ki fıkıh ilmi İslam’a, tevhid ilmi imana delalet ediyorsa; o zaman tasavvuf  ilmi de ihsana delalet eder. Bu şekilde tasavvuf ilmi İslam dinin bir cüz’üdür. Cebrail (as), bu yolu,  sahabelere ve ondan sonra gelen ümmete öğretmesi için Râsûlullah Efendimiz’e öğretmiştir. 

Tasavvuf kelimesi hakkında çok rivayetler vardır. Bu hakikate temas edelim.

1) Tasavvuf lafzı “sufetün” kelimesinden türemiştir. Arapça’da “suf” kelimesi “yün” anlamına gelir. Tasavvufa mensup kişiler, işlerinde Allah’a karşı yün gibi yumuşak olurlar ve bütün tedbiri Allah’ın takdirine bırakırlar.

2) Tasavvuf lafzı, “sufatül” (ensedeki yumuşak tüylere denilir) kelimesinden türemiştir. Tasavvuf mensupları böyle yumuşak demektir.

3) Tasavvuf lafzı, “sıfa” kelimesinden türemiştir. Bunun anlamı, tasavvufa mensup olan kimse bütün güzel ahlaklarla donatılmış, kötü ahlaklardan da arınmış demektir.

4) Tasavvuf lafzı, “safa” kelimesinden türemiştir. Temiz, arındırılmış demektir. Bu, çok doğru bir anlamdır.

5) Tasavvuf lafzı “suffe”den türemiştir. Çünkü tasavvuf ehli, suffe ehline tâbidir. Allah (cc), suffe ehli hakkında şöyle buyurmuştur: “Rableri’nin rızasını isteyerek sabah akşam O’na dua edenler...” (En’âm, 6/52) İşte asıl mana  budur. Diğer manaları da içermektedir. 

Tâbî (uyan), metbû (uyulan) hükmündedir. Yani tasavvuf ilminin ehli, suffe ehlinin hükmündedir. O zaman suffe ehli, tasavvuf ehline göre metbû sayılır. Tasavvuf ehli de suffe ehline göre tâbî sayılır. Suffe ehli ilk etapta fakirdiler ve Allah misafirleri diye anılırlardı. Bunların sayıları 400 kişi kadardı. Peygamber Efendimiz (sav) tarafından yedirilip içirilirlerdi. Efendimiz’den bu vesileyle  ilim ve hadis öğreniyorlardı. Bunların içlerinden vali, emir gibi görevlere gelenler oldu; ama içlerinde fakir olarak kalanlar da oldu. Fakirliklerinde de zenginliklerinde de daima şükür ederlerdi. Bu haller onları hiç değiştirmedi. 

Sûfî, tasavvuf ilmine uyan kişidir, ve hak dışında bütün şeylerden vaktini tasfiye edene denir. Ancak, hak dışına düştüğü zaman fakir olur; yani Allah’ın dininin fakiridir. Sûfîlerin meslekleri değişse de maksatları değişmez. Allah’ın cemâlini isterler. Mesela ibadet (kulluk), zühdiyet (dünya lezzetlerini azaltmak ve Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmek), marifet (Allah’ı tanıtan yolların bilinmesi). Bu üçü de hakka yakınlık için yollardır. O zaman bir ârife ibadet lazımdır. Eğer ibadet yoksa o marifetine göre amel etmemiş demektir. Ârife ibadet lazımsa zühdiyet de lazımdır, hakikati o zaman yakalamış olur. Bir âbide, marifet ve zühdiyet lazımdır. Çünkü ibadete marifet lazımdır. Zühdiyete de aynı ibadet ve marifet lazımdır. 

Her şeyin bir ehli vardır. Kişi o şeyin yerini, yönünü,  hakikatini bilmesiyle ehliyet kazanır. Tasavvufun ehliyeti doğru yönelenler içindir. Tasavvuf ehliyeti cehaletle olmaz. Kendisinde ilim, fıkıh vb. yoksa ben tasavvuf ehliyim demekle ehliyet kazanılmış olmaz. Bir şeyin şerefi zatı içindir. O şey zatı için talep edilir. Bir şeyin şerefi ayrıca menfaati içindir. O zaman da menfaati için talep edilir. Bundan dolayıdır ki amelsiz bir ilim, gayesiz bir vesiledir; ilimsiz bir amel ise cinayettir. Ancak, aklı ilimle birleştirmek en üstündür. O zaman Allah (cc) ve O’nun zatını bilme ilmi bütün ilimlerden daha üstündür. 

Her kimin amelinde ilminin neticesi zahir olmazsa onun ilmi lehine değil aleyhine olur. Mesela tasavvuf ilminin gayesi kalplerin ıslahıdır, Allah (cc) dışında her şeyi kalpten atmaktır. Fıkıh ilminin gayesi amellerin ıslahı, nizam ve ahkâmlarının zabtı içindir. Akaid ilminin gayesi bir akideyi delillerle ispat etmek  içindir. Tıp ilminin gayesi bedenlerin muhafazası içindir. Demek ki her ilmin bir gayesi vardır. 

İki şeyin hükümde ortaklığı, asılda ortaklığı getirir. Fıkıh ve tasavvuf, Allah (cc) hukuku ve ahkamlarına delalet etmede kardeştirler. Asılda ikisinin hükümleri birdir, çünkü birbirlerinden evlâ değildirler. Amel, ikisinde de ilmin tekâmülü içindir; diğer ilimlerde de öyledir. Muhakkak amel, ilmin tekâmülü içindir. Tasavvufta, fıkıhta ve diğer ilimlerde amel, ilmin doğruluğu için değildir. Yani amel varsa ilim var, yoksa yok anlamında değildir. Amel olmayınca ilim kalkmaz, yok olmaz. Belki amelsiz de ilim olur. Çünkü ilim, amelin imamıdır, önderidir; hükmen ve hikmeten. Eğer amel, ilmin şartı kabul edilirse o zaman amelsiz ilim yok olur. Öyle ki emir ve nehiylerde amel şart olursa o zaman, zamanın fesadı ile emir ve nehiyler ortadan kalkmış olur. Bizim dinimiz buna müsaade etmez. Allah (cc), ilmi, kendinden korkana da korkmayana da vermiş. 

Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Allahım! Menfaatsiz ilimden sana sığınırım. Kıyamet gününde dehşetli azaba uğrayacak olan, ilmi kendisine fayda vermeyen âlimdir.” İşte Peygamberimiz (sav), ilimden yararlanmayana da âlim demiştir. O zaman ilim tahsil ederken, ilimde hakkı kazanan ve hakkıyla yaşayanlardan ilmi almak lazımdır. Yani ilmi olup amel etmeyenden, salih olmayandan alınan ilmin, menfaatinden çok zararı vardır.