Rü’yet ve Rüya / Dr. Sevda Aktulga GÜRBÜZ

0
56

Röportaj : Sevim Kartol

Anlam olarak rü’yet nedir? Rü’yete hangi anlamlar yüklenmektedir?

Rü’yet; Allah’ı, Hz. Peygamber’i, melekleri, vefat etmiş velîlerin rûhlarını âhirette veya dünyada gözle görmektir. Bu tanımdan hareketle âhirette ve dünyada Allah Teâlâ’nın, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ve meleklerin görülmesinin mümkün olup olmadığı konusunda çeşitli görüşleri içeren bir kavramdır. Rü’yet, İslâm literatüründe Allah’ın âhirette görülmesi olarak bilinen “rü’yetullah”, meleklerin ve Hz. Peygamber’in (s.a.v.) dünyada görülmesi anlamlarına gelen rü’yetün-nebi ve rü’yetül-melek olarak bilinmektedir. Rü’yet genellikle semâvî dinlerin inancıdır. Hristiyanlık ve Yahudilikte rü’yet, “teophani (Tanrı’yı görmek)” şeklinde bir anlaşma ve aşkın ile içkin varlığın delili olarak kabul edilse de tasavvur edilen Tanrı, mücessem varlıkların kılığına girerek de görülebilmektedir. İslâm inancında ise Allah’ın keyfiyeti bizce bilinmeyen (bila-keyf) ve benzetme olmaksızın; Allah’ı yaratılmışlara benzemekten uzak bir şekilde (bila-teşbih) Allah’ın görülmesi mümkünken, ihata edilmesi mümkün değildir.

Mutasavvıflar açısından rü’yetullah, müminlerin bulutsuz bir gecede dolunayı görmesi gibi Allah Teâlâ’nın cennette görülmesini ifade eder. Sûfîler, genel olarak Allah’ın dünyada baştaki göz ve kalple görülemeyeceği konusunda ittifak hâlindedir. Ancak ikân (yakîn) yönünden “aynü’l-kalb, dîde-i cân, ayn-ı cem‘, aynü’r-rü’ye, ayne’l-yakîn” olarak isimlendirilen kalp gözüyle Allah Teâlâ’nın dünyada görülmesi mümkündür. Bu anlamda Allah’ın dünyada görülmesini sınırlandıran herhangi bir engel bulunmamaktadır. Ancak belirtmek gerekir ki tasavvuf erbabı, Allah’ı bu dünyada görmekten çok, O’nu akıl ve basîretle adeta görüyormuş gibi idrâk etmenin önemi üzerinde durmaktadır. Dolayısıyla rü’yet ile ilgili olan kavramlar üzerinde durmuşlardır. Bunlardan ilki kalptir. Kalp; ilim ve irfânî bilgilerin hâsıl olduğu Rabbânî latîfelerin mazhar yeridir. Kalp, bir göz gibidir. Kalpte hâsıl olan ilim, gözdeki idrâk, basar ve şeylerin aynını görme kuvvetindedir. Bu görme kuvvetine, kalbin bu idrâkine de Allah Teâlâ, rü’yet adını vermiştir. İkinci kavram Allah’ın vechini âhiret gününde inananlara göstermesi şeklinde tefsir edilen nazardır ki ilâhî kudretin tecellîsi ile verilen nimettir. Üçüncü kavram eşyayı görmeye yardımcı olan aydınlık, zuhûr ve ışığın kaynağı olarak tarif edilen nurdur. Özellikle ilimler içerisinde tasavvufun özel anlam yüklediği nûr; Allah’ın, yakîn olarak kalp gözüyle görülmesi sonucunda hakikatin inkişâfı ve gözün önce idrâki sonrası onun vasıtasıyla görülecek şeyleri görmesi, algılamasıdır. Sûfîler genellikle nûra, rü’yetle alâkalı perdelerin kalktığı kimselerin vasfı; nûrânî âlemden alınan mânevî zevk, rü’yetin zuhur yeri olarak özel anlam vermektedirler. Dördüncü kavram tecellidir. Allah’ın Zât ve sıfatlarının kulla olan irtibatı ile alakalı bir husustur. Mutasavvıflarca ilâhî tecellî; perdelerin açıldığı, hakîkatin belirdiği tüm güzel ve güzelliklerin çok ötesinde, Allah’ın Zât’ı ve sıfatlarıyla kulun kalbine doğması, görünmeyenin kalplerde görünür hâle gelmesidir. Son olarak basiret kavramı rü’yetle ilgili kavramlardandır. Zira Kur’ân-ı Kerîm inceden inceye düşünüp keşfedemeyen kalplerden ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) davetine kör olan gözlerin basiretsizliğine vurgu yapmaktadır. Basiret sahibi insan kalp gözü ile baktığı şeyi tevhid nazarıyla anlamlandırdığı için Allah-u Teâla tarafından çeşitli rü’yetlere mazhar kılınabilir.

Allah’ı (c.c.) daha dünyada iken / rüyada görmenin mümkün olduğunu kimler söylemektedir? Bu konudaki izahları alabilir miyiz?

Kur’ân-ı Kerîm’de; Hz. İbrahim, Hz. Yusuf, Mısır Firavunu ile ilgili rüyalardan bahsetmesi, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Bedir Savaşı öncesinde rüyasında az bir düşman ordusuyla karşı karşıya kaldığını görmesi, Hudeybiye’de bulunduğu sırada, rüyasında kendisiyle ashabının Mekke’ye güven içinde başları tıraş edilmiş ve saçları kısaltılmış olarak girdiklerine dair rüya görmesi rüyanın bilgi kaynakları arasında kabul edilmesini sağlamıştır. Mutasavvıfların rüyaya verdikleri değer, Hz. Peygamber’in rüyayı nübüvvetin kırk altı cüzünden biri olarak değerlendirmesinden dolayıdır. Peki, rüyada Allah görülür mü? Âhirette rü’yetin varlığının dünya ve rüya ile rü’yet için perde olduğunu düşünen âlimlere göre insanın ebediyet âleminde ulaşabileceği en büyük nimet, âhirette kazanılacak bir durumdur ve her türlü koşul gerçekleşse de hayal ve temsil olarak görülen rüyada rü’yet imkânsızdır. Genel olarak ehl-i sünnet inancını taşıyan sûfîler, dünyada Allah’ı baş gözüyle görmenin vakî olmadığını ancak rüyada görmenin mümkün olduğunu belirtmektedir. Allah Teâlâ’yı mümkinat aynalarında görmek, kalpten O’ndan başkasını atmakla mümkün görülmektedir. Tasavvuf ehli, keşf ve ilhama mazhar olan kimselerin rüyalarını hakikat olarak görmekle beraber rüyaları vaaz, ikaz ya da irşad görevi olarak algılanmaktadır. Rüyada rü’yeti kabul eden bu sûfîler için bu yolla Allah’ı görmek, âhirette rü’yete mazhar olmak gibidir. Ancak bu görüş Allah Teâlâ’nın kendi zâtıyla değil, sıfatlarının ve isimlerinin tecellisi şeklindedir. Peki, kimler rüyada Allah’ın sıfat ve isimleriyle tecellisine şahit olduklarını belirtmişlerdir: Bâyezîd-i Bistâmî, İbrahim b. Edhem, Şah Şucâ’ Kirmânî, Hakîm Tirmizî, Serî es-Sakatî, Ahmed b. Hadraveyh, Süfyân-ı Sevrî gibi sûfîler; rüyada Allah’ı gördüklerini, bu görüşü vaaz, ikaz ya da irşad görevi şeklinde algıladıkları tasavvuf klasiklerinde görülmektedir. Ancak dünyada baş veya kalp gözüyle Allah’ın görülemeyeceği hususunda Ehl-i Sünnet kelâmcılarıyla birleşen sûfîler, Allah’ın kullarına ikrâmının en büyüğü olan bu nimetin dünyada gerçekleşmesi halinde cennetin bir anlamının kalmayacağını belirtmişlerdir. Mekânların en üstünü olan cennetten başka bir yerde böyle bir ihsana nâil olmak mümkün değildir. Sûfîlere göre dünyada Cenâb-ı Hakkı görme dayanılamayacak bir durum olduğu için Hakk, cemâlin Zât nûrunun tecellileriyle kulunu kendisinden haberdar eder. Dünya; aşağılık, kötülük, eksiklik, geçicilik, kaybolup gitme özellikleriyle sıfatlı olduğu için burada hakiki müşâhede imkânsızdır. Bu nedenle Allah, dünyada sıfatlarını göstererek kulunu teselli etmektir.

Hz. Peygamber’in (s.a.v.) dünyadayken hangi hal ve durumlarla ve nasıl görülmesi konusunu izah eder misiniz?

Sûfîler, Hz. Peygamber’in hayata geçirdiği dini hayatı ve mânevi yönünü hedef aldıkları için rüya, ya da yakaza yolu ile görmeyi arzulamaktadır. Peygambere olan sevgi ve ittiba ile nefsin müdahelesinden korunmuş keşf ehlinin, yakaza veya rüya hâlinde Hz. Peygamber’i (s.a.v.) görmelerinin mümkün olduğu belirtilmektedir. Buna delil olarak da Hz. Muhammed’in (s.a.v) “Sizden kim beni rüyasında görürse, bilsin ki o gerçekten beni görmüştür; çünkü şeytan benim sûretime giremez” (Buhârî, İlm 38; Ta’bîr 10) hadisini göstermişlerdir. Mutasavvıflar Hz. Peygamber’i (s.a.v.) rüyada görmenin hak olduğunu ancak bu görmenin bazı şartları taşıdığını kabul etmektedir. Tasavvuf ehli genel olarak, rüya yoluyla Hz. Peygamber’i (s.a.v.) görmenin, onunla konuşmanın olağan bir durum olduğuna inanmaktadır. Ancak asıl sorun, uyanık (yakaza) hâlde görülüp görülmeyeceğidir. Uyanık halde Hz. Peygamber’in (s.a.v.) görüleceğini iddia edenlere göre “kalp” veya “sır” gözünün açılmasıyla gayb âlemi görülebilir. Bu, uyanıklık halinde olursa ‘ilham’ uykuda olursa “doğru rüya” adını alır. Böyle bir makama ulaşan kişi, uyanık halinde Hz. Peygamber’i (s.a.v.) görerek O’nunla konuşur ve O’ndan yardım diler. Zira bu hâl, Peygamber sevdalıları olan sûfiler için ödüldür. Mutasavvıfların üzerinde durduğu yakaza, ilm-i esrar dediğimiz, melekût ve peygamberler âleminin müşâhede edildiği olağanüstü bir durumdur. Bu konunun akılla anlaşılabilmesi imkânsız görülmektedir. Ferâset sahibi velîlerin sırlara vâkıf olması, tasavvufi irfânın zenginliğini göstermektedir. Meseleye bu açıdan bakmak ve bu hâlin müminin mânevi haline ne kattığını görmek son derece önemlidir. Zira sahih bir istikâmette olan sûfî, hakikat ile vasıtasız ve doğrudan temas hâlinde olabilir. İmam Gazâlî ve İmam Suyûtî gibi mutasavvıflar için bu mânevî hâller tadılan ama anlatılamayan, yaşanmadan bilinmeyen durumlardır. Hz. Peygamber’i (s.a.v.) yakaza hâlinde görerek mürşidini bulan tasavvuf erbabları arasında Şeyh Ebü’l-Abbas et-Tancî Safiyyüddîn-i Erdebîlî gibi sûfîler bulunmaktadır. Bundan dolayı Kur’ân ve sünnet ile amel eden, sünnete olan bağlılıkları fikirde ve teoride kalmayarak bu bağlılıklarını pratik hayata da yansıtmış olan sûfîlerin, yakaza hâlinde Hz. Peygamber’le (s.a.v.) görüşmelerini kerâmet olarak kabul ederek Yüce Allah’ın sınırsız nimetlerinden biri olarak görmek gerekir. Fenâ fi’r-resûl mertebesine vâsıl olan sûfîlerin, mertebelerinin cilvesi olarak Hz. Peygamber’i (s.a.v) bu âlemde görmesi, onunla rûhen-mânen görüşüp sohbetinde hazır ve nâzır bulunabilmesi aklın ve bilincin taalluk etmeyebileceği bir durumdur. Dolayısıyla kişisel ve mânevî bir tecrübe olan yakaza hâli, rûhun yükselerek ulvî makamlara ulaşmasıyla elde edildiği için varlığında öze ulaşan Allah dostları için olağan bir durumdur.

Röportajın devamını dergimizden okuyabilirsiniz.